İdealleri kendinden büyük olan değerli ve üretken bir yazar: Necmettin YALÇINKAYA

İdealleri kendinden büyük olan değerli ve üretken bir yazar: Necmettin YALÇINKAYA
'Çoğumuz 12 Eylül sonrası cezaevleriyle tanıştığımızda yirmili yaşlardaydık.'

Kemal YALÇIN


Necmettin Yalçınkaya’nın hayatı 1960’ta Sarıkamış’ta başlayan, İzmir’de mayalanan, E-Tipi cezaevlerinde gelişen, İsviçre’de sürgünde devam eden örnek bir hayattır. Çocukluk yılları İzmir Kemeraltı’ında Havuzlubey Çarşısı’nda çalışarak geçmişti. O günlerde Türkiye’de sokaklar yangın yeriydi. Halk sokaklara dökülmüş, yeni bir dünya istiyordu. "Çorbada bizim de tuzumuz olsun," diyerek Necmettin de indi sokaklara…

Dünyayı ve Türkiye’yi değiştirmek için mücadele ediyordu. Birkaç kez ölümle burun buruna geldi. Özgürce, korkmadan, insanca yaşanabilen bir Türkiye ve dünya istiyordu. Türkiye’yi ve dünyayı değiştireyim derken kendi hayatı değişti.  12 Eylül 1980 darbesine karşı kendi çapında mücadele ederken yakalandı. Yirmi yaşlarındaydı. Önce İzmir-Buca, sonra Bursa E-Tipi cezaevlerinde kaldı. En güzel gençlik yılları cezaevlerinde geçti. İnsan demirden sağlam, pamuk ipliğinden zayıftır. İnsan zindanlara düşmesin! İnsan E-Tipi denen tecrit hücrelerine düşmesin! Yalnızlık korkunçtur hücrelerde! Necmettin Yalçınkaya yalnızlığını yazarak, okuyarak, yaşama heyecanını her şart altında canlı tutarak ayakta kalabildi.

2003 yılında, 43 yaşında gözleri arkada kalarak Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. İsviçre’ye geldi. Neden geldiğini herkes bilebilir. Nasıl geldiğini ise sadece kendisi biliyor. 18 yıldan beri İsviçre’de siyasi mülteci bir yazar olarak yaşıyor.

Necmettin Yalçınkaya bugüne kadar altı kitap yayımlandı. Eserlerinde mizah dilini de ustaca kullanıyor. Türkçeyi berrak bir su gibi akıtıyor. Roman dili ve üslubu harika. Hem editörlük hem redaktörlüğü bir arada yürütüyor. Bu zor işi de başarıyla yapıyor. Bazı yazarlar ülkelerinden ayrılınca kökünden koparılmış ağaçlar gibi kurumaya başlar, kaleminin ucu körelir, mürekkebi azalır, çiçek açar ama meyveye duramaz. Fakat Necmettin Yalçınkaya, bunun tam tersini gerçekleştiren bir yazardır. Türkiye’de yazamadıklarını İsviçre’de yazıyor, sürgün hayatını dünyaya açılmanın bir yolu olarak değerlendiriyor. Necmettin Yalçınkaya’nın hayatında keşkelere yer yoktur.  Geçmişiyle ve kendisiyle barışıktır. Onun kalemi üç kanatlı bir kuştur. Dünü, bugünü ve yarınları edebiyatın imkânlarıyla kucaklayabiliyor. Necmetin Yalçınkaya’yı daha yakından tanıyabilmek için kendisiyle uzun bir söyleşi yaptım. Aynen yayınlıyorum.

Sevgili Necmettin Yalçınkaya, dünyaya seninle aynı pencereden bakıyoruz. İyi ki varsın! Kalemine ve yüreğine sağlık!

Necmettin Yalçınkaya ile söyleşi

Kemal Yalçın: Avrupa’da bilinen yazın insanı olarak kendinizi bize nasıl tanıtırsınız?

