Adaletin terazisiyle tartmak yahut siyasetin kılıcı olmak..
Hukukçular, siyasetin taraflılığına teslim olmak yerine, adaletin terazisini özenle yüksekte tutmaya gayret etseydi, yaşadığımız olumsuzlukların çoğunu yaşamazdık.
Türkiye, son on yılda sürekli yargı ile ilgili sorunları konuşmak, tartışmak zorunda kaldı. 2008/9 döneminde başlayan 'Ergenekon' soruşturmaları, az zamanda ana mecrasından saptı; arkasına iktidarın gücünü ve desteğini almış görünen bir kısım yargı mensuplarıyla bazı vesayet odak ve alışkanlıkları arasında adete bir hesaplaşmaya döndü.
Ardından başlayan 'Balyoz' soruşturmaları, kanıtları, soruşturma yöntemleri ve toptancı hükümleriyle daha da büyük boyutlarda yeni tartışmaların oluşmasına yol açtı.
Kısa bir süre sonra şartlar değişti, kartlar karıştı; toptancı usullerle verilen mahkumiyet kararları yine toptancı usullerle kaldırıldı. İlk kararları veren ve bir dönem siyasi iktidar tarafından arkalanan yargı mensupları, bu kez -sadece yargıladıkları tarafından değil, kılıcını salladıkları tarafından da- suçlu ilan edildiler. Verdikleri kararlar yüzünden halen bir kısmı mahpusta, bir kısmı firarda..
Yakın tarihimizde yargının, vak'aları adaletin terazisinde özenle tartmak yerine iktidarın kılıcını sallamak konusunda gösterdiği gayretkeşlik, hala güncelliğini koruyan bu soruşturmalardan ibaret değil. Osmanlı'ya, mütareke döneminin İngiliz işbirlikçisi Nemrut Mustafa (Paşa) Mahkemelerine kadar gitmeye gerek yok. Cumhuriyetin ilk yıllarından geride kalan en büyük tartışma ve vebal İstiklal Mahkemeleri. Kararları hukuki olmaktan çok siyasi, hatta denilebilir ki tamamen siyasidir.
Sonraki dönemde tek parti CHP'si ve DP iktidarlarında da durumun çok farklı olduğu söylenemez. İktidarlar, hiçbir zaman elini tümüyle yargının içinden çekmek istemediler ve Türkiye bu siyasi müdahalelerin hep sancılarını yaşadı.
Bu sancıların büyük acılara dönüştüğü bir talihsiz dönem de, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra, geçmiş iktidarın mensuplarını yargılayan Yassıada Mahkemeleridir. Mahkeme Başkanı'nın, birkaç ay önceye kadar iktidarın milletvekili ve bakanları olan kişilerin yüzüne karşı sarfettiği "sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor!" cümlesi, yargının adaletin terazisi olmaktan çıkıp, siyasetin kılıcı haline geldiğini gösteren utanç verici bir itiraf olarak hala hatıralardadır.
1961 Anayasası'nın bütün bu yaşananlardan dersler çıkararak anayasal kural ve kurum haline getirmeye çalıştığı "yargı bağımsızlığı", "yargıç teminatı" gibi düzenlemelere karşın, yargı erkini ellerinde tutanlar, olağanüstü dönemlerde siyasi müdahalelere karşı yine yeterince dirençli olamadılar.
12 Mart 1971 Muhtırası sonrasının yargılamaları, Yassıada Mahkemelerinin bir tür rövanşı haline dönüştürüldü. 27 Mayıs Mahkemelerinin haksız idam kararlarının öcü, 12 Mart Mahkemelerinde yine haksız idam kararlarıyla alınmaya çalışıldı. Siyasi erke hizmette kusur etmemeye çalışan yargı mensupları, verdikleri adaletsiz kararlarla adalete karşı büyük kusur işlediler; toplumda derin ve onulmaz yaralar açılmasına neden oldular.
