Ayşe Çavdar
AKP’nin hikâyesindeki kayıp halka ve gelecek planlarımız
AKP’nin bu yerel seçimleri kaybetmekten neden bu kadar korktuğunu konuşup duruyor herkes. Bu sorunun kestirme bir cevabı var: AKP’yi kuran siyasal kadrolar, aslında o kadronun AKP’yi yok ettikçe yükselen tek değeri görünümündeki Erdoğan, bugün sahip olduğu gücü yerel yönetim tecrübesini kullanarak ele geçirdi. Ve bu öyküyü artık toptan "zillet," "terörist," "hain" yaftasıyla damgaladığı muhalefete kaptırmak istemiyor. Fakat kendisine ve "millet"ine reva gördüğü üslub-u idare nedeniyle buna mani de olamıyor. Kesinlikle hemfikirim.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin öne alınmasının sebebinin de hem Bahçeli’nin hem Erdoğan’ın bu ihtimali göz önünde bulundurmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yerel seçimlerden sonraya bırakılsaydı, Erdoğan Türkiye’nin ilk başkanı olamazdı. Ama tabii bu iddia hiçbir zaman doğrulanamayacak ya da yanlışlanamayacak. Ekonomik krizin bağıra bağıra gelmeye başladığı 2016 yılından beri bu iki partinin asıl gündemi yerel seçimdi. Çünkü yine pek çok yorumcunun ve gazetecinin söylediği gibi AKP’nin anlatacak bir öyküsü, vadedecek bir geleceği kalmadı. Elinde herhangi türden bir sermayesi kalsa korku siyasetine bunca mahkûm olmazdı. 2015 Haziran’ındaki yenilgisinin ardından anlatmaya başladığı ve zirvesine 2016 Temmuz’unda hepimizin bir kâbus olarak yaşadığı darbe girişimiyle ulaşan karanlık öykü, AKP’ye ilişkin tüm diğer hatıraları sildi geçti. Fakat AKP’nin, 2002’de toplumun dindar-muhafazakâr kesimlerinin demokrasinin taşıyıcısı olabileceği umuduna bağlanan ani parlayışının sönmeye başlaması çok daha eskiye dayanıyor. Bugün artık pek çok kişinin unuttuğu erken bir tarihe gitmek istiyorum müsaadenizle.
İddiam o ki, AKP’yi bugüne taşıyan en önemli gelişmelerden daha doğrusu gelişememelerden biri 2004 yılında yaşandı. Erdoğan’a belediye başkanlığı döneminde de danışmanlık yapan ve 2002 sonrasında başbakanlık müşaviri olan Prof. Ömer Dinçer’in öncülüğünde hazırlanan Kamu Reformu Yasa Tasarısı’nın TBMM’den CHP’ye rağmen geçse de dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edildiği bu gelişememenin önemi şurada yatar: AKP bu tasarıyla yerel yönetimleri alabildiğine güçlendiriyor, gelirlerini kısmen merkezden özerkleştirecek düzenlemeler öneriyordu. Rüya gibi bir yasa tasarısıydı ve kabul edilmemesi bugün yaşadığımız pek çok kâbusun zeminini hazıladı.
Kısaca hatırlayalım yasa tasarısında ne olduğunu:
- Adalet, Milli Savunma, İçişleri, Maliye ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanlıkları dışındaki tüm bakanlık ve bağlı kuruluşların taşra teşkilatlarını kaldırıyor, yetkileri ise belediyelere ve il özel idarelerine bırakıyordu.
- Diğer bakanlıkların "politika belirleme" yetkileri merkezde kalıyor ancak uygulama ve tayinlerin yerel yönetimlerce yapılması öngörülüyordu.
- Karayolları ve Devlet Su İşleri müdürlükleri dışındaki Köy Hizmetleri dahil olmak üzere tüm bölge müdürlükleri kaldırılıyor ve kaldırılan kurumların yetki ve sorumlulukları yine yerel yönetimlere devrediliyordu.
- Merkezi hükümet üst düzey bürokrasiyi belirleme yetkisini elinde tutuyor ama yerel bürokrasinin şekillendirilmesinde belediyeleri yetkilendiriyordu.
- BDDK, Kamu İhale Üst Kurulu, SPK, Rekabet Kurulu, Enerji Piyasası Üst Kurulu, RTÜK, Telekomünikasyon Üst Kurulu vb. kurullar sisteme dahil ediliyor, ancak bu kurumlarda çalışanların maaşları uzman maaşı seviyesine indiriliyor, ayrıcalıkları ortadan kaldırılıyordu.