Necmettin Yalçınkaya: 1960 Sarıkamış doğumluyum. 60’lı yılların başında İzmir’e geldik. O zamanlar İzmir çok şirin ve bakir bir kentti. Çok iyi bir çocukluk geçirdim. Oturduğumuz semt sürekli göç alarak büyüyordu. İşçi, emekçi çocuklarıydık kısacası.

K.Y.: Yazarlık serüveni nasıl başladı? Neden ve ne zaman yazmaya başladın?

N.YK: Çocuk yaşlarda bir şeyler karalamaya başlamıştım.  İyi bir gözlemciydim, her şeyin resmini çekiyor, notlar alıyor, kısa öyküler yazıyordum. İlkokul sonrası yaz tatilinde Kemeraltı’nda Havuzlubey Çarşısı’nda çalışmaya başlayınca, birden büyüdüğümü hissettim. Çarşının renkli esnafı, çarşıya alışverişe gelen binlerce insan benim için artık birer öykü kahramanı olmuştu. İçlerinde çok komik tipler vardı. Kuyumcu Sabahattin Abi birilerini fotoğraf çekme bahanesiyle havuzun başına diker, elindeki fotoğraf makinesinin deklanşörüne basınca, içinden fışkıran suyla onları bir güzel ıslatırdı. Onun bu komik halleri beni mizah yazmaya itti.

***

Yaz tatili bitmiş, ortaokula başlamıştım. Bir dersimiz boştu. Ben de bir şeyler yazmaya başlamıştım. Zil çalınca teneffüse çıktık. Yazdığımı bir arkadaşım okuyup beğenince Türkçe öğretmenimize götürmüş, o da okuyup beğenince okul dergisine göndermiş. Dergide yayımlandığını görene kadar haberim olmamıştı. Birkaç mizah öyküm daha yayımlandı. Hem İzmir gibi bir kentte oturuyorsanız, hele bir de yaşadığınız yer bir deniz kentiyse zaten siz şair ya da yazar olmuşsunuz demektir.

K.Y.: Bugüne kadar kaç kitap yayınladınız? İsimleri nelerdir?

N.YK.: Ozan Yayıncılıktan çıkan 5 öykü bir de romanım var. İki kitap halinde çıkan "12 Eylül'de de Çok Güldük Netekim! Anamdan İnciler" ve "Stres Bileziği Anamdan inciler-2"dir. Bu iki kitap Türkiye’de bir ilktir. Annemin şahsında tüm analarımızı anlattım: Kısa anekdot, fıkra, mizah, kara mizah türü… İlk öykü kitabım "Mendil Sen Kokuyordu"nun ardından "On Çocuktuk" ve "Bir Yarım Öykü" kitaplarım yayımlandı. Son olarak da "Elma Çiçeği" romanım…

K.Y.: Sadece yazar olarak değil, redaktör olarak da edebiyatımıza katkınız var. Biraz redaktörlükten bahsetmek ister misiniz?

N.YK.: www.edebiyatbahcesi.net web sitem var. Burada hem editörlük hem redaktörlüğü bir arada yürütüyorum. Gelen yazıları düzenleyip yayımlamak insana bir şeyler katıyor zaten. Redaksiyon sabır işidir. Dikkat ister, sorumluluk ister… Ama nedense editörlük ve redaktörlük pek önemsenmez, meslekten sayılmaz. Çünkü bir okulu yoktur. Umarım ilerde üniversitelerde bir dal olarak okunur.

K.Y.: 12 Eylül 1980 döneminin senin yazarlık hayatındaki yeri, etkisi nedir?

N.YK.: 12 Eylül öncesi civcivli dönemlerdi. İmkânlarımız kısıtlı olsa da bulduğumuz her şeyi okuyor, bir araya geldiğimizde bilgi teatisinde bulunuyorduk. Büyüklerimizin deyimiyle "basitten karmaşığa doğru" kitaplar okuyordum. Yine büyüklerin tavsiyeleriyle bolca roman okudum. Ardından dünya klasikleri…

