Nazlı Eray: Hayallere ayar vermedim
Altay ÖKTEM
Nazlı Eray’ın hayatına, okuduğum kitaplarından aşinaydım. Çünkü kendini sakınmadan metne sızdıran bir yazar. Son kitabı Hayatımın Müsveddesi’ni okur okumaz rüya gişesinden bir bilet alıp önüme çıkan her kapıyı çaldım. Nasılsa birinden biri açılır, ruhunu renkli bir uçan balon gibi elinde tutan Nazlı Eray belirirdi karşımda. Bütün kapılar aynı anda açıldı ve sadece Nazlı Eray değil, Şems türbesinin bekçisi Lokman’dan tutun da Salih Tozan’a, Ali’ye, Mösyö Hristo’ya kadar kim var kim yok döküldüler dışarıya. Kısacası röportaj yapmadık, müşterek belleğin çatısı altında ruhlarımız konuştu, biz dinledik.
Sevgili Nazlı Eray, son kitabın Hayatımın Müsveddesi bir geriye gidiş ama yer yer de geriden ileri sıçrayışlar bütünü. Hayatın müsveddesini “Yufka gibi, lahmacun gibi; bir kısmı parçalanmış, ıslanmış ve kurumuş, silik bir harita gibi… Kenarları azıcık kopmuş, belki bir ucu kemirilmiş ama gene de bir bütün” diye tarif ediyorsun. Yazılış sürecinden önce hatırlayış ve hayal ediş süreciyle başlayalım mı, ne dersin?
Daha önce de otobiyografik kitaplar yazmıştım ama bu kitapla birlikte farklı bir his yaşamaya başladım. Yazdıktan hemen sonra ikinci kitabı yazmaya karar verdim. Seyahatler, farklı kişiler geliyor aklıma, bizi niye yazmadın diyorlar. Geceleri rüyama giriyorlar. Bu, başka tür bir otobiyografi. Değişik şeylerden ufak ufak çimdikler alıp bir araya getirdim. O anın, yani kitabın yazılış anının otobiyografisi bu.
Yazılış anının otobiyografisiyse, sadece hatırlayışın değil, hayal edişin ve anıların bir araya gelip bugüne sızmasının da anlatısı sayılır.
Geride bırakılmış hayat yıpranmıştır. Evler bıraktım ardımda, albümler bıraktım, mektuplar, kurumuş çiçekler, salonlar, manzaralar bıraktım. Yanıp sönen alarmlar bıraktım ama umurumda değil. Bu kitap beni olağanüstü rahatlattı. Demek içimdeki şeyleri dökmem lazımmış. Başka kitaplarda böyle olmaz. Bu bir iç döküş, bir isyan, öfke, belki umutsuzluğun ya da umudun kitabı, bilemiyorum. Hayatımda asi bir genç, bir serseri var. On sekiz on-dokuz yaşlarındayken elinde boş bir bavulla, bir hafta sonra gelirim diyerek İstanbul’dan ayrılan biri. Gittim ve otuz beş yıl sonra döndüm. Çok genç yaşta hayatım makas değiştirdi. Korona zamanı da Bodrum’daki evime geldim, o zamandan beri buradayım. Her şeye yeniden adapte olmak gerekiyor. Yeni insanlara, yeni düzenlere, uyandığın zaman gördüğün yeni gökyüzüne, yeni kuş cıvıltılarına, hava kararırken bir karganın bağırışına adapte olmak, alışmak…
Genç yaşta gittiğin Ankara’dan neden dönmedin? Dönememe halinin kendi içinde bir hikâyesi olmalı.
Ankara benim hangarım oldu. Ankara bana çatır çatır sarıldı ve bırakmadı. Sonra, sanki kocaman kara bir örümcekle anlaştı ve kaderimi yazdı. Ankara’nın taşra olduğunu hiçbir zaman kabul etmedim ama ilk gittiğimde öyleydi. Zamanla alıştım, sevdim o bozkırı. Sakinliği, buz gibi havada ılık ılık ısınmayı, karda donmayı, bir arkadaşının evine aniden, çat kapı gidebilmeyi sevdim. Kolaylıkları olan bir bozkır Ankara. Sonra da Ankaralı yazar oldum. Ankara’yla ilgili bütün ödülleri aldım; Ankara’yı en iyi anlatan yazar diye… Tuhaf şey. İstanbul’a âşık, İzmir için çıldıran, Mardin’e deliren, Bodrum’dayken de Şikago’da olmak isteyen bir insan ama Ankaralı yazar! Mesela İstanbul müthiş bir şehir benim için. Olağanüstü. Yine de ayrıldıktan sonra çok az gittim İstanbul’a. Bu kitapta annemi yazıyorum. Annem taptığım bir kadın, aynı zamanda hayatta en az gördüğüm kişi. Son otuz yıldır sadece kitap fuarları için İstanbul’a gittiğimde görüyorum. Bunlar hep tuhaf şeyler. Ruhumun gariplikleri. Bu açıdan bakınca geçmişim yok gibi. Sanki üç dört yıl önce bir kesik atmışım; ondan öncesi yok!
