Bağışlamaya dair

On binlerce insanın katledildiği, zulüm imparatorluklarının kurulduğu dönemlerden geçtik. Böyle bir durumun özrü yok. Ama buna rağmen bağışlama, affetme imkânsızı istemektir. İşte barış dediğimiz şey, imkânsızı gerçekleştirme arzusu, azmi ve sevincidir.

Affetmek, radikal bir güç eylemidir. Şiddet içeren bir olayın ardından, iki yeni kimlik belirir: fail ve mağdur. Bağışlama anı, mağdurun bu kimlikten — mağdur kimliğinden — kısmen vazgeçmesi ve aynı zamanda faili de “fail” kimliğinden azat etmesi anlamına gelir. Bu nedenle bağışlamak, tarih boyunca tanrılara atfedilmiş bir yetki olarak görülmüştür. Tanrılar, sınırsız güç sahibidir; kimin ne kadar yaşayacağına, kimin öleceğine onlar karar verir. Hayatı bağışlama, ömrü uzatma ve hatta kötülüğe izin verme hakkına sahiptirler. Daha sonra bu güç krallara geçmiştir: krallar af yetkisine sahip olmuş, en ağır suçları bile bağışlayabilmişlerdir. Günümüzde de devlet başkanları, hukuk düzeni içinde af yetkisini kullanabilmektedir. Bu nedenle affetmek, aynı zamanda kurumsal bir eylemdir.

Affetmek, çoğu zaman suçun hukuken ortadan kaldırılması anlamına gelir: af yasaları, cezaların iptali, cezadan feragat… Otoritenin — yani cezayı verme gücüne sahip kurumun — cezadan vazgeçmesidir. Bağışlama ise affetmeden farklıdır. Bağışlama, daha çok psikolojik bir süreçtir. Suçluluk/ borçluluk duygusu ve vicdanla ilgilidir. Affetmek geçmişi telafi etmez, zararı geri almaz; ama geçmişe başka bir gözle bakmayı mümkün kılar. Bu da psikolojik yükü hafifletir. Bir insan, birinden af dilediğinde mağdur onu bağışlayabilir. Ama asıl mesele şudur: Fail kendisini bağışlayabilir mi?

Fabian Bernhard, intikam ile armağan (die Gabe) arasında yapısal bir benzerliğe dikkat çeker. Armağan, Marcel Mauss’un kuramsallaştırdığı bir ilişkilenme biçimidir ve karşılıklılık ilkesine dayanır. İntikam da tıpkı armağan gibi, yapılan bir eyleme verilen bir karşılıktır. Alınmayan intikam, kişide bir eksiklik, bir borçluluk duygusu yaratır. Bu bağlamda, intikamdan vazgeçmek de faile sunulmuş bir armağan olarak düşünülebilir. Bağışlama ne yaşananı siler ne kırılanı onarır ne de geçmişi değiştirir. Ama travmatik olaya bakışımızı dönüştürür. Her hatırlayışta yeniden alevlenen öfkeyi etkisizleştirir. Her bağışlamada iki taraf vardır: Bağışlanmayı isteyen ve bağışlayan. Fail, sadece karşısındaki kişiden değil, kendi içinden de bağışlanmak ister. Sözcük kökeniyle de uyumludur bu süreç: “bağış”, birine yapılan iyilik, bir armağandır.

Travmatik bir olay sonrası içte tutulan öfke ve intikam duygusu, insanın iç dünyasını bir hapishaneye çevirir. Bağışlama, bu içsel hapishaneden çıkmanın yoludur. Bağışlama; içimizde yeniden huzur bulmak, öfke, hınç ve intikam enerjisinden özgürleşmektir. Öfkeyi içeride tutmak, onu bastırmak için içimizde bir gardiyan yaratırız. Bu gardiyan öfkeyi dışarı taşırmasın diye sürekli gözetim altındadır. Psikolojik enerjimiz, bu iç gözetimi sürdürebilmek için harcanır. Oysa bağışlama, bu enerjiyi pozitif dönüşüme yöneltmenin kapısını aralar. Bağışlama aynı zamanda bir tamamlamadır. Uğranılan bir haksızlık, çoğu zaman intikam alınarak — yani şiddetle karşılık verilerek — tamamlanmak istenir. Bağışlama ise intikamdan vazgeçerek o eksik kalan “tamamlanma”yı başka bir düzlemde gerçekleştirir. Bu açıdan bakıldığında, bağışlama ve intikam birbirinin zıttı değil, tamamlayıcı eylemleridir. İçimizde taşıdığımız öfke, farkında olmadan bizi öfkeye neden olan kişiyle bir diyaloğa sokar. Onun bir temsili içimizde yaşamaya başlar. Yani en sevmediğimiz insanın bir benzerini içimizde barındırır hale geliriz. Bunun anlamı şudur: “Kötü” ya da “fail” olarak gördüğümüz kişi, içimizde sürekli bizimle yaşamaktadır. Bağışlama, bu içsel temsilden — yani içimizdeki olumsuz nesneden — kurtulmaktır. Bu da yeni bir başlangıca, geleceğe yönelme imkânı sunar.