Çoğumuz 12 Eylül sonrası cezaevleriyle tanıştığımızda yirmili yaşlardaydık. İçeriyi fazla tanımıyordum, nasılsa Buca’dan başka bir cezaevine gönderileceğimi bildiğim için bir planım da yoktu. Ancak birkaç ay sonra sevke gittiğimiz Bursa E-Tipinde bir günü 24 saate bölebildim. Şiir ve öykü yazma saati, roman ve kitap okuma saati, volta saati ve spor yapma saati gibi…

Dışarda hayat hızla akıp geçerken içerdeki yaşam durağandı. Bir avuç gökyüzü, çatıya konan bir kuş, havalandırmaya yağan kar çok anlamlıydı benim için. Ayrıca ilerde birilerinin neler yaşadığımızı bilmesini istiyordum. Bir yazarın ya da bir şairin içinden geçtiği sürecin tanığıdır şiarıyla yazmak iyi geliyordu bana. İçerde yazmak değil de yazdıklarını dışarıya ulaştırmak zordu benim için. 

K.Y.: Sürgün hayatı ne zaman başladı? Sürgünde bir yazar olmak ne demektir?

N.YK.: 2003’te ayrıldım İzmir’den. İsviçre’nin Lozan kentinde iltica başvurusu yaptım. Hemen sabahı bir görevli geldi, elindeki tabelada isim okumaya başladı.  İsmi okunanların arasında ben de vardım. Bir otobüse doldurulduk. Dört beş saatlik bir otobüs yolculuğunun ardından Doğu İsviçre’de bir başka kampa teslim edildik. Bir salona doldurulduğumuzda, onlarca meraklı göz bizi izliyordu. Herkes bir tanıdığını arıyor gibiydi.

Kampta Türkiyeli birilerini bulmam iyi gelmişti bana. Burada birkaç hafta kaldıktan sonra bir başka kampa transfer olacağımı söyledi Bingöllü bir arkadaş. Dediği gibi iki hafta sonrası bir başka kampa transferim çıktı. Bir kamp görevlisi elime bir harita, bir tren bileti, bir tost bir de su tutuşturduktan sonra beni tren istasyonuna götürüp bıraktı. Birkaç tren değiştirdikten sonra yeni kamp adresime vardığımda karanlık çökmek üzereydi. Kasımdı ama kampa kar yağmıştı.

Büroya gidip kaydımı yaptırdıktan sonra yemekhaneye indim. Orada Türkiyeliler karşıladı beni. Dışarısı soğuk ve yerler karlıydı. Günümüz salonda oturup lak lak etmekle geçiyordu. Boş zamanım vardı ama kafam rahat değildi. Çünkü kampta her türden insan vardı; Sri Lankalı, Çeçen, Somali, Cezayir, Kuzey Iraklı… Üstelik anlaşabileceğimiz ortak bir dil de yoktu. Sri-Lankalıları sevmiştim, çünkü çok mazlum insanlardı. Bir iki ay sonra Speicher’e eve çıkınca rahatladım ve yazmaya başladım.  Yazdığım öyküleri İsviçre’de Almanca ve Türkçe çıkan "Öteki İsviçre" ve "Bakış" dergilerine göndermeye başladım. Öykülerim okunuyor ve beğeniliyordu. Bir iki öyküm de Almancaya çevrildi bu arada. Ayrıca internet üzeri paylaştığım öykülerimi binlerce insan okuyor, "Bunlar kaybolmasın, kitaplaştırın," diye mesajlar alıyordum. Biraz da bu beni kitap yayımlamaya itti diyebilirim. Bir kitabınız çıkınca da kendinizi ikinci bir kitap yazmaya zorluyorsunuz âdeta.

K.Y.: Türkiye’de yazar olmak ile Avrupa’da yazar olmak farklı mı? Nasıl?

N.YK.: Kitaplarım Türkiye’de yayımlanıyor… Türkiye’de kitap yayımlamanın Avrupa’ya kıyasla daha zor olduğunu söyleyebilirim. Olayın maddi boyutu, zaman, yazma şartlarının zorluğu, yayınevleri, ulaşım zorluğu… Avrupa’daki bir yazar daha şanslı bence. Fakat Avrupa’da yaşayan yazarların da dili kullanma sorunu var. Bunu hem yıllardır kendi ülkelerinden uzak kalmalarına ve hem de iki dilli olmalarına bağlıyorum.