1980 Sonrasında Sıkıyönetim Mahkemelerinin acımasızca verdiği idam cezaları konusunda 12 Eylül'ün 'darbedarı' Evren'in, 'bir sağdan bir soldan astık" sözleri, 28 Şubat'ta yargı mensuplarına Genelkurmay'da verilen brifingler, yargı erkinin siyasetin emrinde nasıl bir infaz mekanizmasına dönüştüğünün iç karartan ve yüz kızartan örnekleri olarak hafızalarda tazeliğini koruyor.
Ergenekon ve Balyoz Davaları sırasında, yargı erkini kullananların da, siyasi gücü kullananların da bir kısmı bu talihsiz örneklerden ibret almadıklarını gösteren davranışlar sergilediler. Onların tutumu toplumsal barışın derin yaralar almasına, kutuplaşmalara, yargı üzerinden büyük tartışmalar açılmasına yol açtı.
Uyuşmazlıkları, anlaşmazlıkları adaletin terazisinde tartarak, verdiği kararlarla uzlaşma sağlaması gereken yargı, tam tersine kullandığı yöntem ve uyguladığı toptancı tavırlarla yeni tartışmalara neden oldu. Bugün hala karşı karşıya kaldığımız sorunlara, bu tartışmaların gölgesi düşüyor, olaylara nesnel bakmayı engelleyen taraflılıkları aşmakta zorlanıyoruz.
"Adalet mülkün (toplumun/devletin) temelidir" sözü, boşuna söylenmemiş. Bin yılların içinden süzülüp gelen bir toplum ve devlet deneyimini özetliyor. Bu sözün üzerinde herkesin, iktidarı ve muhalefeti ile tüm siyasetin, en başta da hukukçuların, hukuk uygulayıcılarının, yargı erkini elinde tutanların durması, düşünmesi gerekir.
Siyaset, doğası gereği taraftır, taraflıdır. Bu taraflı çatışma ve çekişmeler içinde hakkı, haklıyı koruyacak, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, suçluyu suçsuzdan ayıracak olan yargıdır. Yargı, bu gücü kullanırken adaletin terazisi olmak yerine, siyasetin kılıcı olma yoluna saparsa, sadece adalete zarar vermekle kalmaz, toplumda yaralar açarak, mağduriyetler ve hasımlıklar yaratarak siyasete de büyük zararlar verir.
Yukarıdan buyana olumsuz örneklerini sıraladığımız uygulamaların vebali ve sorumluluğu, sadece o kararları verenlerin boynunda asılı kalmadı, aynı vebal ve sorumluluk dönemin siyasi erkinin siciline de aynen yansıdı.
O nedenle, yargı erkini kullananlar, yaptıkları görevin önemini, neredeyse kutsal bir anlam taşıdığını unutmamalıdır. Bugüne kadar yaşadıklarımızda bu unutkanlığın ve ihmalin payı büyüktür. Adalete, hakkaniyete uygun karardan kimse zarar görmez. 'Şeriatın kestiği parmak acımaz' sözü, hukuka, adalete uygun karara kimsenin itiraz etmeyeceğini, adil bir karardan kimsenin şikayetçi olamayacağını anlatır.
Geldiğimiz yerde, iktidarı muhalefetiyle, siyasetin sorumluluğu elbette azımsanamaz. Ama hukukçular, siyasetin taraflılığına teslim olmak yerine, adaletin terazisini özenle yüksekte tutmaya gayret etseydi, yaşadıklarımızın çoğunu yaşamazdık.
O nedenle, hukukçuların yaşananlardan ders çıkarmasının, her şeye yeniden bakmasının vaktidir. Yargı erkini kullananların siyasete değil, adalete uygun davranışları, siyasetin ülkeyi içine sürüklendiği bu gergin ortamdan kurtulmamıza büyük katkı yapabilir.
Adaletten toplumun beklediği de budur.