Barışma, Özür ve Samimiyet Üzerine

Barışma süreçlerinde özrün geçerliliği ve kabulü, özrün duygusal yoğunluğu, inandırıcılığı ve sahiciliğiyle doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda Willy Brandt’ın, 1970 yılında Varşova Gettosu Anıtı önünde diz çökerek özür dilemesi, samimi bir yüzleşmenin ve bağışlanma talebinin sembolü olarak hafızalara kazınmıştır. Buna karşılık, Türkiye’de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Dersim Katliamı için yaptığı özür açıklaması, mağdurlar ve kamuoyunun büyük bir kısmı tarafından inandırıcı ve sahici bulunmamıştır. Benzer bir durum Sivas Katliamı’nda da görülmektedir: Madımak’ta katledilenlerin yakınlarına yönelik gerçek bir özrün hâlâ dile getirilmemiş olması, toplumsal hafızada derin bir yara olarak kalmaya devam etmektedir. Çünkü içten gelmeyen, yüzeysel ve sembolik özürler, çoğu zaman “kabahatten büyük” olarak algılanır. Bu noktada temel soru şudur: Samimiyet nasıl ölçülür?

Bu sorunun yanıtı, failin tutumunda, davranışlarında ve değer sistemindeki gerçek değişimle ilgilidir. Daha önce birçok bağlamda değindiğim bir meseleye yeniden dönüyorum: Fail travması. Failin, yaptığı kötülüğün ve yol açtığı yıkımın farkına varması, bu farkındalığın onun benliğinde bir dönüşüm yaratması ve mağdura yönelik telafi edici bir çabaya yönelmesi gerekir. Gerçek bir özür, sadece sözde değil; eylemde, tutumda ve sembolikte de karşılığını bulmalıdır. Türkiye bağlamında bakıldığında, özürler çoğu zaman yalnızca biçimsel düzeyde ifade edilmektedir. Devlet ya da ona bağlı yapılar, zaman zaman geçmişteki suçlara dair özür dileseler de bu özürler duygusal bir karşılık taşımaz. Dersim için özür dilenirken bölgenin adı hâlâ “Tunceli” olarak kalmakta, Sabiha Gökçen gibi tartışmalı figürler hâlâ tarihsel kahramanlar olarak anılmaktadır. Kısacası fail, özür dilerken dahi kendi anlatısını, mağduru yeniden incitmeyecek şekilde dönüştürmeye yanaşmamaktadır. Tüm bu süreçlerin sağlıklı işlemesi için, bu tür meselelerin açıkça konuşulabildiği, güvenli ve yargılayıcı olmayan ortamların varlığı büyük önem taşır. Ancak ne yazık ki, toplumsal düzeyde bu güven ortamı çoğu zaman mevcut değildir. Oysa bu tür kırılmalar sadece bir “psikanaliz odası”nın güvenliği içinde değil, yaşamın ve toplumsal ilişkilerin gerçek zemini üzerinde ele alınmak zorundadır.

Bağışlama ve affetme, sadece bireysel-psikolojik değil; aynı zamanda kültürel ve dinsel bir pratiktir. Özellikle dinî bağlamda, Tanrı’nın bağışlayıcılığı sıkça vurgulanan ve temel kabul edilen bir öğedir. En ağır günahların bile Tanrı tarafından affedilebileceği düşüncesi, inananlar için bir tür umut ve arınma imkânı sunar. Burada günah, Tanrı’nın çizdiği yoldan sapma anlamına gelirken; ibadet, tövbe ve iman yoluyla bu günahların bağışlanması mümkün görülür. Ancak bazı suçluluk duyguları yalnızca Tanrı’ya havale edilerek hafifletilemez. Vicdanın sesi her zaman ilahi bir açıklamayla susturulamaz. Markus Bassler, Schuld und Vergebung (file:///Users/sahaperaslan/Downloads/Schuld_Vergebung_2004.pdf) adlı psikoanalitik incelemesinde, vicdanın hem bireysel hem de toplumsal değer sistemleriyle ilişkili soyut bir yapılar bütünü olduğunu belirtir. İnançlı birey, vicdani meseleleri Tanrı’yla ilişkilendirerek açıklarken, çoğu zaman bireysel sorumluluğunu arka plana iter. Oysa bağışlama süreci hem failin bireysel dönüşümünü hem de mağdurun duygusal ve ahlaki yükünden özgürleşmesini gerektirir.

