Çevrenin günü olur mu?

Çevrenin günü olur mu?
Bizi var eden koca evren ve doğa karşısında her nasılsa biricik egemenler olduğumuza inanır, hukuku ve yaşamı buna göre şekillendiririz.

Özlem ALTIPARMAK*


Bugün 5 Haziran, Dünya Çevre Günü. Bugün nereden çıkmıştır derseniz, kısa bir bilgi vereyim. 1972’de İsveç’in Stokholm kentinde çevre hakkının ilk kez gündeme geldiği büyük bir uluslararası konferans düzenlenir ve Birleşmiş Milletler (BM) bu konferansın başlangıç gününü Dünya Çevre Günü olarak ilan eder. Stokholm Konferansı, uluslararası çevre politikalarının ve bu alanda devletlerin sorumluluğunun tartışılmaya başlanması açısından tarihi öneme sahiptir. Konferansın akabinde BM Çevre Programı kurulur. O tarihten bu yana devletlerin ve kişilerin çevreye verdikleri zararlar ve sorumluluklarının düzenlenmesi açısından pek çok konferans düzenlenip, sözleşmeler yapılsa da sorunun çözüldüğünü ve tartışmanın bittiğini söylemek ne yazık ki mümkün değil. 

Çevre hukukunun tarihine baktığımızda, insanın zarar görmesi temelinde bir gelişim izlediğini görürüz. 1952’de Londra’da "Londra Sisi" diye bilinen hava kirliliği nedeniyle beş gün içinde dört bin kişi ölür. Ardından temiz hava hareketi gündeme gelir ve Temiz Hava Yasası gibi çevreye dair çeşitli hukuki düzenlemeler yapılmaya başlanır. İnsan haklarına ilişkin küresel düzeydeki belgelerin ve anlaşmaların tarihiyle kıyasladığımızda, çevre hukukuna dair bu gelişimin çok daha geç başladığını ve yavaş ilerlediğini görürüz. Yaşam hakkı, mülkiyet hakkı gibi haklar, çevre hakkına kıyasla çok daha önce tanınmış ve yasalarla korumaya alınmıştır. Çevre hakkı, nedense çok da hayati görünmez bizlere. Bu hayatta yaşayabilmemizin, var olabilmemizin temelidir ancak kıymeti bir türlü bilinmez ve davranışlarımızdaki hoyratlıklar yasayla dizginlenmez.  

Hak, en basit haliyle bir şey yapmaya yetkili olmak ya da bir şeyi talep edebilmek olarak tanımlanabilir. Haklarımız da yasalar ile güvence altına alınır ve bizler haklarımız tanındığı ölçüde özgür oluruz. Hak sahibi olmak ise bizim yasalarımıza göre gerçek ya da tüzel kişi olmakla mümkün olur ancak. Bir şirket ya da dernekte olduğu gibi yasalar sizi tüzel kişiliğinizle tanır ya da bir insan olarak yasa önünde hak sahibi olursunuz. Örneğin bir hayvan, insan gibi hak sahibi bir özne değildir. Hukuk, hayvana bir mal, bir eşya olarak bakar ve bu şekilde değer verir. Kölelerin hak sahibi olmadığı veya kadınların seçme ve seçilme gibi haklardan mahrum bırakıldığı dönemlerde de her insanın hak sahibi olarak tanındığından bahsetmek mümkün değildir. 

