Korkut Boratav'dan 'ekonomik kriz yok' tespiti: Yoksuldan alıp zengine veriyorlar

Korkut Boratav'dan 'ekonomik kriz yok' tespiti: Yoksuldan alıp zengine veriyorlar
Hocaların hocası olarak bilinen iktisatçı Prof. Dr. Korkut Boratav'a göre Türkiye ekonomisi salgın döneminde kriz yaşamadı, büyüdü. Fakat iktidar yoksulun payını zengine verdi.

IMF’nin Türkiye için 2026 yılına kadar yüzde 3,3’lük bir büyüme öngörüsünde bulunduğunu aktaran Korkut Boratav’a göre "devrim" niteliğinde adımlar atılmazsa, AKP gitse de mevcut tablo değişmeyecek.

Kış yaklaştığında Kürtler, "yoksulun yorganı yırtılmaya başladı" der. Elektrik ve doğalgaza, ev kiralarına, temel ihtiyaç malzemelerine, gıdaya, giyime, her şeye fahiş zamlar yapılırken yoksullar çetin bir kışa giriyor.

Üniversite öğrencilerinin okul kapılarında yattığı, üniversite mezunlarının sokaktan çöp topladığı, açlık ve sefaletin kol gezdiği Türkiye’de ciddi bir ekonomik kriz yaşandığını zannediyoruz. Oysa iktisadi tanımlara göre yaşadığımız şey ekonomik kriz değil. Peki ne?

Beden yaşı 86 ama zihnen 20’lerinde olan, kapitalizmin, neo-liberalizmin kasıp kavurduğu toplumları, alt sınıfların vaziyetini ülke ülke takip eden, Türkiye’deki iktisadi ve siyasi gelişmeleri Marksist perspektifle okuyup hem bir biliminsanı hem de devrimci olarak yol gösteren ve SoL Gazete’de yazılarını sürdüren Prof. Dr. Korkut Boratav, Duvar'dan İrfan Aktan'a anlatıyor…

Merkez Bankası’nın dünkü kararına göre politika faizi 100 baz puanlık indirimle yüzde 18’e düşürüldü ve döviz tekrar yükselişe geçti. Öncelikle bu karara dair değerlendirmeniz nedir?

2020’deki kredi genişlemesine dayalı canlı konjonktürü tekrarlamak ve belki de erken seçime gitmek tasarlanıyor. Ama Merkez Bankası’nın harcadığı 128 milyar dolar artık yok. 2020’de on ay idare etmişlerdi. Şimdi döviz krizi daha erken tırmanır, konjonktürü tıkar.

Türkiye ekonomisi şu anda nasıl bir krizin içinde?

Milli gelir istatistiklerinin güvenilirliği meselesine girmek istemiyorum ama korana virüsü salgını boyunca Türkiye ekonomisi en az etkilenen, dolayısıyla en başarılı birkaç ekonomiden biri olarak belirdi. Ama bir yandan bütün sosyal göstergeler dramatik bir biçimde bozuldu. İşsizlik istatistiklerinde genç işsizliği vahim boyutta. Salgın döneminde gaddar politikalar uygulandı. Korona virüsü krizinin hafifletilmesine yönelik bütün yöntemler burjuvazi lehine uygulandı. Dolayısıyla gelir dağılımı, özellikle ücretli emek kesiminin aleyhine bozuldu. TÜİK verilerine göre milli gelirde ücretlilerin payı 2019-2020 arasında 2 puan, 2021’in ilk altı ayında da, önceki yılın ilk altı ayına göre 4 puan düştü. Bu ne biçim gaddar bölüşüm politikasıdır ki, ekonomi büyüyor fakat yoksulluk artıyor!

Türkiye, salgın döneminde büyümüş ama yoksulluk artmışsa, bu para nereye gitti?

IMF istatistikleri gösteriyor ki, salgın döneminde Türkiye’de bütçe, emekçilerden esirgendi. Ücretliler lehine mecburi transferler bütçeden değil, zaten birikmiş olan İşsizlik Sigorta Fonu’ndan karşılandı. Buna mukabil, uluslararası ölçümlere göre kredi artış temposunda Türkiye birinci sırada.

YOKSULDAN ALIP ZENGİNE VERİYORLAR

Peki bu krediler kime gidiyor?

Borçlu sermaye çevrelerini kurtarma operasyonları yapılıyor çünkü. Para müteahhitlere, yeni yatırımların kredi finansmanına gidiyor.

Şirketlerin desteklenmesi için dışarıdan kredi mi alınıyor yani?