- Paramparça olan teftiş sistemi tek bir çatı altında birleştiriliyor ancak uzmanlaşmış teftiş kurulları oluşturuluyordu.
Avrupa Birliği ile uyum sürecinin gerekçe olarak gösterildiği bu düzenleme, kaynakların yeniden dağıtımını yerel yönetimler eliyle yapacaktı. Üst kurullarla ilgili düzenleme bu anlamda özellikle önemli. O üst kurullar IMF reçetesinin önemlice bir bölümünü oluşturuyor ve ekonomi yönetimini hükümetin tarz-ı siyasetine bağışık kılıyordu. IMF borçları ödenene kadar verimli çalışıyormuş gibi görünen bu kurulların, borçlar ödendikten sonra AKP’nin gücü iyice merkezileştirmesine nasıl yaradığını gördük.
Hiçbir kesim tarafından kabul görmeyen bu reform tasarısının asıl faydası yerel yönetimleri güçlendirmek olacaktı. Avrupa Yerel Yönetim Şartı’ndan ilham alan tasarı ile merkezin yerel siyaset üzerindeki vesayeti azalacaktı. Ve bu, tasarının barındırdığı tüm sakıncaları bertaraf edebilecek güçte bir vaaddi bana kalırsa. Çünkü yerel siyasetin güçlenmesi demokrasinin güçlenmesi demektir. Her beş yılda bir yaptığı hizmetler için yüz yüze baktığı insanlardan onay almak zorunda kalan yerel yöneticiler işlerini ciddiye almak durumunda kalacak, öte yandan merkezde konuçlanmış bir teftiş mekanizmasının da denetimi altında olacaklardı.
CHP’liler, ülkenin bölünmez bütünlüğüne halel getireceği gerekçesiyle bu tasarıya, bugün insanı çileden çıkaran onca tuhaflığa yaptıklarının çok üstünde bir enerjiyle saldırdılar. Nitekim, Sezer de veto etti. AKP’nin böyle bir tasarı üzerinde çalışmasının amacı elbette Türkiye’yi demokratikleştirmek falan değildi. Nasılsa bir darbeyle siyasetin merkezinden uzaklaştıracaklarını düşünüyor ve hazır elde imkân varken ne zaman isterlerse elde edebileceklerini düşündükleri belediyeleri güçlendiriyorlardı. Böylece sıfırdan başlamaları gerekmeyecek, dahası belediyeler eliyle yerelde suyun başını gene onlar tutacaklardı.
Kamu Reformu Yasa Tasarısı pek çok sorunun çözümü olabilirdi. Örneğin barış sürecinde bir idari formül olarak gayet iyi işlev görebilirdi. Yerel yönetimlerin özerkleştirilmesi Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi, Kürt illerinde de siyasi bir açılma yaratabilirdi. Bütün o tartışmalar yapılırken neden kimsenin bu tasarıyı hatırlamadığını halen düşünüp duruyorum. Bu bana iki nedenle çok acayip geliyor: 2004’te gücü yetmediği için çok istediği bu tasarıyı yasalaştıramayan AKP, daha sonra gücü her şeye yeter hale geldiği zaman neden tekrar gündeme getirmedi? Barış sürecinin AKP dışındaki aktörleri nasıl olup da, "ya hu bak ne güzel iş yapmıştınız, hadi şunu tekrar konuşalım" diyebilirlerdi, neden demediler? Bugünden bakınca bu iki soru da safça, hatta aptalca geliyor kulağa. Ama 2015 Haziran’ı öncesinde değillerdi.
Kabul görmeyen bu reform tasarısıyla, ortadan kaldırılması öngörülen pek çok teşkilat anayasa değişiklikleriyle ve 2018’de adı yine Kamu Yönetimi Reformu Yasası olan bir düzenlemeyle zaten yok edildi. Yukarıda saydığım teşkilatların yetkileri de bırakınız merkezi hükümeti, tek bir kişide toplandı. Hatta sistemde kalacağı söylenen kimi kurumlar da nasibini aldı bu yıkımdan. Teftiş meftiş de hak getire. Yerelde olsa hiç kimse tarafından değilse bile orada yaşayan halk, mesela kurulabilecek halk meclisleri tarafından denetlenmesi mümkün olan tüm yetkiler, hakkında söz söylenemeyen, hatta kendisine destursuz bakılamayan tek bir kişinin elinde artık. Neoliberalleşme yerelden değil merkezden ve zincirinden boşanmışçasına bir hızla gerçekleşti hem de önündeki tüm engelleri, yani demokrasi adına azıcık umut barındıran her şeyi, mesela hukuku, yargıyı, TBMM’yi işlevsizleştirerek yaptı bunu.