Bağışlama Bir Sanattır: Psikoanalitik ve Toplumsal Bir Perspektif

Psikanalist Verena Kast (Wenn wir uns versöhnen, 2009), bağışlamayı bir “psikolojik beceri”, bir “yetkinlik” ve hatta bir “sanat” olarak tanımlar. Ona göre barışma ve bağışlama, insanın kendisiyle kurduğu dönüştürücü ve reflektif bir diyalogdur. Bu süreçte kişi, adeta kendi “gölge” yanıyla karşılaşır, onunla tartışır ve zamanla barışır. Bağışlanmak bir talep değil, bir arzudur; istenemez, dayatılamaz. Barışmak ise yalnızca intikamdan vazgeçmek değildir; içsel bir süreçtir. Travmatik olaylar, insanın ‚temel güven duygusu’nu (Erik Erikson) ve “dünyaya güven” duygusunu (Jean Améry) parçalar, ortadan kaldırır. Bu koşullarda birey, başkasına olduğu kadar kendisine de güvenemez hale gelir. İşte bu nedenle barışmak, affetmek; içimizdeki korkunun “korku vermeyen” hâle getirilmesidir. Barış, yeniden güvenin zeminini hazırlar. Bağışlamada insan sadece faile değil, kendisine de yaklaşır; kendisiyle ilişkisi de yumuşar. Bağışlamak bir diyalogdur — öfke diyalogundan vazgeçiştir. Bağışlayan kişi, bugüne dek öfkeyle baktığı faili anlamaya çalışır. Aldatılan biri neden aldatıldığını anlamak ister örneğin. Bu anlamda bağışlama, empati yetisinin gelişmesi ve olgunlaşmasıdır. Burada söz konusu olan empati, salt bilişsel bir kavrayış değil, hissedilen ve dönüştüren duygusal bir yakınlıktır. Empati, fedakârlık, uzlaşma ve kendi agresyonunu geriye itme kapasitesini içerir. Ancak burada bir zorluk vardır: İnsan, kendisinde tanıdığı bir duyguyu başkasında fark edip onunla duygudaşlık kurmakta zorlanmaz. Fakat kendisinde hiç gelişmemiş bir duyguyu başkasında tanımak ve onunla empati kurmak zordur. Empati yoksunluğu, duygusal gelişimin sekteye uğradığı çocukluk deneyimlerinden kaynaklanabilir. Savaş gibi travmatik süreçlerde yıllarca süren acımasızlık hâli, toplumsal empati kanallarını köreltmiştir. Kısacası bugün, yeniden empati kurmanın yollarını aramak zorundayız.

Bağışlama, yalnızca dışsal bir uzlaşma değil; kişinin kendi içsel çatışmalarıyla yüzleşme biçimidir. Birey, kendisinde görmek istemediği, ideallerine uymayan yönlerini başka kişilere yansıtır. Çatışma anında bu yansıtmalara başvurarak kötülüğün tüm yükünü failin üzerine boca eder. Oysa bağışlama süreci, bu projeksiyonların farkına varmak, onları geri çekmek ve kendine ait olanı yeniden içselleştirmek demektir. Bu farkındalık, yalnızca faille değil, kişinin kendi içindeki “kötü”yle de yüzleşmesini sağlar. Toplumsal düzlemde de yıllar boyunca yaşanan kötülükler, ekonomik krizler, adaletsizlikler genellikle dış düşmanlara — örneğin “terör”e — atfedilmiştir. Böylece toplum, kendi içindeki şiddeti, zalimliği ve bastırılmış suç ortaklıklarını inkâr ederek dışsallaştırmıştır. Oysa bugün artık kendi “küçük terörlerimizle” yüzleşmenin zamanı gelmiştir. “Terör estirmek” deyimini gündelik yaşamda ne kadar sık kullandığımızı düşünürsek, bu içsel ve yapısal şiddetin ne denli normalize edildiğini görebiliriz.