Hayır, iç krediler kullanılıyor. Kredi dağılımı doğrudan doğruya gelir dağılımını etkilemez. Çünkü kredi bir borç akımıdır. Fakat kullanılış biçimi varlıkları artırır ve sonunda gelir dağılımına yansır. Genellikle iktidara yakın şirketlere öylesine büyük bir kredi akımı oldu ki, dolaylı etkilerin sonunda burjuvazinin gelir dağılımındaki payı sıçradı. Yoksullardan varlıklılara doğru olağanüstü bir gelir aktarımı söz konusu. Yoksuldan alıp zengine veriyorlar. Dediğim gibi, bunun hesabını milli gelir istatistiklerinden yapamıyoruz, çünkü kredi doğrudan bir gelir değil, sonradan gelire dönüşüyor.

KAPİTALİZMİN MERKEZİ ÜLKELER BİLE EMEKÇİLERE PARA DAĞITIRKEN, AKP HİÇBİR HARCAMA YAPMADI

Kapıda bir seçim var ve toplumun temel gündemini geçim sıkıntısı oluşturuyor. Buna rağmen iktidar neden oy hesabı yaparak bu gelir dengesizliğini popülist politikalarla yoksul kitleler lehine şekillendirme yoluna gitmiyor?

Çünkü ekonomiyi ayakta tutmanın başka bir yöntemini bilmiyor. ABD, İngiltere, AB gibi kapitalizmin ve emperyalizmin merkezleri bile neo-liberalizmin amentüsü olan mali disiplin reçetesini salgın döneminde yırtıp attı. Bunlar bile bütçe açıklarını pompalayarak emekçilere para dağıttı. AKP ise bütçeden hiçbir harcama yapmayıp esasen işçi ücretlerinden ve işverenlerden kestiği paralardan oluşturulan İşsizlik Sigorta Fonu’nu kullandı. Bunu bile çarkları minimumda döndürebilmek için yaptı.

TÜRKİYE GERÇEK ANLAMDA BİR İKTİSADİ KRİZ YAŞAMADI

6 Ağustos tarihinde, SoL’da yayınlanan makalenizde "kriz yok, toplumsal bunalım var" diyordunuz. Kriz yoksa neden toplumsal bunalım var?

Özellikle neo-liberal dönemdeki krizlerin iktisatçılar açısından tanımı şöyle: Eğer milli gelir iki ayrı üç aylık dönemde üst üste daralırsa, bu "ekonomik daralmadır." Eğer bu daralma daha da uzar, yılın üç çeyreğini, yani dokuz ayı aşarsa, iktisadi krizdir. Eğer bu arada bankalara yığılma olur, mevduat karşılanamazsa, finansal krizdir. Eğer finansal kriz bizim gibi çevre ekonomilerinde dış borçların ödenmesine yansıyorsa, bu da dış borç krizidir. Türkiye bu anlamda sadece 2018’in son çeyreğiyle 2019’un ilk altı ayına, yani üç çeyreğe yansıyan bir ekonomik daralma yaşadı ve fakat orada durdu. Dolayısıyla daralma üç çeyreği aşmadığı için krize dönüşmedi. Yani Türkiye gerçek anlamda bir iktisadi krizden geçmedi ama eşiğinden döndü.

Peki neden bu dönem 2001 krizine benzetiliyor?

Toplumsal bunalım açısından benzerlikler kurulabilir. Fakat 2001’de, şimdikinden farklı olarak hem 12 ay daralma, hem ekonomik kriz yaşanmıştı, hem de bankalar batmış ve dış borç krizi olmuştu. Başbakan Ecevit’in biraz emrivakiyle ilan ettiği ve sonradan yasallaştırıldığı üzere bankaların bütün özel dış borçlarını Hazine devralmış, IMF kredisiyle de çarklar döndürülerek krizden geçilmişti. 1994’te de Türkiye, bankacılık kriziyle de birleşen 12-13 aylık bir ekonomik krizden geçti. Gelelim günümüze… Salgından önce Türkiye ekonomik daralmadan geçti ama salgın döneminde küçülmedi. Ocak-Haziran 2019’dan Ocak-Haziran 2021’e kadarki iki yıllık dönemde sabit fiyatlı, hacim endeksli milli gelir yüzde 10,14 arttı.

MİLYONLARCA GENCİ VE KADINI EVDE OTURMAYA MAHKUM EDEN KORKUNÇ, GADDAR BİR SİSTEM BU

Bu ne anlama geliyor?

