Metin Yeğin
Bir ağaç kabuğu
Eşi ve çocuğuyla birlikte yürüyordu. Eşi de onun gibi siyahtı ve onun gibi, uzun zamandır yoksul. Bunu hiç konuşmamıştık ama her bakan anlayabilirdi. İnsanın göz bebeklerine işaret bırakıyordu yoksulluk. Yara izi gibi bir şeydi bu. Mutlaka keskin bir acı çiziyordu göz bebeğini, o yara izinden bazen, hayat akıyordu dışarı, bazen ama. Manasız bir neşe, gözlerinde saklı durmaktan bıkmış bir şeyler dışarı taşıyordu. Her yoksulda vardı bu. Her gün 20 kilometre kadar yürüdükten sonra, bizim için kurulmuş çadırlarının birinin önünde, kendi kendine başlayan bir dansın içindeyken oluyordu bu mesela. Yara izlerinden belli olanlar ve yara izlerinden kardeş olanlar, birbirlerine sarıldıklarında, bu dans ve durdurulamaz bir şenlik çıkıyordu ortaya.
‘Tanrı eğer bu dünyada dansı vermeseydi bize, cehenneme gerek yoktu zaten’ dedi. Bunu söylerken gözlerinin derinliğinde dans ediyordu eşi, kucağında çocukları, henüz 3 yaşında filan sanırım ve çok muhtemel, özgürce büyüyecekti, anne ve babasının ve arkadaşlarının, hani yaralarından kardeş olanların, işgal ettiği büyük toprak sahiplerinin özgürleşmiş toprağında.
-Ne güzel bir şeydir, büyük toprak sahiplerinin topraklarını işgal etmek. Ortalık taze kırılmış çit kokar ve faka basmış mülkiyet.-
İlk günden beri bana yataklarını vermişlerdi. ‘Biz zaten birbirimizden hiç ayrılmadan yatıyoruz’ diyorlardı, birbirlerine çocuklarından tutturulmuş gibiydiler, aynı yatağı paylaştıklarında. 4 ya da 5. gündü galiba, 80-100 kilometre yürüdükten sonra, ‘MST- Topraksız İşçi Hareketi’, iki battaniye verdi bize. Yeniydi battaniyeler ve hiçbir şeyimiz yok diye bir yerden bulmuşlardı. Halbuki, bizimle her şeyini paylaşan, 12807 kişi vardı. Onlar da biliyordu ama uzaktan gelmiştik işte biz, çok uzaktan…
Yürüyüş bittiğinde biz de battaniyeleri, o siyah aileye vermek istedik. Çok sevindiler buna. Neredeyse hiçbir şeyleri olmadığından olabilirdi bu ya da 285 kilometreyi birlikte yürüdüğümüzden, bize saldırdıklarında kol kola girdiğimizden ve bir sürü şeyden. Bazen nesneler, kendi boylarını aşıyorlardı işte, adeta ‘şahsiyet’ kazanıyorlardı ya, öyle bir şey…
‘Bir dakika’ dedi. Çocuğunu battaniyelerin üstüne bırakıp, çantasını açıp, bir ağaç kabuğu çıkardı içinden. Bir avuç kadardı ağaç kabuğu, turuncuya benzer bir rengi, parlak bir sırtı vardı. ‘Bunu sana vermek istiyordum, kaç gündür’ dedi. ‘Ayağına sar.’ Su toplamıştı baş parmağım. ‘Karnın ağrırsa ve ateşin çıkarsa, bir parça kaynat iç’
Oradan ayrıldıktan 3 ay sonra bile yanımdaydı ağaç kabuğu. Hiç kullanmamıştım. Pek hasta olmamak gibi bir huyum vardı. Venezuela’dan çıkarken, bütün çantaları tek tek arıyorlardı. Dışarı bitki çıkarmak yasaktı, ağaç kabuğunu bilmiyorum. Onu çantadan çıkartıp, kenara bir yere bıraktım.
Ne zaman ateşim çıkarsa aklıma geliyor, turuncuya benzer bir rengi, parlak bir sırtı vardı…
Metin Yeğin: Yazar, belgeselci, sinemacı, gazeteci, avukat, seyyah... CNN-Türk, NTV, Kanal Türk, Al Jazeera, Telesur televizyonlarına 200'e yakın belgesel ve kurmaca filmler yaptı. Türkiye'de Cumhuriyet, Radikal, Birgün, Gündem; Gazeteduvar, dünyada, Il manifesto, Rebellion gazetelerine köşe yazıları yazdı. Dünyanın sokaklarını anlattığı 10'dan fazla kitaba sahip. Dünyanın farklı yerlerinde yoksullarla birlikte evler inşa etti, bir sürü farklı işte çalışarak yazılar yazdı, filmler çekti. Birçok ülkede kolektif çalışmalara katıldı, kooperatif örgütlenmelerine öncü oldu. Ekolojik direnişlere katıldı, isyanlara tanıklık etti. Türkiye ve birçok ülkede öğretim üyeliği yaptı... Ve dünyayı değiştirmeye çalışmaya devam ediyor hâlâ...