Bağışlamada özür dilemek merkezi bir eylemdir. Özür, yalnızca yapılan bir yanlışı kabul etmek değil, aynı zamanda intikamdan vazgeçme çağrısıdır. Özür dileyen kişi, aynı zamanda kendi kötülüğünü mahkûm eder, mağdurdan bu mahkûmiyeti onaylamasını ister. Böylece özür, mağdura intikam almadan da güçlü olabileceği bir alan açar. Failin dayattığı güç ilişkisini tersine çevirir. Bu açıdan bakıldığında özür, mağdura fail olmadan, fail üzerinde ahlaki bir üstünlük kurma imkânı sunar. Özür, ilişkinin derinleşmesi, olgunlaşması ve daha anlamlı bir düzleme taşınması için bir imkândır. Ancak özür her şeyi çözmez; sadece yeni bir süreci başlatır. Fail, olay anında ahlaki normları çiğneyerek suç işler — örneğin kendisinden güçsüz birine kötülük yaparak. Bu, onun ahlaksızlaşmasıdır. Bağışlama, failin yitirdiği değerleri yeniden edinmesine olanak tanır. Bu bağlamda mağdur, bağışlayarak failine bir iyilikte bulunur.

Psikoterapist Arno Remmers’in de vurguladığı gibi (Versöhnung als Prozess, 2013, https://www.virgil.at/media/versoehnungsalzburgentwurf2013.pdf), negatif duygulara izin vermeden gerçek bir bağışlama mümkün değildir. Failin de yalnızca olumlu duygularla değil, kendi korkularıyla, suçluluğuyla, çaresizliğiyle yüzleşmesi gerekir. Suçunu kabul eden fail, elindeki güçten feragat eder, bu da onu zayıf ve korunmasız kılar. Bu kırılganlık nedeniyle birçok fail, suçunu inkâr etmeye devam eder. Bağışlama süreci, kimliksel dönüşümlere de neden olur. Fail kimliği ve mağdur kimliği çözülür. Bu, yaşanan travmayı yok etmez; ancak kimlikleri akışkanlaştırır. Bu çözülme, geçmişi yeniden yazma değil; yeni bir özneleşme alanı açma anlamına gelir. Simgesel bir “ölüm” ve yeniden doğuş söz konusudur. Ancak bağışlamanın her zaman olumlu sonuçlar doğuracağı varsayılmamalıdır. Özür dilemek bazı durumlarda suçu sıfırlamak, yeni suçlara alan açmak için araçsallaştırılabilir. Örneğin şiddet gördüğü eşini bağışlayan bir kadın, ikinci bir şiddet dalgasına açık hale gelebilir. Bağışlamayı suçu ortadan kaldırmak ya da yok saymak olarak görenler, şiddet ve suç eylemlerine devam edebilir. Oysa bağışlama, suçu silmek değil, ona verilecek tepkiden (intikamdan) bilinçli olarak vazgeçmektir. Ayrıca bağışlama sürecinde, yaşanan olayın ve suçun net biçimde ayrıştırılması, özrün neye dair olduğunun açıkça ifade edilmesi gerekir. Günlük yaşamda insanlar çok sayıda küçük ve büyük mağduriyet biriktirir. Bu kümelenmiş mağduriyetler içinde yapılan toplu özürler, hedefini şaşırabilir, yetersiz kalabilir ya da hiç kabul görmeyebilir.

Bağışlama ve Onur Meselesi

Bağışlama sürecinde en önemli meselelerden biri, mağdurun aşağılanma yoluyla onurunu kaybettiği duygusudur. Özellikle Kürt köylerinde yaşanan travmatik olaylar bu durumu somutlaştırır: Anne ve babalar, asker ya da devlet görevlileri tarafından çocuklarının gözü önünde aşağılandıklarında, babalar bu aşağılanmadan ötürü derin bir utanca kapılır. Çocuklar ise babalarının çaresizliğini ve kırılmışlığını tanık olarak içselleştirir; bu tanıklık, sıklıkla utancı nefrete ve öfkeye dönüştürür. Böylece sadece bireysel değil, kuşaklar arası aktarılan bir öfke ve onur kırılması oluşur. Bazen bu dinamik tersine de işleyebilir: Ebeveynin içinde bulunduğu çaresizliği çocuk empatik bir şekilde kavrayabilir ve öfke yerine yas duygusu gelişebilir. Sigmund Freud’un bir anısı bu meseleye içsel bir boyut katar: Altı yaşındayken babasının aşağılandığına tanık olur. Babası karşı kaldırıma çekilir, pasif kalır. Freud’un bu anıya dair hatırladığı şey, babasının gözünde düşmesidir. Kahraman baba figürünün yıkıldığı o an… Bu, çocuğun gözünde babanın sembolik gücünü ve otoritesini kaybettiği, dolayısıyla da çocuğun özdeşim kurduğu ideal nesnenin çöktüğü andır. Onur, burada hem bireysel hem de ailesel bir temsil düzeyinde sarsılır.