Yani milli gelir iki yılda, her yıl ortalama yüzde 5 civarında büyümüş. Fakat büyüme alt sınıflara yansımak şöyle dursun, günlük gözlemlere ve istatistiklere de yansıdığı üzere çok ağır bir yoksullaşma ve işsizlik yaşanıyor. Bu nasıl oluyor yahu! Bu ancak salgına rağmen büyüyen bir milli gelirin emekçilerden, yoksullardan alınıp başka kaynaklara aktarılmasıyla mümkün olabilir.

Yani ülkede herkesi doyuracak ekmek var ama çoğunluğun ekmeğini belli bir azınlık yiyor…

Tabii, vaziyet bu. Rakamlarla konuşalım. DİSK-AR’ın Temmuz 2021 tarihli İstihdam ve İşsizlik Raporu’ndan aktarayım. "Geçen iki hafta iş aradın mı" sorusuna verilen cevaba göre dar tanımlı işsiz sayısı 4,4 milyon; oran yüzde 13,2. Geniş tanımlı işsiz sayısı 9,7 milyon; oran yüzde 27,2. 15-34 yaş grubu genç işsizlik oranı yüzde 34,7. Bir de 15-24 yaş grubu var. "Okuyor musun, çalışıyor musun" diye sorulan ama ne okuyan ne de çalışan bir grup bu. Onlardaki işsizlik oranı da söz konusu yaş grubu içinde yüzde 42,4… Yahu bu ne biçim bir tablo! Milyonlarca gencecik çocuğu ve özellikle kadınları evde oturmaya mahkûm eden korkunç, gaddar bir sistem bu.

Aslında işsizlik rakamları da sefaletin gerçek boyutunu anlatmıyor. Asgari ücretle çalıştığı için "işsizlik" kategorisine sokulmayan ama açlık sınırının altında, sefalet koşullarında yaşayan milyonlar da var…

Bu sefaletin bir yanı gelir dağılımı istatistiklerine yansıyor aslında. Onun da istatistiklerini tekrar aktarayım. Ücretlerin milli gelirdeki payı 2019’da 31,4 iken 2020’de 29,4. Yani iki puan düşmüş. 2021’in ilk altı ayıyla 2020’nin ilk altı ayını kıyasladığımızda, 4 puan daha düştüğünü görüyoruz. Ücret enflasyona ayak uyduramıyor. Dünya Bankası’nın alan araştırmasına, belirlediği yoksulluk ölçütüne dayanan Nisan 2021 tarihli Türkiye raporuna göre, 2019-2020 arasında yoksulluk yüzde 10,2’den yüzde 12,2’ye çıktı. Peki bu yoksulluk kimde yoğunlaştı? İşsizler dâhil işçi sınıfında, kadın ve gençlerde, 15-24 yaş arasında, kayıt dışı ve niteliksiz emekçilerde. Sokakta karşılaştığımız sefalet örneklerinin hepsi burada.

Ücretlerin milli gelirdeki payı nasıl hesaplanıyor?

Üst düzey yöneticiler, çift veya daha fazla maaş alanlar da buna dahil edildiği için oran yüzde 30 bandında. Fakat yoksulluk ölçümüne bakıldığında kaybolan, ezilen ücret kategorilerinin alt tabakalarda yoğunlaştığı görülüyor. Ücretli olup üst tabakada yer alan bir kesim de var sonuçta. Hatta büyük ihtimalle Koç, Sabancı gibi dev şirketlerin yönetim kurulu üyeleri de "ücret" adı altında ödeme alıyorlar.

HAVUZ DOLUYOR AMA SADECE BİR KÖŞEDE BİRİKİYOR

Baştaki soruyu tekrar deşelim: Türkiye ekonomisi büyüdüyse, para kime gitti?

Temel ipucunu gelir akımlarında değil, finansal sistemde görüyoruz. Türkiye G-20 ülkeleri içinde, salgın döneminde, piyasaya aktardığı likidite bakımından en aktif ekonomilerden biri. Gelişmekte olan ülkeler içinde Türkiye, şirketleri besleme konusunda rekortmen! Yoksullara, istihdam teşvikine ve sağlık dâhil reel ekonomiye yaptığı katkıların toplamında ise Türkiye uluslararası istatistiklerin en alt sıralarında; yüzde 1,9! ABD milli gelirin yüzde 10-15’ini aşan büyük bütçe açıklarını göze alıyor, Türkiye hariç diğer ülkeler de ona ayak uydurmaya çalışıyor.

