arada cilvegözü’ne de bakalım…

biz çok benzer görüntüleri, birkaç yıl önce ülkenin ta öteki tarafındaki sınırda görmedik mi? gazı, dayağı yiyenler aynı halklar, sopayı tutan değişiyor!

son yılların en gözde konularından biri, bir kere daha sosyal medyaya hâkim oldu. toplaştık, arap halklarını tartışıyoruz. kendisinde türk olmaktan başka hususiyet göremeyenler, karşıdan bakıldığında kendisinden ayırt edilemeyecek arapları küçümsüyor, kürtleri unuttukları şu zamanlarda… türkçe yazan hesaplar, avrupa’da türkiyeliler için denilen her şeyi, araplar için söylüyor. 

ırkçılık, başka birçok şeyin yanı sıra insanların bireyselliğini siliyor, ırkçının bakışında, "allah rızkını da verir" diye düşünenle, "böyle bir dünyaya çocuk getirilir mi"ci eşitlenebiliyor. ırkçının gözünde her gün evini silip süpüren takıntılı kadınla, annesi söylemese duş yapıp tişörtünü değiştirmeyecek delikanlı aynı kategoride. 

ırkçı bakış açısı, tanıştığı üç arabın, iki kürdün, bir türkün bütün bir halkı temsil ettiğini varsayıyor. ve bu varsayımlarını her türden nefret ve şiddete bahane ediyor. bu ancak uzun vadede halledilebilecek bir şey; sürekli kendi ulusunu övmeyen, buna gerek görmeyen, farklı kültürleri de tanıtan farklı eğitim programlarıyla, birkaç kuşakta değişebilir... görüyoruz; insanların sadece üretim yapmak için gerekli bilgileri edinip başka hiçbir şey öğrenmemelerine dayanan zamane eğitim sisteminin ortaya çıkarttığı cehalet, en çok yönetenlere yarıyor.

ırkçılık, yabancı düşmanlığı ahlaki tercihler değil ideolojik dayatmalar, kaldı ki insanın ahlakını da aldığı eğitim, içinde yaşadığı toplum şekillendiriyor.

ama zaten solculuk ne zaman toplumu değiştirmeyi değil, insanların ahlakını yargılamayı hedeflemek oldu da konuya "vicdanınız yok mu lan sizin" noktasından yaklaşıyoruz.

çünkü şu an yunanistan sınırında yaşanan insani krizin bununla ilgisi yok. türkiye’nin, yunanistan’la, sınırın açılmasına yönelik herhangi bir anlaşma olmadan göçmenleri –daha önce de kullandığım ifadeyle- mühimmat gibi sınıra taşıması halkta yaygın olan ırkçılığın işi değil. maraş ve başka yerlerde son günlerde suriyelilere yönelik saldırıları tetikleyen de olağan ırkçılık değil, iktidarın, oyunu kaybettiği seçmenini kazanmak için yürüttüğü "suriyelileri gönderiyoruz" politikası! (muhalefet vekillerinin sınıra ilgisizliğinin seçmenlerindeki ırkçılıkla ilgisi olduğunu görmek de zor değil.) kriz başladığından beri gelen görüntülerin sadece yunanistan sınırından gelmesinin, bulgaristan sınırında bir hareket olmamasının da kolay bir açıklaması yok. bir iddia bulgaristan’la türkiye arasında bu konuda bir anlaşma olduğu. ama bulgaristan’ın, buna rağmen sınıra bin asker yığdığı bildiriliyor. yunanistan’a kaçabilenler cunta günlerini hatırlatan bir vahşetle karşılaşıyor, dayaktan morarmış sırtlar, şişmiş gözler, yarılmış kafalar… telefon, para, pasaport hatta giysilere el konulması gibi, aynı şeyi denemek isteyenler için caydırıcı olması beklenen acımasızlıklar ve tabii günler boyu gaza boğulan insanlar; içlerinde bebekler, çocuklar var. ama biz çok benzer görüntüleri, birkaç yıl önce ülkenin ta öteki tarafındaki sınırda görmedik mi? gazı, dayağı yiyenler aynı halklar, sopayı tutan değişiyor! 

türkiye gibi, tarihinin en önemli ekonomik krizlerinden birini yaşayan bir ülkenin göçmenlere destek vermek gibi bir yükü taşıması zor ama böyle bir durum yok ki! türkiye bunun için avrupa birliği’nden toplam 6 milyar euroluk bir fon alıyor; bunun bir kısmı ödendi, kalanının 2025’e kadar ödeneceği açıklanıyor. dışişleri bakanlığı bu fonu az buluyor. şubat 2020’de türkiye’de "geçici koruma altında" olan suriyeli sayısı 3 milyon 600 bin civarında. türkiye vatandaşı olan yetişkin suriyelilerin sayısı 53 bin, 57 bin çocuk da annesi ya da babası türkiye cumhuriyeti vatandaşı olduğu için vatandaşlık kazanmış. türkiye cumhuriyeti yetkilileri, meydanlarda, kürsülerde sanki böyle bir fon yokmuş, türkiye kendi bütçesinden bu insanlara bakıyormuş gibi konuşuyor. bu da ırkçılığı tetikleyen faktörlerden biri oluyor. insanların ahlaki tercihlerini eleştirmek yerine bu gerçeğin açıklanması, vurgulanması çok daha etkili, ikna edici ve önemli.

yine büyücek bir parantez açayım. sosyal devletin ortadan kalkmasıyla birlikte sosyal devletin işlevleri sivil toplum kuruluşları denen kurumlara devredildi. (bunlara devlet-dışı örgütler demek aslında daha doğru ama stk terimi türkçede yerleşti) bu, ilk bakışta, bu hizmetlere bir özerklik kazandırdığı için olumlu görünüyor. ama bu kurumların da maddi bağımlığı var ve daha önemlisi bu tür hizmetlerin merkezi olarak planlanıp örgütlenmesi tabii ki daha verimli. her stk ayrı bir ofis, ayrı personel ve bütün bunlara bağlı olarak daha fazla gider anlamına geliyor. ab fonu da projeler baz alınarak veriliyor, harcamaların hesabının verilmesi gerekiyor… bu konuda sorun yaşandığı ve son ödemedeki gecikmenin bundan kaynaklı olduğu iddiası da var ama bu fonların hükümete yakın stk’lara aktarılabileceğini tahmin etmek de zor değil. 

parantezi kapatıp devam edeyim: bu insanların birden bire sınıra yönlendirilmesi ab’ye baskı yapmanın yanı sıra suriye’de can verenleri unutturmak, neden can verdiklerini düşündürmemek için… 

bunu unutmayalım da diyemiyorum, unutmayız değil mi? 

Önceki ve Sonraki Yazılar
ayşe düzkan Arşivi