Hayatımın Müsveddesi’nde ondan öncesi de var ama. Gerçi anılardan çıkıp geldiklerini söyleyemeyiz romandaki kişilerin. Bugün de capcanlılar.
Salih Tozan, Rüya Tiyatrosu’nda oynamaya devam ediyor hâlâ. Oyun aralarında bir koşu Pangaltı’daki Kulüp Meyhanesi’ne gidip birkaç yudum rakı içiyor, koşup yine sahneye çıkıyor. Deli İbrahim’i oynuyor, o esnada İstanbul Senfonisi çalıyor. Zaten kitapta hiç ölen yok. Ali de ölmüyor ben de ölmüyorum. Ben bir cenaze illüzyonu yaşıyorum sadece. Mösyö Hristo geçiyor, insanlar geçiyor bir samanyolu gibi. Sanıyorum cenaze zaten böyle bir şey. Alkışlı, müzikli. Sonra evime dönüyorum. Bahçemde Yma Sumac şarkı söylüyor. Sesi kuşların sesine karışıyor. Onun sesi zaten kuş sesi gibidir. Sumac bir İnka prensesi.
Ali Ruh Çağırma Merkezi’nde çalışıyor ama.
Evet, orada ruh olarak iş bulmuş ama ölmemiş. Romandaki herkes, her şey gerçek. Konya’daki türbe, Şems’in bakıcısı Lokman gerçek. Lokman’ın yedi yüz önce ölmüş olan Şems’le ilişkisi, Şems’in her gece uyuması, Lokman’ın onu her an çağırabileceğini düşünmesi, Amerikan dolarının üstünde resmini görünce kendini güçlü hissetmesi gerçek.
Evet, ortalıkta dolaşan, üstünde Lokman’ın resmi olan yüz dolarlık bir banknot çıkıyor karşımıza sık sık. Bu dolar bir metafor mu?
Hayır, değil. Garibanın birinin düşü o. Hem kim farkında ki paranın üstünde kimin resmi olduğunun? Eline Amerika dolarını alınca üstünde Benjamin Franklin mi var, Lincoln mu yoksa Lokman mı var diye bakar mısın? Lokman türbedeki bekçi. Doların üstünde resmi var diye kendini hem güçlü hem dokunulmaz hissediyor. Bu sayede dünyayı da dolaşıyor.
Tüm bunlar hem hayatının kesitleri hem de bir araya gelip “müşterek bellek”i oluşturuyorlar sanki.
Müşterek bellek daha önceki bazı kitaplarımda da geçer. Ama burada daha yoğun. Pirandello’nun bir sözü var: “Benim hayatımı yaşayan biri var ben onu hiç tanımıyorum.” Benim hayatım da öyle. Bu hayat tekrar bana verilse, her şeyi aynı şekilde yaşamayı göze alır mıyım? Evet alırım. Acılarıyla, ağlamaları, beklemeleriyle, hastalıkları, boş şeyleri, üzüntüleri, sevinçleri, kiraz ağaçları, Ankaraları, İstanbulları, Mardinleri, New Yorkları, Chicagoları ve yazarlık serüveniyle; evet, aynısını yaşamak isterim. Ama nasıl yaşarım onu bilmiyorum. Dışarıdan büyülü, tılsımlı, müthiş bir hayatı olan biri olarak görülüyorum ama kendimi gayet yeknesak, beceriksiz buluyorum. İşte ben, Ali, Salih Tozan, Bunak, Lokman, hepimiz bu müşterek belleğe dahiliz. Belki sen de dahilsin. Bu yüzyılı yaşadığımıza göre, kocaman bir bellek bulutunun içindeyiz hepimiz. Yaşadığımız her şey müşterek. Mesela İstanbul müşterektir. Ama İstanbul’u senin görmenle benim görmem değişiktir. Bir başkasının görmesi de değişiktir. Bu üçünün bileşimi bir saç örgüsü gibi. Onu al, bal gibi süz, al sana müşterek bellek.
Romanda rüyalardan da sıklıkla söz ediliyor. Hatta rüyaların yorumlandığı bir “rüya gişesi” bile var. Hatıra ile rüya arasında bir bağlantı mı var yoksa?
Gece gözlerimizi kapattığımız zaman sen benim rüyamı görüyorsun, ben senin rüyanı. Rüyalar birbirine karışıyor. Köşedeki simitçinin rüyasıyla bahçıvan Ali’nin rüyası da karışıyor. Bu kadar çok hayat, bu kadar çok bellek, bu kadar çok anı, bu kadar çok eğitim üretilemez. Bunlar da müşterek belleğe dahil. Niye eğitiliyoruz mesela? İyi yaşamak için. Peki iyi mi yaşıyoruz? Hayır. Bu bir şanssızlık bizim için, belki bir handikap.