Başa dönelim. Yasa tasarısının veto edilmesi AKP’yi durdurdu mu? Elbette hayır. O gene gücü mümkün olduğu kadar uzun süre elinde tutabileceği yollar geliştirdi. Ama bunu gücü yerelleştirerek değil, üst kurulların denetiminden kaçırabileceği hatta onlarla uyumlu çalıştırabileceği yeni bir araç icat ederek yaptı. TOKİ’nin 2006’dan itibaren hangi gerekçelerle yapılan hangi düzenlemelerle bir canavara dönüştüğüne bakmak inşaat sektörünün neden hem siyasette hem de ekonomide bu kadar önemli bir konum aldığını görmeye yeter. Bu meseleyi pek çok akademisyen arkadaşımız araştırdı ve hayli önemli bir bilgi birikimi oluştu. Birkaçını sayayım: Osman Balaban, Tuna Kuyucu, Jean-François Pérouse, Özlem Ünsal, Tayfun Kahraman, Fırat Genç, Yaşar Adanalı, Cihan Uzunçarşılı Baysal, Yener Coşkun, Murat Cemal Yalçıntan, Burcu Hatipoğlu, Hade Türkmen, Neslihan Demirtaş Milz, Cenk Saraçoğlu, Erbatur Çavuşoğlu… Bırakın satırları, sayfalar dolduracak kadar çok isim yazabilirim buraya. Burada andıklarım birlikte çalışma şansı bulduğum ya da çalışmalarına sık sık atıf yaptığım insanlardan ibaret. TOKİ’nin şehirlerin yüzeyinde değil kentsel siyasetin her bir ayrıntısında nasıl bir betonlaşmaya sebep olduğunu layıkıyla sergileyen çok kıymetli araştırmalar yapıldı son 10 yıldır.
TOKİ yalnız bir konut ve inşaata dayalı bir kalkınma modelinin idari mekanizması olmakla kalmadı, aynı zamanda merkezi idarenin demir yumruğuyla ekonomiyi ve siyaseti neoliberalleştirme girişiminin de dinamosu oldu. TOKİ’nin başlıca aktörü olduğu kentsel dönüşüm, bugün yerel seçimleri devletin en tepesinden haykırılan bir "beka" korkusu olarak tartışmamıza neden olan idari ve siyasi dönüşümün temelini teşkil etti.
Yerel yönetimlerin AKP’nin bekası ve MHP’nin müstakbel kayıntı umudu için ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. TOKİ, bu beka sorununun şekillenip pişirildiği ve tüm şehirlere sirayet ettirildiği yer. AKM’nin temel atma töreninde işadamı olduğu öne sürülen birinin Erdoğan’a TOKİ’yi "bizi mahvetti" diye şikâyet ettiğini, açık unutulmuş mikrofon sayesinde duyduk. Ardından Bilal Erdoğan ile AKP’nin Beyoğlu adayı arasında geçen kentsel dönüşüm "muhabbeti"nde de gizli özne yine TOKİ idi. Çünkü TOKİ, yukarıda saydığım tüm akademisyenlerin çalışmalarında açıklıkla ortaya koydukları üzere kamudan ve "bizden" olmayandan "bizden" olana mülk ve refah transferinin başlıca kanalı olarak işlevlendirildi AKP dönemi boyunca. Bu nedenle yerel seçim öncesinde en çok tartışılması, konuşulması gereken kurum TOKİ’ydi. Ama neredeyse hiç konuşulmadı.
Daha önemli problemlerimiz var şimdi: Ankara ve/ya İstanbul’u kaybederse ne yapacak AKP? Ya da kaybetse bile biz bunu bilebilecek miyiz? Kürt illerinde kaybedeceği aşikâr belediyelere kayyım atayacak mı? Buna kalkışırsa ne olacak? Kim buna nasıl direnecek? Bütün bunlar olmasa bile, iflas ettiği ayan beyan kentsel dönüşüm politikasından başka vaadi olmayan AKP’nin TOKİ’siyle belediyeler nasıl mücadele edecek ya da ne türlü işbirlikleri yapacaklar? İnşaat merkezli ekonomi modelinin ülkenin tüm sektörlerini içine soktuğu krizden çıkılırken, TOKİ’ye ne olacak? Ve böylesi bir kriz ortamında belediyeler ne yapacaklar?
