Abdurrahman Gülbeyaz
Batı uygarlığı ve modern işgal savaşları
Avrupa'nın doğu sınırlarında Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik işgal savaşı üçüncü ayına girdi. İstisnasız tüm dünya kamuoyu, Putin'in bu işgal savaşını meşrulaştırmak için kullandığı argümanları tanıyor: "Ukrayna'da ülkeyi kontrol eden Naziler var ve bunların ortadan kaldırılması gerekiyor. Çünkü Nazi yönetimindeki bir Ukrayna, Rusya için bir tehdit oluşturuyor."
Nisanın 16'sında, yani Ukrayna krizi şiddetlenerek sürerken, Avrupa'nın güneydoğu sınırında, yaklaşık altı yıldır güney komşusu Suriye'nin önemli bir bölümünü işgal altında tutmakta olan Türkiye Cumhuriyeti, güneydoğu komşusu Irak'ın kuzeyinde de büyük ölçekli bir işgal saldırısı başlattı. Tüm önemli açılardan Rusya'nın işgal savaşı ile karşılaştırılabilir bir işgal savaşı. Türkiye devletinin işgali meşrulaştırma tarzı da hemen hemen aynı: "Kuzey Irak'ta bölgeyi kontrol eden Kürt teröristler var ve bunların bertaraf edilmesi gerekiyor. Çünkü bu terörist Kürtler, Türk halkına ve ülkenin sınır güvenliğine tehdit oluşturuyor."
Avrupa ülkeleri ve iş-birliği ortakları, Ukrayna'daki işgal saldırısına, bir yandan Rusya'ya karşı akla gelebilecek en ağır ekonomik ve siyasi yaptırımları uygulayarak, diğer yandan Ukrayna'yı büyük ölçekli silah, cephane vs. ile destekleyerek, tek vücut olarak ve kararlılıkla tepki gösterdiler, gösteriyorlar. Aynı Avrupa bloğu dilbirliğiyle Putin'i "faşistoid, görgüsüz ve insanlık düşmanı bir diktatör" ilân etti, ediyor. Artık "Putin hem Hitler hem de Stalin'dir". Öte yandan "Ukrayna Avrupa'dır, 'Batı'dır, 'Avrupa fikri'nin ete kemiğe bürünmüş hâlidir, kahraman Zelenski'nin komutasında, Avrupa'nın geleceği için savaşmaktadır." vs.
Amenna, hepsi iyi ve güzel, ama aynı Avrupa ülkeleri, Türkiye'nin, güney ve güneydoğusundaki komşu ülkelerdeki Kürt bölgelerine karşı yürüttüğü işgal savaşı karşısında ne yapıyor? Türkiye'nin son 5-6 yılda IŞİD ve benzeri paramiliter gruplarla iş-birliği yaparak Suriye topraklarının yaklaşık %20'sini işgal etmesine ve işgal ettiği coğrafyada radikal bir demografik-etnik temizlik sürecine girmesine Avrupa ülkeleri ne tür bir tepki gösteriyor? El-cevab: ya hiçbir şey yapmıyorlar ve böyle bir durum yokmuş gibi davranıyorlar, ki bu istisnaîdir ve mağdurlar açısından maalesef normaliteden daha iyi bir durumdur; ya da Türkiye'nin komşu ülkelere yönelik işgal saldırılarını doğrudan veya dolaylı olarak para ve silahla destekliyorlar, ki normaliteyi teşkil eden budur.
Sahi, neydi Avrupa?
Başlıktaki 'batı uygarlığı' terkibi, anlamsal bileşenlerinden hiçbir şey kaybetmeden 'avrupa uygarlığı' şeklinde formüle edilebilir. Böyle bir nakil / tefsir her açıdan meşru' olmakla kalmayıp günümüz dünya sistemi gerçekliğini daha sarih, daha isabetli ifade etmektedir.
Bu küçük ve gittikçe küçülen yerkürede, hayatlarımızı 'Avrupa' olgusunun çekim ya da itim alanının dışında, tamamen Avrupa'sız bir şekilde örgütlememizin neredeyse imkânsız hâle gelmiş olması nedeniyle, asıl mevzuya geçmeden önce bu Avrupa meselesine biraz yakından bir göz atalım.