Onur, şeref ve namustan farklı bir yapıdır. Namus, toplumun belirlediği sınırlar dahilinde yitirilebilir bir niteliktir. Şeref de kaybedilebilir ve yeniden kazanılabilir. Ancak onur, insanın özüyle ilgili varsayılan, her bireyde içkin olarak var olduğu kabul edilen bir değerdir. Onur, aslında yitirilemez. Fakat aşağılanma ve şiddet anlarında, kişi öznel olarak onurunu kaybetmiş gibi hissedebilir. Buradaki fark, yaşantının duygusal düzeyde nasıl deneyimlendiğiyle ilgilidir: Onur nesnel olarak elimizden alınmasa da mağduriyet ve aşağılanma, onun içsel temsilinde ciddi bir yara açabilir. İşte bağışlama meselesi tam da bu noktada karmaşıklaşır. Çünkü bağışlamak, yalnızca geçmiş bir hatayı affetmek değil, aynı zamanda kırılan öz saygıyı, zedelenen onuru yeniden kurma sürecidir. Bu onarımın mümkün olabilmesi için failin sahici bir farkındalık geliştirmesi, mağdurun ise duygusal olarak tanınması gerekir. Aksi hâlde, özür ya da bağışlama çağrısı, mağdurun yeniden aşağılandığı bir tekrar travması üretir.

İnsan Doğasına Dair İki Temel Yalan: Narsisizm ve Yeni’nin Vaadi

Massimo Recalcati, (Lob der Vergebung, 2015) modern çağın insan anlayışını şekillendiren iki temel yalandan söz eder. Bunlardan ilki, insanın mutlak özgür, bağımsız ve özerk olduğu iddiasıdır. Bu görüş, bireyin anlamını aldığı Öteki ile olan bağını reddeder ve sembolik borçtan kaçınır. Oysa insan, kendi öznel deneyimini ancak Öteki ile olan ilişkisi içinde kurabilir; onun diliyle, onun bakışıyla, onun varlığıyla şekillenir. Narsistik yalan, bu ilişkiselliği inkâr ederek bireyin kendi kendini yaratabileceği yanılgısını besler. Kendi adını kendi eliyle “yaratmak” ideali, öznenin imgede donduğu, ilişkiden azade bir bireycilik kültüne dönüşür. Bu kült, kişinin kendi suretine tapan bir özgürlük yanılsaması içinde hapsolmasına yol açar.

İkinci temel yalan ise, “yeni”yi kurtuluşun, iyiliğin ve özgürlüğün mutlak kaynağı olarak yüceltir. Henüz sahip olunmayan şey, sahip olunandan daha değerli kabul edilir. Böylece mevcut olan asla yeterli değildir; doyum sürekli ertelenir ve daima geleceğe havale edilir. Bu bağlamda ihtiyaçlar, asla doyurulamayan sözde ihtiyaçlara dönüşür. Tüketim toplumunun ürettiği bu sahte ihtiyaçlar, özneyi sonsuz bir arzunun içine hapseder. Yani kapitalizm asıl gereksinimleri manipüle eder ve yerine yapay gereksinimler sunar. Bu yapay gereksinimleri doyurmak imkânsızdır. Bunun en basit anlamı şu: “plastik bir memeyle karın doyurmaya çalışmak” veya “sakız çiğneyerek doymayı ummak” gibi. Yani gerçek ihtiyaçlar karşılanmaz; onların yerini tatmini mümkün olmayan yapay istekler alır.

Recalcati’ye göre sevmek, yalnızca bir başkasına yönelen duygu değildir; aynı zamanda öznenin kendine olan sevgisinin bir yansımasıdır. Sevgi, seven kişinin ruh halinde coşku yaratır; kişinin kendisini daha canlı, daha anlamlı hissetmesini sağlar. Bu nedenle fedakârlık da salt özgeci bir edim değil, başkası üzerinden kendini iyi hissetmenin bir yoludur. Özne, fedakârlık aracılığıyla kendi değerini yeniden kurar; başkasına verdiğiyle kendisini onarır.

Ceza, Affetme ve Affedilemeyenle Yüzleşmek

Modern toplumda suçun ortadan kaldırılması arzusu, çoğu zaman suçlunun ortadan kaldırılması yönünde tezahür eder. Ölüm cezası, yalnızca suçlunun bedenini değil, onun işlediği suçu da silmeyi hedefleyen bir fanteziyi içerir. Suçlunun yok edilmesi, onun yaptığı eylemin de tarihten kazınması anlamına gelir. Bu bağlamda, suç karşısında affetmek, özellikle de “ağır bir suç” söz konusuysa, “affedilemeyeni affetmek” anlamına gelir. Bu, öznenin etik bir sınavıdır.