İdarenin ve siyasetin bu denli merkezileştiği bir denklemde yerel yönetimler muhalefet partilerinin eline geçtiğinde bütün bunlar en çok konuşmamız gereken meseleler olacak ve her şeye baştan başlamak gerekecek.
O esnada 2004’teki Kamu Reformu Yasa Tasarısı gibi bir idari mimariyi hayal edebilen AKP’nin, nasıl olup da 2018’de aşağı yukarı aynı başlıkla yaptığı düzenlemelerle, tüm yetkileri merkezde bir sorunlar yumağı halinde tekelleştirecek kadar yoldan çıktığını konuşmamız gerekecek. Mesele "parayı ve gücü buldular, çürüdüler" önermesiyle açıklanacak kadar kolay değil. Bu önerme hepimizin canını yakarak doğrulandı zaten. Fakat ehl-i AKP’ye parayı ve gücü buldukça çürüme iştiyakı veren mekanizmaları ve siyasetin alışılagelmiş kör noktalarını da tartışmaya açmamız gerekiyor. AKP’nin bu denli çürüyen ve çürüten bir yapıya dönüşmesinde orada siyaset yapanlar kadar onun karşısında siyaset yapanların da payı var. O paylarla yüzleşmeden yerinden oynamamış tek taşı kalmayan memlekete yeni bir öykü nasıl yazacağız?
Bütün bunları hatırlamamın sebebi umutsuzlukla izlediğim yerel seçim sürecinin son bir haftada umutlu bir öyküye evrildiğine ilişkin korkuya bulaşık his. 24 Haziran öncesinde umudu iyimserlikle karıştırmış ve yanılmış olmanın ağrısını ta iliklerimde hissetmiştim. Oy kullanamayacağım bu seçim yeni öykülerin serpilmeye başlayacağı bir hareket noktası olacağa benzer. Bunu görüp de heyecanlanmamak mümkün değil. Ama o heyecanın altından kalkılamaz bir tökezlemeye daha dönüşmemesi lazım bu defa. Doğru, AKP’nin çalışır durumda tek bir argümanı bile yok artık. Muhalefet ise olanca dağınıklığına rağmen kaydadeğer bir başarı elde edecek gibi görünüyor. Kaçarı yok, 31 Mart gecesi hepimiz yüreklerimiz ağzımızda izleyeceğiz seçim sonuçlarını. Diyelim ki aralarında büyükşehirlerin de olduğu önemli sayıda belediye AKP’den kurtarıldı. Sonrasına ilişkin planı olan var mı? 24 Haziran seçimleri sonrasında ne zafer ne de yenilgi planı olmadığı anlaşılan muhalefet partilerinin yarattığı türden bir boşluğa bir kez daha katlanabilecek miyiz?
AKP’yi yenmek için yan yana gelebilen muhalefet partileri, belediyelerin kuş kadar kalmış yetkilerini kullanarak bir enkaz envanteri çıkarabilecekler mi? Ortak sorunlara ortak çözümler arayabilecekler mi? Bu çözümleri ararken AKP’nin susturmak için elinden geleni yaptığı bilgi ve tecrübe kaynaklarından yararlanabilecekler mi? Yalnızca akademisyenlerden değil, kentsel dönüşümün yok ettiği mahallelerin tecrübelerinden, seslerini kessin diye terörize edilen çevreci örgütlerden, yetkileri tırpanlanan meslek odalarından, kadınların birikimlerinden… Yoksa "bize akıl öğretme, sadık ol ve hizmet et" mi diyecekler? Sözün kısası, AKP’nin yarattığı şu olağanüstü hâl siyasetinin ötesine geçecek bir dil kurabilecekler mi? Böyle bir dil kurmadan AKP ile nasıl mücadele edecekler? Daha önemlisi bütün bunları düşünmeyen, tartışmayan muhalif aktörler ne türlü bir yeni öykü önerecekler ülkeye?
Kesinlikle umutsuzluk değil bu soruların kaynağı. Aksine kötümserliğin yerini almaya koyulan ve artık engellenmesi pek de mümkün olmayan umudun akla getirdikleri. Bu soruların cevabı varsa bile çoğumuz habersiziz. Üstelik bahse konu kervan yolda düzülemeyecek kadar dağınık. Nereden başlanması gerektiği konusunda fikri olan var mı?