Etimolojik bilgimizin mevcut sınırları içinde, 'Avrupa' kelimesinin izini Akadca'ya kadar götürebiliyoruz. Akadca ve diğer Sami dillerinde 'erēbu' kelimesi 'girmek', 'batmak', 'ufkun altında kaybolmak' anlamına gelir. İbranice'de 'erebh', 'gün batımı, akşam', 'maarib' ise akşam ibadeti anlamına gelir. Etiyo-Sami dillerinde 'arába' 'güneş battı' anlamına gelir. Arapça'da 'gháraba' aynı şekilde 'güneş battı' anlamında ve 'gharb' 'batı' (güneşin battığı yer) anlamında kullanılır.
Kelime anlam değişimine uğramadan 'Εύρώπη' (Evropi / Avrupa) olarak Akadca'dan muhtemelen İbranice yoluyla Eski Yunanca'ya geçmiş, Eflatun ve Aristo'nun sadece üç anakaradan oluşan küçük ve tatlı dünyasında Akadca'daki anlamıyla, yani 'güneşin battığı yer', 'batı', dolayısıyla da 'batıdaki anakara' anlamında kullanılmıştır. Diğer iki anakara Asya ve Libya'dır, ki Asya terimi de 'Avrupa'dan farksız olarak, Akadca'nın 'çıkmak, yükselmek, doğu' anlamlarına gelen 'āşū' kelimesinin Yunanca'ya aktarılmış hâlidir (Άσίά).
En az 4500 yıl bu orijinal anlamını muhafaza ede gelen 'Avrupa' kelimesi, modern "kültür" kavramının da mucitleri olan Alman İdealistleri'nin ortaya çıkmasıyla birlikte, yani yaklaşık 18. yüzyıl sonları 19. yüzyıl başlarında anlamsal bir dönüşüm geçirmiş, coğrafik / jeolojik bir kavram olmaktan çıkıp bir ide / ideal, dünya ölçeğinde bir siyasal / ekonomik / askerî program, evrensel bir proje hâline gelmiştir. 'Avrupa' kelimesinin Kant sonrası Alman idealistlerinin (Herder & Co.) öncülüğünde geçirdiği bu anlamsal başkalaşım, eşzamanlı olarak vuku bulan sanayi devrimiyle birlikte kapitalizmin küresel zaferinin ilânı ve tescilidir de aynı zamanda.
Şimdi, neredeyse 15. yüzyıla kadar dünyanın – 'uygarlık' seviyesinin hesaplanmasında kullanılan parametreler açısından – en geri bölgesi olan Avrupa neden kapitalizmin beşiği hâline geldi, nasıl bu kadar kısa bir zamanda dünyanın en müreffeh bölgesine dönüştü ki? Francis Bacon'dan Max Weber'e kadar bu soruya verilen, her biri yek diğerinden yaratıcı bir dizi cevap var. Sözü uzatmamak için, bu incilere hiç değinmeden bu bağlamın en önemli – ve birbiriyle ilintili – iki etkenini hatırlayalım: 500 yıllık Avrupa sömürgeciliği ve yaklaşık 350 yıl süren transatlantik köle ticareti.
Bu iki faktöre günümüz Batı bloğunun dünya silah üretimi ve silah ihracatındaki ezici üstünlüğü (dünya silah ihracatının yaklaşık %75'i Nato ülkelerince yapılmakta) de eklenirse, o zaman az çok gerçekçi bir Avrupa resmine sahip oluruz. Ancak böyle, ulviyet safrasından arındırılırak gerçeğine yaklaştırılmış bir Avrupa kavrayışıyla, günümüz dünyası ve Kürdistan ya da Ukrayna gibi modern işgal savaşları doğru anlaşılabilir.
