Japonya’da yaşayan Kürtlerin yaşamı, 'Welatêminê Piçûk' ile beyaz perdede
My Small Land ('Welatêminê Piçûk', ‘Benim Küçük Ülkem’), Japonya’da doğup büyüyen ve Japon-İngiliz anne-babası olan yönetmen Emma Kawawada tarafından çekilen, Japonya’da yaşayan Kürtlerin yaşamını, Tokyo yakınlarında liseye giden ve babası ve 2 kardeşiyle yaşayan 17 yaşındaki Sarya’nın (Lina Arashi) perspektifiyle anlatan bir film.
Mayıs ayı’nda Japonya’da gösterime giren film, Uluslararası Af Örgütü Film Ödülü’nden özel ödül aldı ve Berlin Film Festivali’nden sonra birçok uluslararası festivalde yer almaya hazırlanıyor.
Işıl Bayraktar filme ve yönetmenine dair Bianet'te bir analiz yazısı yayınladı.
Yazı şöyle:
"Lina Arashi, Japonya’da doğup büyüyen ve Almanya, Rusya, İran ve Irak kökenleri olan bir oyuncu ve filmde ailesini canlandıranlar da kendi gerçek ailesi.
17 yaşında Kürt bir kızı canlandırmak için Kürtlerin gündelik yaşamına dahil olmuş, Kürt bir kızla zaman geçirip, filmdeki Türkçe-Kürtçe diyaloglarda zorlanmamak için de her iki dili de biraz öğrenmiş.
Film Japonya’da yaşayan Kürtlerin yaşamını çok boyutlu bir açıdan verirken, yabancılara yönelik ayrımcılığın nasıl şekillendiğine dair de bir anlatıya vurgu yapıyor.
Ve bu anlatı, Sarya’nın yaşamının içinde babasının mülteci başvurusunun reddedilmesiyle ve bu sırada çalışması yasak olduğu için ancak yaşadıkları ekonomik zorluklar nedeniyle çalıştığı inşaat işinde yakalanması ve sığınmacıların götürüldüğü tutuklu merkezine götürülmesiyle birleşiyor ve Japonya’nın sert mülteci politikalarının Kürtlerin yaşamını nasıl zorlaştırdığını ekrana yansıtıyor.
Yaşanılan ayrımcılık; kültürel unsurların kabul edilmemesi/eleştirilmesi, okulda akran zorbalığı şekilleri alarak gösteriliyor. Sarya’nın elindeki kınayı açıklayamaması, babası ve öğretmeniyle yaptığı görüşmede öğretmeninin kardeşinin çok sessiz olduğu ve sınıfta konuşmadığına ilişkin şikayetinde aslında okul arkadaşlarının dışlamalarından kaynaklandığını bildiklerini dile getirmesi bunlara örnek.
Aynı zamanda Sarya, Kürt kimliğini açığa çıkarmakta çekince göstererek Alman olduğunu söylüyor. Bu da Kürt olduğunu söylediğinde karşılaşabileceğini tahmin ettiği ayrımcılık davranışlarını azaltmak için gündelik hayatta başvurduğu stratejilerden biri olarak karşımıza çıkıyor.
Öte yandan film Sarya’nın gözünden yansıtılarak kendilerine (kendisi ve kardeşleri) ait olduğu söylenen kimlik/ve içine doğduğu ülkedeki kimliği arasındaki çatışmayı ve karmaşayı da iyi şekilde yansıtıyor.
Keza Sarya’nın babası kendi algısına göre yaşadığı Kürt kimliğini ve geleneklerini yaşatmak ve kimlik vurgusunu sürekli hatırlatarak çocuklarının da kendilerini Kürt gibi hissetmelerini sağlamak istiyor. Milliyetçi-muhazafakar bir çizgiyi çocuklarına aşılamaya çalışıyor da diyebiliriz.