Recalcati, affetmenin pişmanlığa verilen pasif bir tepki olmadığını savunur. Aksine affetme, zaman isteyen aktif bir çalışmadır. Bu süreç, ihanete uğramış öznenin içine dönmesini ve kendi yarasıyla yüzleşmesini gerektirir. Affetme çalışması asimetriktir; yani özne bunu tek başına yapar ve karşı taraftan gelen bir eyleme bağlı değildir. Bu yüzden de öznenin yalnızlığında, belirsizlik ve körlük içinde ilerler. Öteki’nin artık “yabancılaşmış” olan varlığıyla tekrar temas kurmak, öznenin hem kendi kimliğini yeniden tanımasını hem de yarasının kalıcılığıyla yaşamayı öğrenmesini gerektirir.

Affetme, travmatik bir olayın izlerini silmeyi değil, bu izlerle birlikte yaşamayı mümkün kılmayı hedefler. Bu yüzden “hadi her şeyi unutalım” gibi kolaycı bir barışma formülüne indirgenemez. Bazen affetme süreci, yas tutma süreciyle iç içe geçer. Sessizlik, geri çekilme ve içe dönme; affetmenin ruhsal mekaniğinin parçasıdır. Bu bağlamda affetmek, geçmişi silmek değil, onu anlamak ve yeniden kurmakla ilgilidir.

Öteki’ni Tanımak: Kimliğin Sınırında Durmak: Affetmenin ve etik ilişkinin kalbinde, Öteki’nin başkalığını tanıma vardır. Recalcati’ye göre bu tanıma süreci temelde acı vericidir. Çünkü Öteki’ni tanımak, “ben”liğin mutlak olmadığını, dünyanın ya da bir başkasının yaşamının bende tükenmediğini fark etmektir. Özne, Öteki’nin kendinden farklılığını içine alamaz; onu dönüştüremez ya da kendi kimliğine katamaz. Bu farkın kabulü hem kimliğin sınırlarını çizer hem de gerçek bir etik ilişkinin başlangıcını oluşturur.

Ressentiment: Affedememenin Politikası

Cynthia Fleury’nin (2023, Hier liegt Bitterkeit begraben,2. Baskı) ressentiment üzerine yaptığı çalışmada belirttiği gibi, intikam ile ressentiment arasında önemli bir fark vardır. Ressentiment, bastırılmış̧ öfkenin, affedilemeyen geçmişin ve ifade edilemeyen acının kronik hale gelmesidir. Ressentiment mağduru, yalnızca başına gelen olaydan değil, görünmez olmanın, sayılmamanın, anlatılamamanın travmasından muzdariptir. İntikam bir eylemken, ressentiment bir durumdur; aktif değil pasiftir, rahatlatmaz, büyür ve büyür. Fleury’nin dikkat çektiği bir diğer mesele de ressentiment'in ahlaki duyarlılığı çarpıtmasıdır. Failin kim olduğu bile artık önemli değildir; önemli olan kurbanın haklılık pozisyonunu terk etmemesidir. Bu ise adaletin değil, adaletsizliğin sürekliliğine hizmet eder.

Affetmenin Imkânsızlığı: Paul Ricœur’e (2012 Hafıza, Tarih, Unutuş. Metis ) göre affetme, yalnızca suçu kabul eden bir fail varsa mümkündür. Fakat çoğu zaman fail yoktur ya da kabul yoktur. Bu durum, mağdurun acısını "bağışlanamaz" kılar. Ricœur, Derrida’yı izleyerek, affetmenin aslında ancak bağışlanamaz olana yöneldiğinde gerçek bir anlam taşıdığını savunur. Yani, affetme, bir unutma değil, aksine hafızaya unutulmamak üzere işelemdir. Bu noktada, intikam ve affetme karşıt değildir; her ikisi de hafızayla ilişkilidir.

Intikam, Adalet ve İnsanlaşma: Intikam, insanın adalet arayışında başvurduğu en eski yollardan biridir. Ancak modern toplumda bu yol artık meşru görülmemekte, hatta suç sayılmaktadır. Bununla birlikte, bastırılan intikam duyguları farklı biçimlerde – siyasi radikalleşme, bireysel öfke patlamaları, hatta hastalık semptomları olarak – geri döner. Bu bağlamda, intikamı anlamak, onu etik sınırlar içine almak ve ifade etmenin alternatif yollarını bulmak hem bireysel hem toplumsal sağlığımız için önemlidir. Affetmenin ve hatırlamanın yollarını keşfetmek ise, intikamı dönüştürmenin, onu anlamlı bir politik eyleme – hatta insanlaşmaya – dönüştürmenin bir yoludur.

