Aytül Hasaltun Bozkurt
'Bir dil bir diğer dille vurulup yok edilemez'
Bu hafta şair- yazar ve demirci ustası aynı zamanda Artı Gerçek yazarı Fadıl Öztürk’le yeni çıkan kitabı Saatli Muhalif Takvimi üzerine konuştuk. İyi okumalar dilerim.
Fadıl, yeni kitabının ismini uzun zaman önce senden duymuştum. İsmin öyküsünden başlayarak, kitabın hakkında neler söylemek istersin?
Kitabın ismi Piya döneminden beri aklımdaydı. Değişik gazete ve dergilere yazdığımda bunları ileride kitaplaştıracağım belliydi zaten. ‘Ateşe Konuş Küle Ağla’ kitabım da bu tür kitaplardan birisidir. Tür olarak deneme de denebilir ama Sedat Şanver yazdıklarımın mensur şiir kategorisine girdiğini söylemişti. Piya’dayken ‘bu yazılarımı nasıl toplayabilirim?’ diye düşünüyordum. Piya dönemi aklıma düşen bu ismi hiç bırakmadım. İsim beni terk etmedi ve karşıladı yazdıklarımı, ben de onu karşıladım, geldik buluştuk.
Bence bir dil iki biçimden okuruna ulaşır; biri bir nevi betondur, parçalanmaz, okurun hayatında yolculuk etmez. Gider o insana çarpar ve o insan sadece bir yazı okuduğunu bilir, o yazı üzerinden kendi hayatına yürümez. İkinci bir dil ise (ki ben bu günkü siyaseti eleştirilerimde de bunu dile getiriyorum) okuduğunda insana hayal kurduran bir dildir. Böyle olmasını önemsiyorum. Bunu sadece kendim için değil, siyaset yapanların da artık böyle bir dil kullanmaları gerektiğini düşünüyorum. Buna çok iyi bir örnek de verebilirim; geçen haftalarda madencilerle ilgili yazdığım yazıda da bunu dile getirmiştim; madenciler direnip konuşurken ‘Öyle mi alay komutanı’ dediğinde benim içimde kalan cümleyi kurdular. Ben o seslenişi aldım kendi hayatımda yürüdüm. Özetle şu; siyaset hangi yönden gelirse gelsin bu günkü diline itirazdır benim yazdığım dil. Nasıl itirazdır; insana değen ve değdiği yerde düşen bir dildense, kime değiyorsa o insanın kendi hayatında yolculuk etmesine, hayal kurmasına, itiraz etmenin olanaklarını yaratmasına kapı açan olmalıdır. Eğer ileride bir devrimci hareket olursa dili klasik sol dilinden çok okuduğunda okuyan militana da halka da hayal gördürmeli. Bu dile en yakın Zapatistaları görüyorum. Onlar bizim bildiğimiz politik bir dil kullanmıyorlar; halklarının dilini, vicdanını, görüşünü kullanıyorlar. Dil olarak benim üstüme düşen, en azından okuyucunun kendi hayatında da hayal kurmasıdır.
Şiire cezaevinde başladın. Yazıyla kurduğun ilişki nasıl başladı ve nasıl gelişti?
Özgür bir hayattan koparılmış, geleceği tasarlayan ve bu uğurda mücadele eden devrimciler anlamında söylüyorum sadece kendime ilişkin değil; bir gelecek tasarlamış ve o geleceğe ömrünü yatırmış genç insanlar olarak bu işi başaramamıştık. Onun bir hüznü vardı zaten içimizde, bir kırılıp dökülmesi vardı. Dışarıya mektup yazarken mektup da yetmez oluyordu. Bu ihtiyaçtan kaynaklı ben imgeye sarıldım ve şiire yakın olduğumu gördüm. Eğer ciddiysen şiirin insana kendi dilini, kendi şiirini yaratmak zorunda olduğunu hatırlatan bir yapısı vardır. Böylelikle tanıştım şiirle. Önce mektuplardaki kısa dörtlüklerle. Tabi sesim karşı tarafa ulaştığında mutlu da oluyordum. Karşı tarafta anneme ulaşmışsa annem de mutlu oluyordu. Bir de biz devrimciler duygusu olan, sevinci olan, hüznü olan insanlarız, sonuçta sadece devrim yapmakla görevlendirilmiş robotik askerler değildik. İçerideyken tek bir duyguya teslim olup oradan bir çöküntü yaşamamız mümkün değildi. Kendimi düştüğüm yerden ayağa kaldırmak anlamında şiir bana iyi geldi. Şiir yazıyorum diye kendime şair demiyordum. Yazdığım şiirleri koğuşta dolaşıma sokmuyor, yastık altında saklıyordum. Bir geçiş süreci, bir utangaçlığı aşma, şiiri sahiplenme süreci yaşadım.
