Edebiyatın ötekileri

Edebiyatın ötekileri
İşçi sınıfının çağı bitti, proleter devrimler çağı da öyle. Sınıf mı kaldı? AVM’lerdeki tezgâhtarlar, marketlerdeki kasiyer kızlar, çağrı merkezlerinde soluksuz çalışanlar... Onlar sınıf değil.

Sibel ÖZ


“Kentli insanın” ruh hali ve ülkemizin hiç bitmeyen “kentleşme” sorunları, edebiyatımızda bir ana akım yarattı. Öyle ki merkeze kentli insanın bunalımlarını almadan “çağdaş” edebiyata dâhil olmanın da mümkün olmadığı gibi bir kanı var. Bu yanlış bilinç, üretilen metinlerin ezici çoğunluğunun böyle olmasına yol açtığı gibi popüler hale gelmiş bazı kalemler de bu ana yolun taşlarını çoktan döşediler. Su, epey bir zamandır bu ana yoldan akıyor. Kentli insanın bitimsiz bunalım ve sıkıntılarından bu kadar çok dem vurulmasının nedeni belki de kentleşememekle ilgilidir. Doğu-Batı, kent-taşra, laiklik-din gibi ikilemler arasında sıkışıp kalmış coğrafyamızın, kendine özgü farklı sentezler ve melez yapılar ürettiği de ortada. Bir adım ileri, iki adım geri ritmiyle ilerlediğimiz modernleşme yolunda adeta hepimiz kurban, hepimiz yargıç konumundayız.

Hâl böyleyken edebiyatın, üzerine ayak bastığı toprak, bu toprağın potansiyelleri ya da çelişkileri hakkında daha öngörülü olması gerekmez mi? Aksi takdirde edebiyatın ufku da, toplumu bağlayan, kısıtlayan açmazlarla sınırlı kalmaz mı? Edebiyatın, içinde yaşam bulduğu toplumun, çağın gerçeklerini yansıttığı, bu gerçeklerle hesaplaştığı, insana nefes alma, bazen kaçma, iyileşme, evrensel olanla bağ kurma olanağı sunduğu doğrudur. Ancak edebiyat, toplumun açmazlarına mahkûm olarak onun aynası olamaz. Evrensel bir yerden seslenir okura, onun insanlıkla, toplumla ve öncelikle de kendisiyle bağ kurmasını, insanları ve kendisini anlamasını sağlar. Günümüz edebiyatında son yıllarda hâkim olan bunalım edebiyatı, gerçeklerden kaçmanın bir yolu olarak rağbet gördü. Bu nedenle bireyin iç gözü genişlerken topluma dönük gözü körleşti, toplumun yanı sıra “olay” yani hayat da dışarıda bırakıldı. Bireyin iç sesi ve sayıklamalarıyla örülmüş bu tek kişilik dünyalar, aynı şekilde zamansız ve mekânsızdı da.

Çünkü zaman ve mekân da hayata dair… Kentli insanın yalnızlığı etrafında şekillenmiş bu metinlerde yazarın iç sayıklamalarının boğuntusu hissedilirken, kahramanlar da genellikle büyük kentlerde yaşayan, yalnız, kırgın, yer yer küsmüş, bunalımlı bireylerden seçildi. Edebiyat, bireyin iç dünyasına, odasına, masa başına kadar çekildi. Bir zamanlar güzellemesi yapılan bireyi merkeze alan edebiyatın çekileceği başka bir mevzi de kalmadı. Beslendiği damarları hayatla kurduğu bağlarla var eden yazardan, tek başına yaşayan, yazan, iletişimi sosyal medya üzerinden kuran, sorumluluklarından sıyrılmış yazara doğru yol aldık. İnsanla kurduğu ilişkiyi takipçi sayısı ile ifade eden, bireyselliğin açmazlarını ve konforunu metinlerinde baskın bir tema olarak işleyen bu yazar tipolojisi, hayatın içinde olmamayı bir tür elitizm olarak edebiyata taşıdı. Oysa hayat, metinlerde olduğu gibi akmıyordu. Toplumun ötekileri, ezilenleri, yok sayılanları vardı, hatta bazen ötekilerin de ötekileri…