Küçük çocuklar Türkçe bilmemesine rağmen yemek öncesi dua etmelerini istemesi, Japon yaşamına entegre olmuş ve Kürtlere dair her şeyi babasından ve Japonya’ya göç etmiş diğer Kürtlerden duyan Sarya’nın ise ‘niye her seferinde ellerimi açmak zorundayım’ diyerek babasının koyduğu kurallara isyan etmesi, bu çizgiye yönelik tavrını ortaya koyuyor. Babasının ise ‘sen Kürtsün, neden deyip durma’ diyerek Sarya’ya tokat atması bardağı taşıran son damla oluyor. Sarya aslında duruşu ve arada kalmışlığıyla bugünün Japonya’sındaki Kürt gençlerini temsil ediyor.
Öte yandan filme entegre edilen diğer kültürel kategoride değerlendirebilecek diyalogların da, yönetmenin objektifliğini koruduğunu düşünerek gerçekliği yansıttığını söyleyebiliriz.
Bunlar Sarya’nın Kürt erkeklerinin inşaat işi yaptığı bölgeye gittiğinde onunla konuşmasını istedikleri Kürt bir erkekle yakınlaştırmaya çalışmaları ve ‘o senin müstakbel kocan’ gibi ifadeler kullanmaları. Ve bunu yaparken 16 yaşında gerçekleştirilmiş bir başka evliliğe vurgu yaparak, bu evlilikleri normalleştirmeleri.
Sarya’nın da henüz 17 yaşında olduğu düşünülürse, diasporada erken yaşta Kürt topluluktan biriyle iç evliliklerin desteklendiği bir tablo ortaya koyuluyor. Ayrıca Sarya’nın babasının, Sarya’nın markette birlikte çalıştığı ve yakın ilişki kurduğunu düşündüğü Japon gençle arkadaşlığını yasaklaması da bu anlayışını destekler nitelikte bir kısıtlayıcı davranış olarak karşımıza çıkıyor.
Öte yandan Sarya’nın kendisini en iyi şekilde ifade ettiği, kendisi gibi olabildiği alanlardan biri de bu Japon gençle kurduğu arkadaşlık. Bu anlamda bu arkadaşlık sohbet, sırdaşlık, güven ekseninde ilerleyen ve Sarya’nın kardeşini de dahil ettiği, sanatla da kendilerini ifade ettikleri ortak bir dünyaya işaret ediyor. Başka örneklerle ayrımcılık ve dışlanma pratiklerini tecrübe eden Sarya, bu dostlukla kimlik dayatması olmadan kurulabilecek sevgi ve güven alanını da yine aynı ülkede tecrübe etmiş oluyor.
Mültecilik ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddetSarya babası tutuklu merkezindeyken hem kardeşlerinin bakımı, hem iş yerinde babasının statüsünün değişmesinden dolayı çalışmasının yasak hale gelmesinin ortaya çıkmasıyla yaşadığı ekonomik zorluk, mültecilik statüsünü almaya çalışan genç bir kız olarak verdiği var olma savaşını aktarıyor.
Bunun yanında bir de yabancı bir öğrenci olarak sistemle yaşadığı zorluklar ve bulunduğu dezavantajlı durumu kullanan erkekleri daha da görünür kılan yabancı düşmanı ataerkil sistemle verdiği savaş ve aynı zamanda Kürt topluluğu içinde de verdiği kendisi olarak kalma savaşıyla, toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin mültecilikle birleştiği noktada yaşanılan çoklu dezavantajların hepsini aktarıyor bize.
Bu anlamda Kawawada’nın Japonya’nın mülteci politikalarına ve ayrımcılığa ışık tutan bir çerçeveye, aynı zamanda kimlik mücadelesini hem Kürt kimliğini içselleştiren baba figürü ve yakın erkek çevresi hem de bu kimliği sorgulayan çocuklar ve bir genç kızın bakış açısını da ekleyerek dahil ettiğini söyleyebiliriz.
Şu da var ki filmin başarısı, Japoncayı iyi konuşan ve Japon okul sistemine entegre ikinci kuşak mülteci bir kızın gözünden anlatılarak kurulmuş ancak bunun resmin bir bölümü olduğunu hatırlatmakta yarar var.
Keza kendi araştırmam sırasındaki gözlemlerime göre, Tokyo yakınlarındaki Saitama eyaletinin Warabi ve Kawaguchi ilçelerinde yaşayan Kürt sığınmacılar arasındaki erkekler inşaat, yıkım-söküm, resturant işlerinde çalışarak geçimi sağlarken ve Japonya’nın gündelik hayatına entegre oldukları için iyi düzeyde Japonca konuşabiliyor.