Kesintisiz devam ettin mi yazmaya?
Şiir yazanı terk etmez. Şiire bir süre ara verilse bile, şiir terk etmez onu yazanı. Bir nedenle olmadık anda kendini hatırlatır. Cezaevinde yazan biri olarak dışarıya çıktığımda da yazmaya devam ettim. Dışarıdaki hayat kavgası içinde ‘Esmer Bir Acı’ şiir kitabımı çıkardım. Şiirin bir masası, bir ilhamı getiren saati yok. O masada uyuyup uyanmaya da ihtiyaç duymaz. Yazanın hayattan beslenmesini ister şiir.
İyi bir serigrafi ustası olarak yıllarca reklam atölyemde çalıştım. Dışarıdan bakıldığında bütün o yoğun iş yükü içinde şiire zaman ayırmadığım görünse de, şiir içimde hep dolaşıyordu. Kahvaltı masasında bile aklımda yürüyen dizeleri bir parça kâğıda yazıp, tıpkı cezaevinde yaptığım gibi bir kenara koyardım. Şiir hep benimle beraber geldi. Demircilik yaptığımda da, şehirleri, şantiyeleri dolaştığımda da, işsiz kaldığımda da ben onun o benim yanımdaydı. Beş buçuk saat süren açık kalp ameliyatı sonrası yoğun bakımda gözlerimi açtığımda da şiiri baş ucumda beni bekler bulmuştum.
Bir şair olarak kabul sürecin nasıl gelişti ve yolculuğun Piya Sanat Kolektifi ile nasıl kesişti Piya nasıl bir deneyimdi senin için?
Enver Gökçe şiir yarışmasında ben, Mehmet Çetin ve Leyla Şahin ödülü paylaşmıştık. Bir müddet sonra hemşeri olmamızın da kıymetiyle Mehmet’le mektuplaşmaya başlamıştık. Cezaevinde kitabımı edinmiş, o kargacık burgacık yazısıyla şiirime ilişkin üç sayfalık düşüncelerini iletmişti bana. Mehmet’le ilişkimiz o günlerde başlamıştı. Mektuplarında ‘Piya’ projesini paylaşmış, o konuda yazışmıştı benimle. Cezaevinden dışarı çıkar çıkmaz kaçınılmaz olarak hayat kavgasının içinde bulmuştum kendimi. Reklam ve serigrafi atölyeleri kurmuş, ışıklı tabelalar yapıp caddelere asmış, büyük firmaların binlerce kampanya pankartlarını yapıp teslim etmiştim. Ben mi onların çalışıyordum yoksa onlar mı benim yanımda çalışıyorlardı belli olmayan bir iş ilişkisi içinde azalıp çoğalan sayılarıyla çok insana ekmek kapısı olmuştu atölyem.
O zamanlar ancak pazar günleri Piya’ya gidip geliyordum. İş yerimi tamamen kapattıktan sonra Piya’ya gittim ve Mehmet’e ‘Ben geldim’ dedim. Ondan sonra eskiden katılımcısı olduğum bir yapının fiilen yürütücülerinden biri oldum. Hep beraber koca mekanlar yarattık. Yayınlanacak kitaplar, kâğıt parası bulmak, kitapları matbaadan almak, dağıtıma vermek gibi koşuşturmalarımız oldu. MÇ’nin deyimiyle düzenin ekonomisiyle hesaplaşmak gibi. En azından çok rahatlıkla ‘biz denedik’ diyebiliriz, arkada bir pratik bırakarak denedik. Mikrofonun sahne üzerindeki iktidarını kırmak için sahne alışı bile denedik, çok şey denedik…
Mesela şiir kitapları bizden önce 3. hamur kâğıda basılırdı, karton kapaklar parlak değildi, bizim yayıncılığımızla birlikte şiir kitapları 1. hamura basıldı. Yayıncılığımızla şiir kitaplarına ‘itibar’ kazandırmıştık. ‘Meşhur şairler’ bile kitaplarını Piya’dan basmaya çalışıyorlardı. Hiçbir zaman da hatır gönül yayıncılığı yapmadık. Kendi mecrasında kendi şiirini yazan şairleri önemsedik ve kitaplarını yayınladık.