Bağışlama ve Affetme Arasında: Suçluluk, İntikam ve İçsel Çözülme

Bağışlama ve affetme, insanın suça, yaralanmaya ve onarıma dair verdiği en derin cevaplardan biridir. Bu kavramlar yalnızca bireysel psikoterapi süreçlerinde değil, aynı zamanda toplumsal, kültürel ve etik alanlarda da yoğun biçimde tartışılmaktadır. Hem iyileştirici bir ideal hem de yükleyici bir beklenti olarak algılanan bağışlama, ahlaki bir zorunluluktan çok daha fazlasıdır: İçsel, karmaşık ve çoğu zaman çelişkilerle dolu bir süreci temsil eder. Psikanalist meslektaşlarım André Karger, Matthias Hirsch, Bernd Klose ve Angela Kühner’in analizleri, bağışlamanın yalnızca faille kurulan ilişkide değil, öznenin kendisiyle ve iç dünyasındaki karmaşık çatışmalarla kurduğu ilişkide de temellendiğini göstermektedir.

André Karger, (2012, Verzeihung – Reconciliation – Versöhnung) bağışlama (Vergebung) ve affetme (Verzeihen) kavramları arasında önemli bir ayrım yapar. Ona göre affetme, kişiler arası dünyevi bir olayken; bağışlama daha çok içsel, ahlaki ve psikodinamik bir çabadır. Bağışlama, salt bir edim değil; pişmanlık, suçun kabulü ve telafi girişimlerini içeren bir süreçtir. Ancak bu sürecin gerçekleşmesi, failin davranışlarından ziyade, mağdurun duygusal ve sembolik düzeyde verdiği mücadeleye bağlıdır. Mağdurun öfkesini, intikam arzusunu ve haklı beklentilerini bastırmak değil; bunlarla sahici bir yüzleşme yaşamaktır asıl mesele. Bu bağlamda bağışlama, bir ilişkinin yeniden kurulması anlamına gelmeyebilir – esas olan içsel yükten kurtulmadır.

Bir çok konuda kapsamalı kuramsal çalışmalar yapmış olan psikanalist Matthias Hirsch, (2012,Schuldanerkennung – Verzeihen – Versöhnen) özellikle travmatik bağlamlarda suçluluğun ve bağışlamanın derin psikodinamik etkilerini vurgular. Freudcu geleneğin ötesine geçerek, gerçek faillerin ve mağdurların olduğu durumlara işaret eder: İstismar eden ebeveynler, fiziksel ya da duygusal şiddet uygulayan bakıcılar. Bu tür durumlarda çocuk, faille mazoşistik bir özdeşleşmeye gidebilir: Suçu kendi içine alır, kendisini değersizleştirir ve hayatı boyunca bu yapıyı yeniden üretir. Hirsch’e göre bağışlama, failin affedilmesinden çok, bu içselleştirilmiş suçla ve onun doğurduğu kimlik biçimiyle hesaplaşmak anlamına gelir. Gerçek suç, nörotik suçluluk gibi çözülerek ortadan kalkmaz; ancak tanınabilir, duygusal olarak işlenebilir ve faille yeniden tanımlanmış bir ilişki içinde dönüştürülebilir. Terapötik süreç bu içselleştirmenin bozulmasını, benlik sınırlarının yeniden inşasını ve nevrotik suçlulukla gerçek suç arasındaki farkın ayrıştırılmasını hedefler.

İntikamın İşlevi

Bernd Klose, (2012, Racheimpulse als Ausdruck regulativer Psychodynamik und Racheverzicht als kulturelle Forderung) intikamı yalnızca ilkel bir dürtü değil, aynı zamanda düzenleyici bir psikodinamik tepki olarak değerlendirir. İntikam duygusu, çoğu zaman yaşanan bir kontrol kaybı, anlamsızlık ya da güçsüzlük deneyiminden doğar. Bu duygu, bireyin kendilik sınırlarının parçalandığı bir durumda, sembolik bir düzeni yeniden kurma arzusunun ifadesidir. Modern toplumlar, intikamdan vazgeçmeyi bir medeniyet göstergesi olarak yüceltirken, birey düzeyinde bastırılan bu dürtü patolojik biçimlerde geri dönebilir. Klose’a göre intikamdan vazgeçmek yalnızca ahlaki bir tercih değil, aynı zamanda benliği koruyan bir öz-düzenleme biçimidir. Ancak bu vazgeçiş, bastırmayla değil; duygunun tanınması, simgeleştirilmesi ve uygun kanallarla dönüştürülmesiyle mümkündür. Klose, intikamı duygusal düzenin bir yanıtı olarak ele alır. Güçsüzlük, anlamsızlık ve kontrol kaybı deneyimlerinden doğan intikam arzusu, regresif bir geri çekilmenin ifadesi olabilir; ancak aynı zamanda eylem kapasitesinin sembolik bir yeniden inşasına da hizmet eder. Klose, bu nedenle intikamdan vazgeçmenin ahlaki değil, psikodinamik bir kendini koruma tepkisi olduğunu savunur.

