önümüzdeki kış kim gelecek…

salgın, başta trump olmak üzere, vadesi dolmaya yaklaşmış 'otoriter'lere zaman tanıyor. ama vade yine de doluyor ve önümüzdeki kış kimin geleceğini düşünmekte de yarar yok mu?

"analizden gına geldi" diyenler haklı, şu anda ne yapılabileceğini konuşmak analiz patlatmaktan daha anlamlı görünüyor. diğer yandan, analiz olmadan da ne yapacağımıza karar vermek zor.

corona ile sistem/düzen arasında bağ kuranlar beni şaşırtıyor. sanki düzen bugüne kadar can almıyordu!

afrika mesela, nicedir aids’a teslim edilmiş durumda, dünya nüfusunun yüzde 15.2’sini barındıran bu kıtada, dünya üzerindeki toplam enfekte nüfusun üçte ikisi yaşıyor; sayısı 35 milyonu bulan bu insanların 15 milyonu hayatını kaybetti. bazı afrika ülkelerinde beklenen yaşam süresi 34 yıla inmiş durumda. 

ama afrika zaten gözden çıkartılmış bir kıta. sadece orası da değil. suudiler’in yemen’de sebep olduğu yıkımın milyonlarca çocuğu açlıktan ölecek noktaya getirmesi, adnan kaşıkçı suikastı kadar konu olmadı.

işçi sağlığı ve iş güvenliği merkezi, 2019 yılında türkiye’de en az 1736 kişinin iş cinayetlerinde hayatını kaybettiğini açıkladı. bianet’in verilerine göre, aynı yıl, erkekler tarafından öldürülüp kayıtlara geçen kadın sayısı en az 328. evet, mahiyet olarak bir salgından farklı ama bu rakamlar da az buz değil. şu herkes için açık değil mi; bir kırım, varolan iki sistemin - kapitalizm ve patriyarka- birinden kaynaklanıyorsa, onların işlemesini sağlıyorsa devlet bunu sorun etmiyor.

salgın hastalık farklı çünkü işleyişi değiştiriyor, üretimi ve kârı etkiliyor. alınan önlemlerinin yetersizliği ya da yeterliliğini devletin otoriterliği üzerinden okumak da doğru değil çünkü otoriterlikte benzer devletler, mücadelede farklı sonuçlar alabiliyor. söylemeye bile gerek yok, neoliberalizm de her şeyi açıklamıyor çünkü sistem içinde benzer konumlarda olan devletler de salgınla mücadelede farklı sonuçlar alıyor. ve konunun sağlık sisteminin özelleştirilmesiyle ilgisini yılmaz özdil kuruyor! 

söz otoriterleşmeden açılmışken, halk sokağa çıkma yasağı talep etmiyor, sokağa çıkma mecburiyetinden kurtulmak istiyor; yani çalışmaktan! parklarda, sahillerde gezenler var, evet çünkü türklerin gücünden duanın etkisine kadar uzanan teselliler ve aldatmacalar zinciri basiretlerini bağlıyor. aralarındaki toplu taşıma kullanmak zorunda olanların, sahilde gezmeyi dert etmemesi de çok anlaşılmaz değil.

özellikle virüsün görüldüğü şehirler ve beldeler, çok uzun bir zaman önce karantinaya alınmalı, yolculuklar yasaklanmalıydı. rize’de, büyük bir ihtimalle umre’den dönenlerin virüs bulaştırdığı bir belde, ilk vakanın ortaya çıkmasından tam dokuz gün sonra karantinaya alındı!

bodrum belediye başkanı ahmet aras’ın ricalarını sosyal medyada görüyorsunuzdur. ilçede özel hastaneler de dahil toplam yoğun bakım yatağı sayısının 25 olduğu bildiriliyor. ama hazır "tatil" olmuşken yazlıklarının yolunu tutan büyükşehirliler, hayatları boyunca en fazla muğla’yı görmüş insanlara virüsü taşıdı çünkü paraları var! anahtar kelime para; paramız kadar korunup paramız yeterse bulaştırabiliyoruz.

türkiye’de de gözden çıkartılanlar var. sadece bir infaz değişikliği olsa bile içeride tutulması ve böylece salgına yani ölüme mahkum edilmesi planlanan siyasi tutuklu ve hükümlüleri kastetmiyorum. örneğin suriye’de ve libya’da bulunan tsk mensupları ne durumda, corona ile ilişkileri nasıl, enfekte olan var mı gibi konularda bilgi veren bir yetkili gördünüz mü?

aslında gereken önlemler çok basit. zorunlu olanlar dışında işyerleri kapatılmalı, herkese ücretli izin verilmeli, işten çıkartma yasaklanmalı, devlet tüm işsizlere işsizlik maaşı, kirada oturan herkese kira yardımı ödemeli, su, elektrik, doğalgaz gibi hizmetleri bedava vermeli. bankalar kredi ve kredi kartı ödemelerini faiz almadan ötelemeli. (öteleme bir yana şu ara yıllık aidat tahsil eden bankalar var! ) bunlar sağlansın herkes huzur içinde evinde oturur, salgının geçmesini bekler!

yani salgından kurtulmanın bedelini emekçiler değil burjuvazi ve devlet ödesin. ilkini emeğimizle, ikincisini vergilerimizle yıllardır besledik, besliyoruz zaten.

burada bir parantez açayım. kira grevi, en kolay uygulanabilir eylem biçimi olarak görülüyor çünkü şu ortamda, mahkemeler de kapalıyken kimsenin kimseyi evden çıkartmaya gücü yetmez ama faturayı ödemediğiniz zaman hizmeti kesebiliyorlar. ancak türkiye’de ev sahipleri –bu eylemin ilham aldığı avrupa’daki gibi- büyük emlak tekelleri değil, aralarında o kirayla geçinenler de var. bu sebeplerle devlete ve burjuvaziye yönelmeyi daha doğru buluyorum. örneğin, "fatura alan oy alamaz" gibi bir kampanya da etkili olabilir.

bir de, tabii corona’dan sonra sosyalizmin geleceği beklentisi var, sanki kapitalizm insanlar onu makul bulduğu için sürüyor. bu, zor aygıtıyla ilişkisi, onu unutacak düzeyde düşük olan batılı düşünürlerin (hepsinin değil, tanımladıklarımın) aklına yatabilir ancak. oysa tam aksine; salgın, başta trump olmak üzere, vadesi dolmaya yaklaşmış "otoriter"lere zaman tanıyor. ama vade yine de doluyor ve önümüzdeki kış kimin geleceğini düşünmekte de yarar yok mu?

Önceki ve Sonraki Yazılar
ayşe düzkan Arşivi