Nazım Alpman
Ajda Pekkan’ın makûs talihi!
Genç televizyon muhabirlerinin sokak röportajlarından birinde muhafazakâr görünümlü, akıcı Türkçeyle konuşan bir hanımefendi, İstanbul Sözleşmesi hakkında "fikirlerini" açıklıyor:
-Doğrusu içeriğini bilmiyorum, okumadım, ancak kaldırılması iyi olmuştur!!!
Söz konusu sözleşme için arama motorlarında şu bilgi yer alıyor:
"Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi ya da bilinen adıyla İSTANBUL SÖZLEŞMESİ, 45 ülke ve Avrupa Birliği tarafından imzalanan, kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önleme ve bununla mücadelede temel standartları ve devletlerin bu konudaki yükümlülüklerini belirleyen Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan uluslararası insan hakları sözleşmesidir."
Sözleşme 7 Nisan 2011’de yazıldı 11 Mayıs 2011’de imzalandı, 1 Ağustos 2014’de yürürlüğe girdi.
İstanbul’da imzalandığı için adını bu güzel şehirden aldı. Türkiye de birinci imzacı olarak tarihi bir onura erişti!
Başbakan Tayyip Erdoğan o yıllarda Avrupa Birliğini çok seviyordu! Onun uzattığı sözleşmelerin hepsine gözü kapalı imza atıyordu. Çünkü kendisi de hak ihlali kurbanı olduğu için; ifade özgürlüğü, insan hakları gibi şeylere de bayılıyordu. Doğal olarak bir daha hapse girmek istemiyordu!
Bunu için ha babam de babam AB Sözleşmelerine imza atıyordu.
AB liderleri de "Erdoğan demokratik adımlarıyla başımızı döndürüyor" diye takdirlerini dile getiriyorlardı.
İstanbul Sözleşmesi de bu ahval ve şerait altında şevkle "gözü kapalı" şekilde imzalandı. Birinci imzacı olmak, onur, alkışlar vb. şeyler altıda yıllar geçti. Ancak on yıl sonra gözleri açıldı. Paralar bitti. Fakr u zarûret başladı. Geriye doğru yarış hızlandı. Sonunda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan "ben bu sözleşmeyi iptal ediyorum" dedi.
Haliyle kadınlar ayaklandılar!
AKP’nin okumuş yazmış kadınlarından hiç okumamışlarına kadar tümü "iptal edilmesi çok iyi oldu" şeklinde tavır aldılar.
Kadınlar ve çocuklar için "tam teşekküllü bir cehennem" olan memleketimizde büyük bir isyan meydana geldi. Kadınlar bütün erkek ve devlet şiddetine karşı meydanları doldurdular. Dillerinde de Ajda Pekkan’ın "Kime ne sana ne" şarkısı vardı.
Sözlerini Fikret Şenes’in yazdığı şarkı 1970’lerde çok politize olan Türkiye’de "pop müzik" denilip geçiliyordu. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesiyle ülke öyle bir geriye gidiş yaşamaya başladı ki, Ajda Pekkan’ın hiçbir gayreti ve desteği olmadan şarkısı eylem alanlarında kadınları "isyan bayrağı" haline geldi. Feminist Gece Yürüyüşlerinde binlerce kadın "Hür doğdum hür yaşarım" diye hep birlikte polis panzerlerinin biber gazlarının üzerlerine doğru yürüdüler.
1970’li yılları "lay lay lom" şeklinde geçiren Ajda 2000’li yıllarda şarkılarıyla politize hale geldi. Eğer eskiden olduğu gibi sessizce köşesinde oturup ülkede olup biteni "huzur içinde" izleseydi, Ajda toplumsal mücadeleler tarihine geçebilirdi.
Hem de kılını kıpırdatmadan!
Hakkını yemeyelim geçmiş yıllarda "Halkla bütünleşme" adı altında konserler vermişti. O konserlerin nasıl sonuçlara vesile olduğunu değerli gazeteci Yalçın Pekşen Cumhuriyet’te şöyle yazmıştı:
"Ajda Pekkan’ın Halkla Bütünleşme konserinde Brezilyalı kadın dansçılarla bütünleşenleri polis copla ayırdı!"
Bu polis harekâtının siyasi bir yanı yoktu. İlk kez Ajda Pekkan ile polis şiddeti bir araya geliyordu. O konser ile de sona eriyordu.
Ama şimdi öyle değil. Ajda şarkılı her eylem polis taarruzuna uğruyor. Ara sıra alanlarda şarkılarıyla direnen hemcinslerine sıcak bir selam bile yollasa Ajda tarihi bir final yapabilirdi.
Yapmadı. Bu kayıtsızlıkla da kalmadı. Kadınlara karşı adeta savaş açmış iktidarın bütün aktivitelerinde yer aldı. O davetlerden birinde de askere alınmış gibi cepheye gitti.
Şarkılarıyla meydanlarda kadınların elinde bayrak olan Ajda, fiziki olarak kadınların tam karşısında durmayı yeğledi.
Ne yapalım?
Şarkılar söyleyenlerin değil, ihtiyacı olanlarındır!
Keşke şarkılar gibi şarkıcılar da direniş onurundan istifade edebilseydi:
-Bu da Ajda Pekkan’ın makûs talihi olsa gerek!