Angela Kühner (2012, Rache – als Wunsch und Unterstellung) ise odak noktasını bizzat intikam arzusuna yerleştirir. Ona göre bu arzu bastırılmamalı, patolojikleştirilmemeli ya da ahlaki olarak küçümsenmemelidir. İntikam arzusu, kişinin yaşadığı haksızlığa karşı iç dünyasında verdiği bir cevaptır: Değersizlik, yok sayılma ya da aşağılanma karşısında bir özsaygı savunusu, bir onur jestidir. Rüya, fantezi ve sembolik düzeyde işleyen bu arzu, faille bağın sürmesini de sağlayabilir – hatta mağduriyetin bir ifadesi değil, direnişin ta kendisi olabilir. Özellikle kadınlar söz konusu olduğunda, intikam sessiz bir direnç biçimi, görünmeyen bir adalet jesti haline gelebilir. Kühner, intikamın bazı durumlarda sevgiye, aitliğe, hatta kendini sevmeye dair bir ifadeye dönüştüğünü ve dolayısıyla terapi alanında ciddiyetle ele alınması gerektiğini savunur.

Kühner, intikam fantezisinin kendisini terapötik olarak ciddiye alınması gereken bir affektif gerçeklik olarak tanımlar. Rache, yalnızca bir savunma mekanizması değil, aynı zamanda özdeğerin, onurun ve kendi yaralı benliğine olan sevginin de ifadesi olabilir. Kadınlarda bu fantezi, baskıya karşı sessiz bir direniş formu olarak ortaya çıkabilir. Kühner, bu arzuların "olgun olmayan" ya da "ilkel" olarak etiketlenmeden, gerçek haksızlıklara verilen geçişsel tepkiler ve başa çıkma stratejileri olarak ele alınmasını savunur.

Affetmek Unutmak Değildir

Tüm bu yaklaşımların ortaklaştığı temel bir fikir vardır: Affetmek, unutmak ya da yok saymak değildir. Ne suçun ne de failin inkârıdır. Aksine, bu süreçler, mağdurun kendi içsel çatışmalarına ve duygularına dürüstçe yaklaşmasını gerektirir. Affetmek, bazen bir ilişki kurmakla değil, ilişkiyi sonlandırmakla; bazen geçmişi onarmakla değil, onu kabul etmekle ilgilidir. Psikodinamik olarak bu, iyi ve kötü’nün ayrımında katı kalan pozisyonlardan çıkıp, ambivalansı taşıyabilen, yas tutabilen ve onarımı sahici bir şekilde arayan bir özne pozisyonuna geçişi ifade eder.

Bağışlama, ne evrensel olarak herkesin geçebileceği bir yol ne de çelişkilerden azade bir süreçtir. Ancak intikamın affektif gerçekliğini, suçluluğun ilişkisel doğasını ve affetmenin bireysel karmaşıklığını kabul etmek, yeni bir etik zemin inşa edebilir. Bu zemin, büyük uzlaşmalardan ya da dramatik barışmaların ötesinde, en azından “bağışlanamaz” olanla yaşamayı öğrenme ihtimaline alan açar.

Bağışlama, ahlaki bir emir değil, karmaşık ve çelişkili bir süreçtir. Ne unutmayı ne de bastırmayı gerektirir. İntikamın duygulanımsal gerçeklik olarak tanınması, suçun ilişkisel boyutunun kabulü ve affetmenin bireysel bir iç düzenleme olarak değerlendirilmesi, "affedilemez olanla" yaşamayı mümkün kılabilir.

Bu kadar uzun sözden sonra son cümlem şu: On binlerce insanın katledildiği, zulüm imparatorluklarının kurulduğu dönemlerden geçtik. Böyle bir durumun özrü yok. Ama buna rağmen bağışlama, affetme imkânsızı istemektir. İşte barış dediğimiz şey, imkânsızı gerçekleştirme arzusu, azmi ve sevincidir.