78 kuşağı Türkiye'yi kurtaramadı ammaaaa!..

Biçok arkadaşımızın hâlâ geçmişe dönük, anılara dayalı yaşamasının nedeni de bu zaten, mağlubiyetten kaçıp, neler yaşadığımızı, yaptığımızı anlatıp avutuyoruz kendimizi.

Başta canım eşim Hilal olmak üzere insanlar 78 Kuşağı'na çok kızgınlar. Sanırım devrim yapacağımıza o kadar inanmıştık ki, darbeyi başımıza yiyip de ciddi bir şekilde mağlup olunca, neden yapamadığımız sorgulayamadık, sorgulamadık, sorgulamaktan belki de utandık. Birçoğunuz mağlup olmak sözüne karşı gelebilir, çabamız devam ediyor ve edecek, haklı da olabilirler ama biz gerçekten mağlup olduk, teslim olduk. Biçok arkadaşımızın hâlâ geçmişe dönük, anılara dayalı yaşamasının nedeni de bu zaten, mağlubiyetten kaçıp, neler yaşadığımızı, yaptığımızı anlatıp avutuyoruz kendimizi.

Esasında bugün anıları yazmaya, daha doğrusu burada yayınlamaya son verecektim, geçen gün beni izleyen bir arkadaş "Sen niye bize hayatını anlatıp duruyorsun köşende, çok mu merak ediyoruz sanıyorsun, üstelik hiçbir öngörün doğru çıkmıyor" diye yazmış. Kendisine "Okumazsın olur biter" diye yanıt verdim, o da "Olur" dedi.

Esasında anıları bu şekilde yazmak işime gelmiyor, çünkü haftada bir yazınca ağır gidiyor ama anıları böyle yazmak işime de geliyor, çünkü daha fazla insanla, gerçekle burun buruna gelmeyi geciktiriyorum. Anılarımı yazacağım insanların bir kısmının yaşamını yitirmiş olması ciddi bir sorun ve babam söylediğinde kaytarıyor sanmam boşunaymış, haklıymış. Virginia Woolf'un Fitzgerald'a yazdığı bir mektup var, orada "I am not in mood today, I don't want to write anything – Havamda değilim, bişey yazmak istemiyorum" diye yazmış. Bir yada 2 gün sonra yazdığı mektupta da "I am in mood but I don't want to do anything – Havamdayım ama bişey yapmak istemiyorum" diyor.

İşte benim anıları yazma modumla, bizim kuşağın psikolojisi aynı esasında. Kimileyin Celal Başlangıç'la oturup anılara gidiyoruz, benim de belki öyledir, o kadar değişiyor ki bakışları, gözündeki gülümseme, başaramamak ama o an bişeyler yapmış olmak, yaşamımızı hiçe saymamız ve hâlâ bişeyler yapıyor olmamız.

İşte o arkadaş sadece benim değil, benim kuşağımın birçoğunun anılarını dinlese keşke. Faşizmin 12 Eylül'de bok yedirdiği haberini ilk yazan insanın sadece ismini değil, anılarla nasıl biri olduğunu da çözse. Haber yapmakla, hapse girip işkence altında kalmak arasında aylarca nasıl gidip geldiğimizi bir bilse yada öğrenmek istese. Abdi İpekçi öldürüldüğünde ilk suçlanan TİKKO olmuştu. Ben TİKKO'nun bu olayı reddetme bildirisini Günaydın gazetesinin birinci sayfasına koydurttuğumda mutluluktan uçarak 2-3 saat yürümüştüm, çok basit gibi gözüken bu haber katili arama yolunu değiştirmişti ve payım vardı, o yüzden beni de duygularımla tanımak zorundasınız.

Bana yazan arkadaş da benim gibi 78 Kuşağı'ndan, belki onun da saatlerce anlatacakları vardır. Hilal yada bize kızanlar o yüzden haklı, yenilgi gerçeğiyle yüzleşmemek için her şeyi biliyormuş gibi yapıp, kendimizden ve sorulardan kaçtığımız çok olur. Çoğumuzun psikolojik tedaviyi kabul etmemesi de belki bu yüzdendir, bunca ölümü, işkenceyi görmüş insanları tedavi etmenin kolay olduğunu sanmıyorum zaten.

Önceki gün miting alanında açlık grevinden dolayı çok kötü durumda olan arkadaşım Yüksel'in kızı konuştu. Almanca konuşuyordu Dilan ve ben tek satır anlamadan ağlıyordum, o ise dimdik konuşuyordu ve sonradan öğrendim, "Ben sizin yoldaşınız Yüksel'in kızı Dilan olarak konuşmuyorum burada, ben sizin kardeşinizim, arkadaşınızım, yoldaşınızım ve ölümlere karşıyım" dediğini.

Ve ben anılarımı yazmaya devam edeceğim, sen de okumaya devam edeceksin, okudukça Dilan'ın hangi şartta ne dediğini ve nasıl konuştuğunu anlayacaksın. Yada Aziz Nesin'in Aydınlar Dilekçesi'ni hangi şartlarda yaşama geçirdiğini ve bu yüzden felç geçirdiğini okuyacaksın. Celal Başlangıç'ın bok yedirme işkencesini yazmak için hangi yollardan, nereye, nasıl gittiğini bileceksin.

İşte belki o zaman kimi aydınların neden eskiden sarayda olduğunu, sonra Mustafa Kemal sofralarında, şimdi de Erdoğan'ın sofralarında şarlatanlık yaptıklarını anlarız hep beraber. İşte o zaman İzmir'de bir tıp fakültesinde neden dekanın yada rektörün, her ne ise, sebze satmaya başladığını daha iyi anlarız. Teşekkürler, tam tefrika gibi yazmaya ara verip sadece kitaplaştıracaktım, sayende vazcaydım.   

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ahmet Nesin Arşivi