Bu “ötekilerin ötekileri” makul ötekiler arasına girememiş, henüz kabul edilir ya da zararsız konuma gelmemiş olanlardı. Varlıkları iç acıtıcı, kabul edilemez ya da şiddetle rahatsız ediciydi. Bu yüzden gerçek hayatta onları görmemek için kafamızı çevirdik. Peki, bu kesimler edebiyatta görüldüler mi? Yazılanlardan çizilenlerden, basılmış ya da henüz basılmamış eserlerden anlayabildiğimiz kadarıyla bu kesimler edebiyatta da yeterince görülmediler. Kafamızı çevirdiklerimiz, gerçek hayatta yok olmazlar ancak bizim için yokturlar. Yok hükmündekiler, yok sayılanlar, güncel edebiyatta da çoğunlukla yokturlar. Ötekilerin ötekisi olan, yani makul ötekiler içine giremeyen kesimleri öykülerde, romanlarda göremiyoruz. Onları metinlerde, sokakta olduğu gibi bayağı ve aşağı sıfatlarla açıktan açığa yaftalamasak da, bu yok sayma tutumunun kendisi de yeterince kötü. Kimdir bu ötekiler ya da ötekilerin ötekileri? Varlıklarından konuşmak istemediğimiz, sokakta kafamızı çevirdiğimiz, hikâyelerini dinlemek, okumak ya da yazmak istemediklerimiz… Mülteciler, Kürtler, köylüler, işçiler, kadınlar, LGBT’ler, muhafazakar kesimler… Liste daha da uzatılabilir.

Henüz listeden düşmeseler de kadın hareketi ve LGBT’lerin, uzun soluklu mücadeleleriyle, bir süredir edebiyatta görünür olduğunu belirtmek mümkün. Edebiyatta kadın meselesi ve dilinin öne çıkmasında ve görünür olmasında, özellikle 90’lı yıllarda, egemen erkek dünyasına karşı kadının kimlik edinme ve özgürleşme mücadelesinin belirleyici payı var. Kadınlar ve LGBT’lerin toplumsal kodları bilinçlice sorgulaması ve hak talep etmesi süreci, beraberinde edebiyatta da egemen eril dilin sorgulanmasını ve bu konudaki itirazları getirdi. Düzyazıda ve şiirde kadını potansiyel bir nesne durumuna indirgeyerek ötekileştiren, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini metinlerde besleyen, onaylayan, hatta yeniden üretilmesine hizmet eden, kadını genellikle tali ya da yardımcı karakterlerde eş, anne, sevgili olarak işleyen, ana rollere ancak ‘kötü kadın’ ya da ‘düşmüş kadın’ olarak çıkaran eril dil, kadının kendini ifade etmeye başlamasıyla deşifre oldu. Şimdilerde bu deşifrasyon sürecinin hızla yeni bakış açıları ve güçlü bir dille, kendine ait bir yazın birikimine dönüşmesi gerekiyor. Peki ya mülteciler? Yüksek edebiyat katında onlara dair hikâyeler dinlemek, onlardan birinin kahramanı olduğu kitaplar okumak mümkün değil, hikâyelerin arka fonunda bile yoklar. Mültecilik, edebiyat açısından makbul bir konu değil. Gelmeselerdi, istemiyoruz ama kısık sesle. Peki köylüler? Köy edebiyatı dönemi geçtiğine göre, artık onları da yazamayız. Demode bir konu, çağrışımı da “çağdaş” değil. Olsa olsa Ege köyleri ya da daha aşağıda Bodrum’un köyleri… Doğu’ya doğru gidersek, oralar yasak bölge. Konu gelip Kürt meselesine dayanıyor, uzak durmak lazım. Bir iki kahramanın adını Kürtçe koyduysak yeterli. Bir göz kırpımı mesafesi. İşçiler… İşçi sınıfının çağı bitti, proleter devrimler çağı da öyle.

Sınıf mı kaldı? AVM’lerdeki tezgâhtarlar, marketlerdeki kasiyer kızlar, çağrı merkezlerinde soluksuz çalışanlar, motokuryeler, inşaat işçileri… Onlar sınıf değil. Madenciler? Onlar, yeraltında. Sınıf güzellemesi mi yapacağız? Yeterince yazıldılar (mı). Çarşaflı bir kadın, İmam hatipli bir genç kız. Olmaz, onların hiçbirinin adı yok, “başörtülü” kadın onlar, hikâyeleri ne olacak? Maazallah yanlış anlaşılır seküler mahallede. Onlar bizi yazıyor mu? Yazmıyor. Karşılıklı yokuz. O zaman ne var? Kentli bireyin yalnızlığı! Edebiyat ‘insan’ içindir. Bu çok iyi bildiğimiz cümle üzerinde tekrar tekrar düşünmek gerekiyor belki de. Çünkü görülüyor ki, kimileri için edebiyat, yalnızca kendileri için var. Edebiyat, hayattan azade ve yazar da “tutunamayan” olamaz. Tutunamayan olmak, yazar, şair ya da entelektüel olmanın başat şartı olarak öne sürülemez. İnsanlar her sabah evinden ‘tutunmak’, ayakta kalmak üzere çıkarken, halk tutunmak için varlık yokluk savaşı verirken, yazarın orta sınıf tutunamayan güzellemesi yapması kendinden menkul ve toplumda karşılığı olmayan bir pozisyondur. O zaman okursuzluk, bu durumun doğal sonucu değil mi? Evet, yazan büyük ölçüde kendisi için de yazıyor, ancak edebiyatın hedefinde insan var, daha çok insan, her anlamda.

Öne Çıkanlar