Bu ne anlama geliyor?

Türkiye’de hükümet, finansal sistemi burjuvazinin seçkin ve yârenler kesimine odaklamış durumda. İktidar finansal sermayeye öylesine büyük bir aktarım yapıyor ki, özellikle gençlerde yoğunlaşan korkunç bir yoksullaşma yaşanıyor. Türkiye’nin yüzde 5 büyüdüğü bir dönemde, nasıl oluyor da milli gelirin ücretlere ayrılan payı yüzde 3-4 oranında daralıyor? Bu ancak ücretli katmanların olağandışı yoksullaşması biçiminde olabilir. İçine yüzde 5 su giren bir havuz düşünün. Su sadece havuzun bir köşesinde birikiyor, diğer bölümüne hiç gitmediği gibi, oradan dolu yöne önemli ölçüde su sızıyor. Yani havuz büyürken, ücretlilere ayrılan pay mutlak olarak azalıyor.

BU NEO-LİBERALİZMİ AŞAN, BASBAYAĞI BİR GADDARLIK DÜZENİ

Bu neo-liberalizmi de aşan bir şey değil mi?

Tabii, bu neo-liberalizmi aşan, basbayağı bir gaddarlık düzeni. Korona salgını patlak verdiğinde, neo-liberalizmin merkezi IMF ve Dünya Bankası bile birdenbire doktrin değiştirdi. "Bu olağandışı bir krizdir, dolayısıyla bütçelerdeki disiplin ilkesi uygulanmayacaktır" noktasına geldiler.

Yani bir nevi sosyal devlet ilkesine başvuruldu, öyle mi?

Evet, oraya döndüler. Oysa Batı ekonomilerinin 2008-2009 krizinde uyum mekanizması, bizim hükümetin şimdi yaptığı gibi finansal sistem üzerinden yapılmıştı. Merkez bankaları olağandışı likidite pompalayarak krizi hafifletme yöntemleri uygulamışlardı ve bütçeye yansıma çok kısıtlıydı. Devlet bütçelerinde kemer sıkma, disiplin sürdürülüyordu. Salgında IMF, esas olarak gelişmiş ülkeler için, çalışan sınıflar lehine doktrin değiştirdi ama bizim gibi çevre ekonomileri bu esnekliğe bir şartla dahil edildi: Mali esnekliğiniz varsa, siz de bütçeden ek kaynak aktarımlarını uygulayabilirsiniz dedi.

Ne demek mali esneklik?

Bu, kamu borçlarının ve kamu açığının milli gelire oranı çok yüksek değilse, muslukları açabilirsin demek.

AKP MUSLUĞU SIKI TUTUYOR Kİ, BURJUVAZİYİ RAHAT ETTİRSİN

Peki AKP muslukları açabilir miydi?

Türkiye bu iki gösterge bakımından da çevre ekonomileri içinde mali disiplini uygulayan ülkelerden biri. AKP’nin neo-liberal ilkeler içinde en sıkı uyduğu kural budur. 2002 yılında IMF’nin programı kabul edildiğinde, hükümet her yıl bütçeden belli bir oranda faiz dışı fazla ödemeyi üstlenmişti. Sonraki yıllarda AKP bu hedefi sonuna kadar uyguladı. Bunu da büyük ölçüde özelleştirmelerle mümkün kıldı. Yani bütçeyi, kamu varlıklarını satarak besledi ki, bütçe açığı minimum düzeyde kalsın. O yüzden Türkiye mali göstergeler bakımından çevre ekonomilerinin en ilerisinde. Kamu borçlarının milli gelire oranı yüzde 50’nin altındadır. Buna mukabil yükselen piyasalarda bu oran Türkiye’nin çok üstündedir. Buna rağmen çevre ekonomileri içinde Türkiye, 2020 yılında yoksullar lehine bütçeyi en az kullanan ülkedir.

Neden?

5’li çete ve benzeri sermaye gruplarına dayanan bir iktidar olduğu için, açlıkla boğuşan halkı bir şekilde idare ederim diye düşünüyor. O yüzden bütçede musluğu sıkı tutmaya devam ediyor ki, burjuvaziyi rahat ettirsin.

DIŞ BORÇ KRİZİ HER AN TETİKTE

Peki bu yapılmasa, burjuvaziyi ne bekliyordu?