İnsanın doğa ile ilişkisine baktığımızda "çevre" bakışının nasıl geliştiğini de görebiliriz. İlk çağlarda doğadan korkan, doğaya saygı duyan ve onun karşısında kendini aciz ve güçsüz hisseden insan, Aydınlanma ve Sanayi Devrimi ile birlikte doğaya tahakküm eder hale gelir. "Düşünüyorum öyleyse varım"la başlayan yolculuğunda bilinç, bilinçli olmak, akıl sahibi olmak özne olmakla ve var olmakla eşdeğer hale gelir. İnsanın bilinç sahibi olmayan hayvanlar, diğer canlılar ve doğa üzerinde mutlak bir hakimiyet kurması kabul görür ve bu ilişki biçimi hiç sorgulanmaz. Doğa ve diğer canlılar, insan için bir kaynaktır. Pagan kültüründeki insan, doğa ilişkisi ters yüz edilir. Vahiy dinlerle birlikte doğa, insana sunulan bir şey haline gelir. Bütün yaratılanların idaresi ve istifadesi insana verilmiştir. Böylece doğa üzerinde hakimiyet kurmanın hakkımız olduğuna inanırız. Bunu gerçekleştirme gücümüz de, teknolojiye koşut biçimde gün be gün artar.  

"Büyük balığın küçük balığı yutacağı"nın değişmez bir doğa kanunu olarak kabul edilmesi, büyük balığın hantallığı karşısında küçük balığın bazen renkleriyle, bazen de zehriyle büyük bir savaşçıya dönüştüğü gerçeğini bize nedense unutturur. Büyük bir yanılgıyla, aslında zekası dışında hayatta kalmak için pek de matah bir becerisi olmayan insanı, bu dünyanın ve hatta evrenin merkezine koyarız. Bizi var eden koca evren ve doğa karşısında her nasılsa biricik egemenler olduğumuza inanır, hukuku ve yaşamı buna göre şekillendiririz. İşte çevre hukuku da "insanın çevresi"ni düzenlemek üzere işe koyulmuştur. Merkezinde insan vardır ve insanın sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını düzenler. Bu nedenle antroposantriktir yani insan merkezlidir. Oysaki doğanın küçük bir parçası olduğumuzu kabul etmek ve doğayı korumanın, bir bütünlük içinde kendimizi de korumak anlamına geldiğini düşünmek bambaşka bir anlayışın ürünüdür. Aslında gerçek anlamda bizi ve çevre ile ilişkimizi değiştirecek şey tam da bu doğa merkezli, ekosantrik bakıştır. İşte bu nedenle insanı merkeze alan çevre hakkı yerine daha bütüncül bakışla "doğa hakkı" diyebilmeliyiz ve doğanın bir hak sahibi olarak kabul edilmesinin yollarını aramalıyız. 

Mesele çevre olunca, devletlerin çözüm için ortak bir adım atmamasının altında yatan neden, doğanın insana özgülenmiş bir kaynak olarak kabul edilmesi ve kalkınmacı ekonomiyi önceleyen zihniyettir. Bu noktadan hareketle Bolivya, Ekvator ya da Yeni Zelanda gibi yerli halkların kültürü ve kadim inanışların hakim olduğu topraklarda doğa hakkının anayasalarda yer alması ya da dava konusu haline gelmesi hiç de tesadüf değildir. 

Koronavirüsün bize kendi gücümüzü sorgulattığı bir dönemden geçiyoruz. Bu dönem, doğa içindeki yerimiz, diğer canlılarla nasıl bir mesafe içinde olduğumuz üzerine düşünmek ve bu konuda bir ahlaki duruş ve düşünce benimsemek için bir fırsat da sunuyor bizlere. Gezi Parkı’ndaki bir ağacın sökülmesine, "onun yerine bir başka yere on ağaç dikeriz" söylemine ve doğaya karşı bu hoyratlığa karşı çıkarken, o ağacın yaz günlerinde bize serinlik vermek üzere orada olmasını istememiz yetmemeli. O ağacın varlığını ve yaşama hakkını kabul etmemiz ve orada bir başına dikilip gökyüzüne uzanmasına, toprağa sarılıp köklenmesine saygı duymamız gerekiyor bizim. İşte tam da o ağacın canıyla, bizim canımızın kıymetini yarıştırmadığımız bir noktada egemene ve egemenliğe dair tüm sorularımız daha anlamlı ve berrak hale gelebilir. 

Evet, bugün 5 Haziran. Bizi kucaklayan, var eden ve sarmalayan günümüz olsun!

*Avukat

[email protected]

Öne Çıkanlar