Piya, yüzlerce kitap basmış bir yayınevi. Bu kitaplar öyle matbaaya gidip gelmekle basılmadı elbette. Arkadaşlıklar, dostluklar, dosyaların okunması, kitapların yayınlanıp pazarlanması, festivallere gitmemiz, etkinlikler yapmamız, şehirleri dolaşırken kolektif havanın neşesini beraber götürmemiz, bir kişi olmamamız, bir kişiye hitap etmememiz ve herkesin ortaklaştığı bir ortamı yarattık...
Editörlüğünü eşin yaptı. Eşinle birlikte çalışmaya dair neler söylemek istersin.
Benim bütün yazılarımın yazanı benim ama süzgeci, vicdanı Berrin’dir. Onu süzen, fazlalıklarını çıkaran, çıkarırken de bana ‘evet, böyle daha iyi oldu’ dedirten Berrin’dir. Bu konuda çok şanslıyım. Çünkü bunlar kolay şeyler değil. Bir gazeteye yazarsınız ve editörün insafına bırakırsınız ama bizim evde ben sabah odama gider oturur yazarım, öğleden sonra da Berrin’e getiririm. O önce sessizce okur sonra bana önerilerini, eleştirilerini tek tek söyler. Dikkatli okursanız görürsünüz, yazılarımda bir kadının ayak izleri vardır, ‘erkek’ yazıları değil.
Evet, sen hiçbir zaman ‘erkek’ yazıları yazmadın zaten. Yazılarının Berrin’le beraber biraz daha vurgusu ya da kıvamı artmış olabilir.
Ona da sormak isterim. Berrin nasıl beraber çalışmak?
‘Berrin’in ayak izleri’ cümlesi Fadıl’ın mütevaziliği, teşekkür ederim.
Fadıl Öztürk- Bunları yazmıyorsun Aytül.
Berrin Bicek Öztürk- Yok yazıyorsun, özellikle yazıyorsun. Fadıl çok mütevazi bir insandır. Fadıl’la çalışmak şöyle: Onun zaten bir iç dünyası var, kelimelerden oluşan çok geniş bir dünyası var. O kelimeleri tek tek yüreğinden süzüyor, ben de altına kova koyup topluyorum, durum özetle bu. Fadıl kelimeleri süzen ben de toplayan, kovanın üzerine düşen çalı çırpıyı temizleyenim.
Evet bir yandan onun heyecanını, diğer yandan kendi heyecanımı bastırıyorum. Çünkü önüme ne çıkacağını bilmiyorum. Ama ilk paragrafta önüme ne geldiğini hemen anlıyorum. İlk paragraf iyiyse yazının gerisi muazzam diye düşündürüyor bana. Kahveden sonra yazıyı bir kez de sesli okuyorum Fadıl’a. O yazısını benim sesimden dinlemeyi seviyor. Sonra düzeltmelerini yapıyorum ‘tamamdır’ diyoruz, ve yazı okurlarla buluşuyor.
Fadıl Öztürk- Benim için yazının duygusu ortaklaşmaktır aslında.
Biraz daha açsana ‘ortaklaşma’ ne demek senin için?
