Gülnaz’ın Sesi
Adalet ÇAVDAR
“Kadınlar sadece aşk ister. Miş... Öyle diyordu teyze kızı. Güleser çılgınca bir aşk yaşamak istiyordu mesela. Ben istemiyordum. Dolmuşta otobüste bana yer vermek isteyen erkeklerden bile korkarken... Bir erkek seni görecek, seni kendine yakın bulacak, sana yakın duracak, seni isteyecek, ruhunla ruhunu giydirecek, dilinin ucunu diline, kalbinin ucunu kalbine... Ah. Kaçmamız gerek diye bağırmak istiyordum kadınları. Aşkın biricik öznesi olup gururlanmadan, saçlarımızı tel tel kabartmadan, ince bellerimize sadakat kemerini takmadan buralardan ve bütün bunlardan kaçınmamız gerek. Bütün kadın katilleri ‘Sevdiğim için öldürdüm,’ diyor. Öyle duygusal bir ülke ki burası, hukukumuz da aynı hislerle aşka öncelik verip bu sevdalı kocalara, erkek arkadaşlara, bu mecnunlara kol kanat geriyor. Bu sevgililer aldatıldıklarını düşünüyorlar. Erkekliklerinden şüphe ediyorlar. Bu eski kocalar boşandıkları karılarını dedektif gibi anbean takip ediyorlar. Bir manava girilip domates mi alındı, kurşun yağdır; kuaföre kadar yürünüp saç mı kestirildi, on yerinden bıçakla. Kuşkulandıkları her şeyin gözlerinin önünde gerçekleşmesinden acıyla karışık bir mutluluk duyarak işliyorlar fiillerini. Bildilerdi, hep biliyorlardı zaten. Rüyaları bile gerçek oluyordu. Sonra pişmanım, diyerek ağlıyorlar. Timsah gözyaşları bile daha içtenliklidir. Ancak yapması gerekeni yapmış özgü ve aşığı bir asker kadar da gururlular.”
Sayfa 63
Bazen bir kitabı elime alır almaz hem hızla okumak hem de ondan kaçmak isterim. Bazen bu daha fazla insanı haberdar etmek için hakkında bir çift kelam etmek istediğim kitaplarla da olur. Bir yanım kaçarak uzaklaşmak ister, bir yanım gittiği her yerden kitaba ve hikayeye koşmak.
Bugün sizlere bahsedeceğim kitap, sadece 200 sayfa olmasına rağmen, bir aydır elimde sürüklenip duruyor. Benimle birlikte birkaç şehir gezdi. Yanlış anlaşılmasın, kusur kitapta değil, içinde yaşadığımız dünyada, hapsolduğumuz zamanda, elbette biraz da parçası olduğumuz iklimde.
Bahsettiğim kitap Sibel K. Türker’in yeni romanı "Cennette Gibiyim". İthaki Yayınları tarafından ekim ayında yayınlandı. Türker, 1968 Ankara doğumlu. Hukuk fakültesi mezunu. Şiir yazarak başladığı edebi hayatına, öykü ve romanla devam etti, ediyor. Kitapları hem okurlar tarafından beğenildi, hem de ona pek çok ödül getirdi.
"Cennette Gibiyim", “kadın cinayetlerinin kurbanlarına, kız kardeşlere ve teyze kızlarına” ithaf edilmiş bir kadın cinayeti romanı. “Keşke çocukken ölseydim,” cümlesiyle başlıyor. Edebiyatta çarpıcı ilk cümleler arasında yerini alması gereken, çoğumuza hiç yabancı olmayan bir söz.
Bir kenar mahalleden anlatıyor yazar. Kenar mahalleleri bilirsiniz, kadının kadına yurt değil el olduğu, akrabaların akreplik mesleğine yakın durduğu yerlerdir.
Ataerkil müzakere evin her yerini bir can pazarına dönüştürmüştür. Hava gıybet, tertip ve ayıplama kokar. Okumak, eğitimini sürdürmek isteyen kızlar hep kötü yola düşme eğiliminde oldukları bahanesiyle suçlanır. Çünkü okumak aklı karıştırır; karışan akıl sorgular, sorgulayan akıl hesap sorar. Ataerki sevmez böyle işleri. Ben de böyle bir mahallede büyüdüm. Gözümün önüne, mahallenin üstünde kurulu olduğu yokuş geliyor; akşamları kadınların yol kenarında içtiği çaylar, komşu evlerden gelen dayak sesleri. Nedense, kimse yardım edin diye bağırmazdı. Zaman içinde o mahallede çok kötü şeyler yaşandı. Neyse konumuz benim mahalle değil.
Kahramanımızın iki adı var: Babasının koyduğu Gülnaz ve annesinin koyduğu Temenni. Biz Gülnaz’ın kafa sesini okuyoruz. Uzun uzun anlatıyor. Okur, “Hadi olaya geç,” diyor; ama aslında olay, Gülnaz’ın ta kendisi, bunu anladıktan sonra tam olmamız gereken yerde olduğumuz hissiyle rahatlıyoruz diyemem. Ama evet yazarın bizden varmamızı istediği yere de bir hayli yaklaşmış oluyoruz. Hayatını satır aralarında küçük küçük anlatıyor Gülnaz; adında "Gül" olan kadınların bahtsız olduklarına inanıyor… Aklının içindeki labirente çekiyor ona kulak vereni, labirent cehenneme çıkıyor.