Söz konusu olan bellek, hatta bellek bahçesi olunca zaman ve mekânlar kaygan bir zeminde yer alıyor ister istemez. Yer değiştiriyor, hatta sıçrıyorlar.
Bu bir patinaj ya da ski. Ben onu seviyorum. Ski yapmak, dağdan aşağı uçmak ya da direksiyonu bozuk, freni tutmayan bir arabayı kullanmak… Roman öyle olmalı. Düpedüz, kusursuz, hep kontrol altında olmamalı.
Kurguyu disipline etmeye çalıştıkça metin kuru, sıkıcı bir hale geliyor.
Ben onu yapamıyorum.
İyi ki yapamıyorsun. Roman uçuşuyor ama ayakları sürekli yere basıyor.
Çünkü romandaki herkes gerçek. Duygular gerçek, duygu yoğunlukları gerçek. Yazarken hiç ayar vermedim. Hayallere falan da ayar vermedim. Geldiği gibi yazdım. Uçuşan bir roman.
Bu da karnavalesk bir özellik katıyor romana.
Çok güzel bir saptama. Cenaze tam bir karnaval. Adamın biriyle İzmir’e gitmek ama İzmir’e bir türlü girememek mesela. Direksiyonuna hakim olamadığın bir arabayla yokuş aşağı, son hız gidiyorsun ve hayat iki yanından geçiyor. İşte karnaval.
Huzursuz etmiyor mu peki arabanın kontrolünü sağlayamadan yokuş aşağı gitmek?
Belli olmaz, araba kendiliğinden durabilir de. Hayatta benim için önemli olan iki şey vardır: İç huzuru ve özgürlük. Ama hiçbir zaman kendini huzurlu hissetmeyen, özgür hissetmeyen biriyim. Huy işte.
Şu kapalı kutuyu da konuşalım istiyorum: “Hayatta hep kapalı bir kutu vardır. Açamadığımız, bir türlü içini göremediğimiz bir kapalı kutu.” Bunak, “karanlık oda” diye tanımlıyor bu kutuyu. Kapalı kutularımız, karanlık odalarımız nerede saklı? Hiçbir zaman öğrenemeyecek miyiz içlerinde ne olduğunu?
Hepimizin hayatında bir değil, birden fazla kapalı kutu var. Bunak buna “karanlık oda” diyor.
Bunak da aslında bunak değil, alıngan. O kutular hiç açılmayabilir, tesadüfen açılabilir, kazayla açılabilir… İşte o korkunç! Kalbimizde kapalı, zarfı açılmamış, okunmamış bir mektup vardır muhakkak. Benim de var. Bu kitapta o mektup açılmadı. Bu benim hayata mektubum aslında; ama kapalı bir mektup.
Bir de şu dolabın içini soracağım. O bölüm fazlasıyla ilgimi çekti: “Dolabın içindeyiz belki, dolmalık fıstığın yanında, erimiş bir rujun kenarında ve sabunda varız biz.” Kavramlar genişliyor burada. Müşterek belleğe nesneler de dahil oluyor.
Sen ve Ben - Biz Varız. Romanın en beğenilen bölümlerinden biri. Sabun, bir ihtiyarın horultusu, bir çapkının üst üste içtiği sigaranın uzamış külü, hepsinde varız biz. Canlı cansız, tatlı tasız, yenecek yenmeyecek, sesli sesiz hepsinde... Orası Romanın kalbi. Kız bölümünü beğendin mi peki?
Çok güzeldi ama kitap bütünlüğünün biraz dışında, kendi kendine var olan bir hikâye gibiydi.
Ben öyle bir kızı hatırlıyorum. Onun duygularını hatırlıyorum. Ama kimdi o kız, hangi şehirde karşılaştım, o gezdiğimiz bahçeler neredeydi, hatırlamıyorum. Sadece kadınsı hikâyeler kalmış aklımda. Onu da koymak istedim. Peki sen ne hissettin okurken? Sende ne uyandırdı bu kitap?
İçinde sürükleniyorsun. Ne çıkabiliyorsun o duygudan ne de çıkmak istiyorsun.
Bu çok güzel bir tanımlama. Üç pik var kitapta: İstanbul Senfonisi, Cenaze Alayı ve annemin geldiği bölüm. İnsanlar o üç bölümde çok duygulanıp katıla katıla ağlıyor, diğer bölümlerde gülüyorlarmış. Sen üzüldün mü hiç ya da sevindin mi?
Sevinç tam anlamıyla sevinç değildi, üzüntü de üzüntü değil. Hepsi bir arada, bambaşka, tuhaf bir duygu oluşturdu bende.
Beklemiş şekerleme gibi bir şey mi?
Kesinlikle öyle.