Zincirleme iflaslar olurdu. Hatta muhtemelen bir dış borç krizi de gelecekti. Saray iktidarı kredi musluklarını açıyor; borçlu şirketleri kurtarıyor. Şirket iflasları önlenince bankaların da krize sürüklenmesi önleniyor. Bankalar iflas etmediği için vadesi gelen döviz kredilerini uluslararası bankalardan yenilemeye muvaffak oluyorlar. Kritik mesele budur. Türkiye’nin dış borç istatistikleri bozuk ama kamu borç istatistikleri güzel. Dış borç istatistiklerinde yüzde 50’nin üzeri tehlikeli, Türkiye’ninki yüzde 60. Kısa vadeli borç yükümlülükleri de yüksek. Dış borç krizi her an tetikte. Hatta biz sol kanat bu tür bir krizin patlak vereceğini öngörüyoruz. Patlak vermiyor, çünkü şirketlerin ve bankaların batışı kredi pompalanmasıyla önleniyor.

Hangi sektörlerdeki şirketler en kırılgan?

İnşaat ve enerji. 5’li çete ve yârenler buraya odaklanmış. Dolayısıyla havuza giren su, sadece gözetilen sermaye çevrelerine, seçkin burjuvazinin tuttuğu köşeye gidiyor, gariban açıkta kalıyor.

ÇIKAR ORTAKLIKLARI İÇİNDEKİLERİ KURTARMA DERDİNDELER, SONRASI İÇİN ALLAH KERİM DİYORLAR

Ama ağırlaşan yoksulluk da iktidar koltuğunu sallıyor…

Evet ama kendi yarenlerini gözettiği için büyük bir borç krizine sürüklenilirse her şeyin çökeceğini düşünüyorlar. Şu an, sonuçta çıkar ortaklıkları içindekileri, yarenleri kurtarma derdindeler; sonrası için de Allah kerim, diyorlar.

Peki uluslararası finans bu politikaya nasıl bakıyor?

Uluslararası finans "şirketler, bankalar battı mı, batmadı mı, idare ediyorlar mı, ediyorlar"; buna bakıyor. Vadesi gelmiş sendikasyon kredileri yüzde yüz olmasa bile, yüzde 90-95 civarında döndürülebiliyor. Bu ne demek? Borç krizi olmuyor, dış borçlar döndürülüyor.

SENİN DOLARLARA EL KOYMADAN BU POLİTİKA DÜZELMEZ

İktidar yetkililerinin açıklamaları neden döviz krizine neden oluyor?

Hisse senedi veya tahvile para bağlamış olan yatırım fonlarının ülkeden çıkması çok kolay. Türk lirasını satıp dolar alıyor. 2020’de dolar ucuz tutuldu, söz konusu yatırım fonları 10 milyar dolar çıkardı. Bir bölümünü de dışarı çıkarmayıp dolar mevduatında, Türkiye’deki bankalarda tuttular. Sonra damat görevden alınıp kriz patlayınca dolar yükseldi ve bunlar yine geri geldi. Bu süreçte ne kadar para kazandıklarını hesaplamak mümkün. Mesela 1 dolar 7,20 TL iken çıktı diyelim, 1 dolar 8 TL’ye fırlayınca geri döndüler ve 1 dolar başına 80 kuruş kazandılar. Kısa vadeli döviz krizlerine yol açan operasyonlar bunlar. Bunun diğer ayağında ise rantiye Türkler bulunuyor. Biriktirdikleri dövizlere gözlerinin nuru gibi bakıyorlar. Döviz 2020’de ucuzladığı halde, "bu iktidar nasıl olsa yine tırmanışa sebep olacak" diyerek bozdurmadılar. Mevcut ekonomi yönetimine güvenmedikleri, varlıklarını ancak dövizde tutarak koruyacaklarını düşündükleri için TL’ye dönmeye niyetleri yok. Devamlı soruyorlar, "bizim dolarlara el koyacaklar mı"?

Bu soruya yanıtınız ne?

Senin dolarlara el koymadan bu politika düzelmez diyorum (Gülüyor). Sermaye hareketlerini kontrol etmenin ana öğelerinden biri, döviz mevduatını TL’ye çevirmektir.

Ama bu yapıldığı zaman esas yıkım olmayacak mı?

Madde bir: Varlıklarını dövizde tutanlara, "paranı TL’ye çevirdiğim anda, en pahalı kuru kullanırım" dediğin zaman binayı yıkmayı engellersin. Madde iki: "Sana önümüzdeki dönemde minimum enflasyon faizi garanti ediyorum" diyeceksin. O zaman insanlar TL’de kalmayı sineye çekebilirler.

Öne Çıkanlar