Babası annesini öldürmüş, Gülnaz ve erkek kardeşi Ufkun bu cinayete şahit olmuş. Gülnaz, polisi arayıp haber vermiş ve bu yüzden kardeşi Ufkun ona düşman kesilmiş. İki kardeş, iki ayrı akrabanın yanında birbirlerine yabancı büyümüşler. Gülnaz, teyzesinin evinde. Teyzesi, kardeşi için gözyaşı dökmeye bile cesaret edemeyen bir kadın. Teyzenin kocası evdeki boğaz kalabalığından sürekli şikâyet eden bir adam. Gülnaz’ın tek yoldaşı, teyze kızı.
Gülnaz, iş hayatına ansiklopedi satarak atılıyor; ansiklopedileri satarken bir yandan da onları okumaya başlıyor. İlk evinde bu ansiklopediler, Gülnaz’ın koltuğu, sehpası oluyor. Sonra başka başka işlerde çalışıyor. Erkeklerden korkuyor; bütün erkeklerden… Babasının cezaevinden çıkıp bir gün onu öldüreceğinden korkuyor. O kadar çok korkuyor ki, kendinden yaşça büyük biriyle evleniyor, hayatını normalleştirmeye çalışıyor. Sonra kocası da ölüyor ve kayınvalidesiyle aynı evde, öylece kalakalıyor. Babasının gelmesinden kayınvalidesi de korkuyor. Bir kez öldüren, tekrar tekrar öldürebilir sonuçta.
Gülnaz’ın hikâyesi bu toplumda var olmaya çalışan birçok kadın için adeta bir arayüz oluşturuyor. Türker, kadınların maruz kaldığı şiddeti, baskıyı ve çaresizliği, Gülnaz’ın yaşadığı her bir olayla okurun hafızasından çağırıyor. Çünkü Gülnaz’ın başına gelenleri bilmeyenimiz yok henüz ne yazık ki. Romanın adında geçen “Cennet” ifadesinin mutlu bir sona bağlanmasından medet ummayın. Gülnaz, milyonlarca hemşiresi, bacısı gibi bir “erkek cenneti”nde yaşıyor. Mevzu odur. Gülnaz’ın yaşadığı mahalle, ataerkinin derinlerdeki gücü sarsıldıkça hiddetini ve acımasızlığını yüzeye salıverdiği kirli ve opak bir zaman birikintisi gibi.
Hiçbir bakışla ve kalple buluşmak istemeyen bir kadın Gülnaz; önemsenmek dahi istemiyor. Öldürülme korkusu onda yaşama mecali bırakmıyor çünkü. Uzun, karanlık bir kader ve keder kuyusunda yaşıyor, o kuyunun dışında bir hayat olduğuna inanmadığı için çıkmaya ya da sesini birilerine duyurmaya da çalışmıyor. Sonuçta o bir Yusuf değil.
Gülnaz’ın bir diğer özelliği, ölümün yakınına vardığı kadınları birkaç metre öteden tanıması. Kadınlar, istemese de onun kucağında ölüyor; Gülnaz, duyuyor seslerini. Kendi hikayesini saklamaya çalışırken, başkalarının hikâyelerinde korkusuyla baş başa kalıyor yine. Bir anda oluyor her şey. Bu yazıda bile ondan babasının verdiği isimle bahsetmenin suçluluğunu duyuyorum içimde. Ama böyle bırakacağım. Gülnaz’a borçlu olduğumun işareti olsun.
Romanda hikayesi anlatılan pek çok kadınla bir yerlerde tanıştık elbette. Gülnaz’ın hikayesinin etkisinden çıkamadığım için bu yazıda yalnızca onu anlatabildim. O kadınlardan pek çoğu için öfkelendik, dişlerimizi sıkmaktan yorulunca onlar için yapılan yürüyüşlere gittik, unutursak kalbimiz kurusun istedik. Elimizden gelenin bu kadar olması karşısında utanıyoruz. Belki utanmaktan da yorulduğumuzda gücümüzü toplayıp bir şeyler yapmaya başlarız hep birlikte.
Hülasa, Sibel K. Türker, tek kelimeyle harika bir roman yazmış. Gülnaz’ın içsel çatışmalarını ve yaşadığı korkuyu okura doğrudan hissettiren capcanlı ve özgün bir dil geliştirmiş. Gülnaz’ın öldürülme korkusuna ve ataerkinin bayağılına inat edercesine. Korkuyu anlatırken bile gözünü budaktan esirgemeyen sert ama sade bir anlatımla Gülnaz’ın hikayesini zamana adeta kazıyor. Bu yönüyle, Cennette Gibiyim, sadece bir kurgu eser değil, toplumun gerçeklerini ortaya koyan bir başkaldırı olarak da okunabilir.