Ateşe Körük
Dün, yani Amerika Birleşik Devletleri Doğu zaman dilimine göre 28 Ekim Perşembe günü, Amerikan Kongresi Biden'e neredeyse oybirliğiyle, 1941 yılında İkinci Dünya Savaşı için çıkarılmış "Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu" adlı özel yasayı yeniden kullanma yetkisi verdi. 1941 Amerika'sında bile ağır itiraz ve eleştirilere maruz kalan yasanın amacı, Büyük Britanya'nın, Amerikan Ordusu savaşa doğrudan müdahale edebilecek hâle gelene kadar, teslim olmayıp bir şekilde savaşı sürdürmesini sağlamaktı.
Yasa, Amerika Birleşik Devletleri başkanının, kongrenin onayına başvurmaksızın, Mihver devletlerine (Almanya, İtalya, Japonya) karşı savaşan devletlere, veresiye olarak, silah, mühimmat, araç, yakıt, yiyecek, uçak vb. satması, kiralaması ya da hibe etmesini mümkün kılıyordu.
Dönemin başkanı Franklin D. Roosevelt yasayı imzaladıktan sonra, " ve böylece ülkemiz, halkımızın da bütün dünyaya ilân ettiği gibi, demokrasinin cephaneliği olacak" demişti. Öyle de oldu. Silah ve sair büyük ölçekli imha teknolojisi üretimine dayalı bir Batı Uygarlığı tüm gezegenin kaderini tamamen kendi çıkar, takdir ve tasarrufuna göre belirler hâle geldi. İbrahimî dinlerin 'Levh-i Mahfûz'unun – British Museum'un en çok satan koleksiyonlarından birine ilave edilme ihtimâli dışında – artık hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmadı.
Yanlış anlaşılmaması için zikredeyim: ben Rusya ya da Çin'i 'Batı Uygarlığı'nın dışına plase etmiyorum. Avrupa'nın doğusunda devam eden hâl-i hâzırdaki savaşı da 'Batı Uygarlığı'yla, ondan farklı alternatif bir uygarlığın çarpışması olarak görmüyorum. Mâlûm olduğu üzre, Sovyetler Birliği ve Çin'in farklı bir yol arayışı deneyleri olağanüstü kısa bir zaman zarfında iflasla sonuçlanmış ve özel mülkiyet, sömürü ve baskı baltası topraktan çıkarılmış, modern insanın mihrâbındaki eski yerine tekrar konmuştu.
Kimden yana olmalı?
Dün 81 yıl sonra hayata döndürülen Anti-Hitler yasasıyla Amerika ve Avrupa'dan Ukrayna'ya silah sevkiyatı – veresiye silah satışları – çok daha rahat bir hâle geldi. Bu rahatlık sadece Ukrayna'yla sınırlı değil elbet. ABD başkanının uygun görmesi koşuluyla teorik olarak her ülke bu iyiliğe mazhar olabilecek. Örneğin, Blinken'in de dün işaret ettiği gibi, 2021 yılından beri üç kez büyük meblağlarda silah satışı gerçekleştirilen Taiwan, artık Amerika'dan silah alabilme mutluluğuna daha sık ve daha yoğun nail olabilecek.
Ukrayna'da da Kürdistan'da da işgal savaşının hemen durmamasının durdurulmamasının sorumluluğu sadece saldırgan devletlere ait değil elbette. Kendisini 'insan onuru, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve insan hakları' ortak değerleriyle tanımlayan Avrupa devletlerinin de önceliği savaşın, imhanın ve katliamın durdurulması değil. Bilakis, devletlerin bekâları hep ölüm endüstrisine ve bu tür işgal ve imha savaşlarına bağlı ola gelmiştir.
Yukarıdaki sorunun cevabı iki aşamalıdır: birincisi devletlerden yana olmamak; ikincisi ise savaşın gerçek mağdurlarından yana olmanın etkin yollarını yaratmaktır. Bu, Türkiye somutunda, Türkiye devletinin 100 yıldır değişmeden gelen Kürt politikasına kayıtsız şartsız ve yüksek sesle hayır demek, Kürtlerin hak taleplerine sahip çıkmak ve Kürdistan'daki savaşın hemen durdurulması için yapılabilecek her şeyi yapmaktır.