K.Y.: Yaşadığın ülkeye alışabildin mi? Nasıl bir ülke ve dünya istiyorsun?

N.YK.: İsviçre güzel, küçük ve şirin bir ülke. İnsan bir süre sonra yaşadığı yere benziyor. Çünkü bir noktada buna mecbur bırakılıyorsunuz. Kendi ülkenize döndüğünüz takdirde, ayrılırken bıraktığınız hiçbir şeyi bulamayacağınızı da biliyorsunuz. Kendinizi Araf’ta kalmış hissediyorsunuz. Çünkü her şey çok hızlı değişiyor. İçinden geldiğiniz zamanı ve birlikte hareket ettiğiniz arkadaşlarınızı özleseniz de o günlere bir daha dönemeyeceğinizin de farkındasınızdır artık. Sınıfsız toplum özlemim sürüyor hâlâ… Tarihin tekerinin daima ileriye gideceğine inanlardanım.

K.Y.: Toplumda yazar ve sanatçılara "aydın" sorumluluğu yüklenir. Siz de böyle bir sorumluluk hissediyor musunuz?

N.YK.: Türkiye’de "aydın" denildiğinde iktidarı sorgulayan, sistemin kuyruğuna takılmayan, sisteme muhalif insan ya da halka önderlik eden, halkı kurtaran insan olarak anlaşılmaktadır. Ne yazık ki Türkiye’de kime aydın denilir bu pek anlaşılır değil. Dün aydın dediğimiz birine bugün başka bir sıfat takabiliyoruz. Ya da dün sisteme kafan tutan bir aydının bugün sistemin sözcülüğünü yaptığına tanık olabiliyoruz. Ben kendimi aydın olarak değil de ilerici, demokrat biri olarak ifade edebilirim.

K.Y.: İyi bir eser nasıl ortaya çıkar?

N.YK.: Yaşamı iyi okumakla, birikimle, yazarının iyi bir donanıma ve dili iyi kullanmasına bağlı olduğunu söyleyebilirim. Bir edebiyat eserinin değerini ancak edebiyat eleştirmenleri bilebilir. Onlar toplumu bilgilendirebilirler. Bir eserin her dönemde gerçekliliğini yitirmemesi, okunması ve sürekli baskı yapmasıdır. Bir eser tüm topluma mal olmuşsa, aynı zamanda ülke edebiyatının malı olmuş demektir.

K.Y.: Ürettiğiniz eserlerin toplumun tüm kesimlerince anlaşılmasına mı dikkat ediyorsunuz yoksa özgürce üretmeyi mi önemsiyorsunuz?

N.YK.: Ben öncelikle sokağın dilini yazıyorum. Çünkü yaşam sokaklardadır. Benim kahramanlarım bizden biri… Bir yazar yazdıklarının tüm toplum kesimlerince anlaşılmasını ve okunmasını arzu edebilir. Ama ne yazık ki Türkiye okuma alışkanlığında dünyada 86. sırada yer alıyor.

K.Y.: Ürettiklerinizi yeterince paylaştığınıza inanıyor musunuz?

N.YK.: Ürettiklerimin karşılığını bulamadığını söyleyebilirim. Sosyal medya dışındaki paylaşımlarım son derece kısıtlı… Bir eseriniz bir televizyon kanalında, bir gazetenin pazar ekinde yer almıyorsa ve yayınevi eserinizi öne çıkartmıyorsa sizin de isminiz öne çıkmaz, kitleler tarafından tanınmamış olursunuz. Çünkü kişiler yazdıklarınızdan çok eserin kime ait olduğu noktasında kitap almaya yöneliyor. Kitap değil de isim satıyor…

K.Y.: Sevgili Necmettin, zaman ayırıp sorularıma cevap verdiğin için teşekkür ederim.

N.YK.: Ben de size teşekkür ederim. Çok üretken bir yazar olduğunuzu biliyorum. Buna rağmen zaman ayırıp benimle söyleşi yaptınız.

Öne Çıkanlar