Ancak özellikle Türkiye’den erken yaşlarda evlilik göçü yoluyla Japonya’ya giden kadınlar daha çok ev-aile-çocuk bakımı arasına sıkışarak ve Japonya hayatına sadece Kürt topluluğu ile ilgili kültürel faliyetlerde bulunarak katılıp, çalışma hayatına dahil olamadan ve Japoncalarnı çok ilerletemeden yaşamlarını sürdürüyorlar.
Elbette filmin ele aldığı yönler de en temel vurgulardan ancak kadınların yaşadığı hayatlardaki zorluklar da hem mültecilik ve Japon yaşamına entegrasyon, hem gündelik hayattaki dille ilişkili sıkıntılar ve aynı zamanda taşınan ve diasporada yeniden şekillenen kültürel değerler ve toplumsal cinsiyet rolleri açısından da bu konudaki filmlere, çalışmalara dahil edilmesi gereken yerlerden, kapsayıcı bir bakış açısı sunmak adına.
Bu noktaları da göz önünde bulundurarak, filmin odağında daha çok tutuklu merkezlerinde, Japanya’nın her yerinde görebileceğiniz Japon misafirperverliğinin (omotenashi) yokluğu ve bu merkezlerin hem fiziksel koşullarının (havalandırmanın olmaması, yemeklerin soğukluğu), hem hizmet sağlayıcı personel davranışlarının iyi olmayışı (görüşmeler sırasındaki sert davranışları), hem de Japonya’nın Kürt sığınmacılara verdiği şartlı tahliye (karihomen) statüsü dolayısıyla bir işte çalışma ve kendi bölgeleri dışına çıkma haklarından mahrum olmalarının yer aldığını söyleyebiliriz.
Sadece Göç Bürosu’ndan alınan izne tabi olarak yer değiştirebileceklerini Sarya’nın babasının Japon avukatı da kendilerine hatırlatır filmde.
Japon arkadaşı ile birlikte Osaka’ya üniversiteye gitmek isteyen Sarya’nın, bu statü nedeniyle gidemeyeceği gerçeğini ve okulda arkadaşlarının Tokyo Shibuya’dan bahsederken, bulunduğu yere çok yakın olmasına rağmen sadece şehir adı farklı olduğu için oraya gidemiyor oluşunu da bu statü dolayısıyla yaşanan hak ihlallerine örnekler olarak izliyoruz.
My Small Land, Japonya dışında mülteci programlarını destekleyen Japonya’nın, Japonya içindeki katı mülteci politikalarına Kürtlerin gündelik yaşamları ve Kürt bir kızın yaşadıkları üzerinden bakarak eleştiri getiriyor.
Japonya ülke içindeki sert mülteci politikalarıyla tanınıyor. 2021’de 74 kişiye mülteci statüsü veren Japonya için bu rakam, Japonya’nın ilk mülteci kabul etmeye başladığı yıl olan 1982’den beri ulaştığı en yüksek kişi sayısı. Japonya Göçmen Bürosu’na göre en yüksek mülteci Myanmar’dan kabul edilmiş durumda ve onu Çin, Afganistan, İran, Yemen takip ediyor.
Devam eden Ukrayna-Rusya savaşından kaçan ve Japonya’ya sığınan Ukraynalılara yönelik Japonya ılımlı ve misafirperver bir yaklaşıma sahip ve Ukraynalılara ilişkin koruma yöntemleri ve mülteci statüsü tartışmaları devam ediyor. Savaş sonraları Japonya’nın mülteci kabul etmek konusunda ılımlı olduğu biliniyor.
Ancak uzun vadede Kürt sığınmacılara yönelik politikalarının iyileştirilmesi ve yaşamlarındaki dezavantajların daha görünür olup ortadan kaldırılması için sinema, edebiyat, ve araştırmalarla gündeme gelmesinin sağlanarak, politik düzlemde mücadele kanallarının artırılması gerekiyor. My Small Land bize bunu hatırlatıyor.