Ben bu dünyaya, bu ülkeye ait bir dert taşıyorum. Benim yazılarım, derdimi ortaya döktüğüm yerdir. Okuyanları okuyucu olarak görmüyorum. Derdim, kaygım gelecek için kurduğum cümleler ortaklaştıkça seviniyorum. Bununla ilgili bir örnek vereyim: Piya sonrası dönemde tüm yayın faaliyetlerinden uzaklaşıp, Bodrum’a demircilik yapmaya gittiğimde bir blog site kurdum, hatta oraya tüm kitaplarımı da koydum, ‘İsteyen gelsin bulsun okusun’ diye. O gün yaşadığım sevinci bugün de yaşıyorum. Ben edebiyat dünyasında fiilen olmayıp, demirciler dünyasına girdiğimde bir baktım ki okumak isteyen insanlar var ve arayıp buluyorlar. O gün duyduğum sevinç bu günkü sevincim. Yazıyı okuyanların duygularıyla ortaklaşabilmek beni sevindiriyor ve boşa yazmadığımı anlıyorum. Çünkü ben gelecek kaygısı taşıyan bir neslin evladıyım. Yüksünmeden bütün zahmetlerini de çektik bu gelecek kaygısının. 18 yaşındaki gibi kuru bir slogan atıp, yumrukları sıkmayı da yeterli bulmuyorum artık. Daha geniş, içinde estetiği taşıyan, geleceği sadece ‘gelecek’ kelimesiyle sınırlamayan; kadına, çocuğa, işçiye, köylüye, etnik kimliklere dokunan bir dünyayı hala hayal ediyorum. Ve günlük siyasetin ürettiğinin dışında başka bir estetik yol üretmek benim muhalefet etme biçimimdir. ‘Kaba muhalefet yapın!’ deseler yapmam/yapamam artık. Ben muhalefet yapmayı, insanlara sadece bir örgütün yahut da bir ulusun doğrularını dayatmak olarak görmüyorum. Toplumdaki bireylere kendi gelecekleri için, kendilerinin de hayal kurmasının anahtarı olmak isterim. O kadar… Benim yaptığım bu. Bu beni mutlu ediyor, umarım yazdıklarımın vardığı yerde yetiştiği insanları da mutlu ediyordur.
Bu bölümden sonra eşim Artı Gerçek Forum ve Yazar Editörü Kemal Bozkurt’ta izin isteyip bir soru sormak istedi.
Kemal Bozkurt- Fadıl bir odan bir masan olmasa bile bilgisayarını dizine koyup yazabilirsin. Peki yazının yayınlanma alanlarına nasıl bakıyorsun? Yazmaya yeni başlayanlar için kapılar yeterince açık mı sence?
Hayat alanlarımız çok sıkıştığı için yazı alanları buradan çıkışın yoludur. Bir siyaset, bir yayın organı yahut bir medya kuruluşu tarafından bir deklarasyon ya da çıkış bildirisi biçiminde ifade edebilir ve kendi sınırlarını çizebilirler. Ama şu bir gerçek Kemal, her zaman onların tarif ettiği çerçevenin dışında yaşayanlar da olacaktır. Taleplerim konusunda kendim ile onlar arasında ortaklaştığım, dilime karışmadıkları oranda devam ettiğim yerler, dilime karışıp yazıma haksızlık edildiğinde de ‘hadi eyvallah arkadaş’ deyip gittiğim yerler de olmadı değil. Ama şunu söyleyebilirim; sesi çok çıkanların, fotoğrafları çok yayınlananların, her toplantıda mikrofonu eline alıp bağırıp çağırarak sesini öne çıkaranların (ki iyi yazanlar sayısal olarak çok değildir) iyi yazanları gölgelediklerini düşünüyorum. Buna popüler dünyanın vahşeti diyebiliriz. Yazmak biraz da yazmakta ısrarlı olmayı ister. Yazan kişi yazmayı var olma biçimi olarak algılamışsa yazacak mecra bulamasa da yazmaya devam eder. Mesela ben yayın dünyasını bildiğim ve neye dönüştüğünü gördüğüm için uzun bir zaman kitap yayınlamaktan vazgeçmiştim ‘yazayım bende kalsın’ diyordum. Sonuçta Lal Laleş’le arkadaşlığımız çok eskiye dayandığı için üç beş sohbetten sonra neden olmasın dedik ve yayınlanmış/yayınlanacak kitaplarımın tümünü Lis Yayınlarından çıkmaya karar verdik.
Diyarbakır kendi coğrafyam, kendi iklimim. Lis Yayınları da çok dilli yayıncılık yapıyor. Kürtçe, Türkçe, Zazaca, Süryanice yayınları var. Beni de Türkçe yazan biri olarak aralarına aldılar, onlara teşekkür ediyorum.
Kürtçe yazmayı düşünüyor musun?
Kürtçe yazmayı da çok istiyorum. Dilimi çok rahat konuşmama rağmen Kürtçe dil eğitimi alamadığım için gramerini bilmiyorum. Türkçe konuşup üretimini de Türkçe yapınca Kürtçe uzaklaşıyor sana. Şimdi Dersim’e köye gittiğimde bir hafta Kürtçeyle Türkçe arasında boğuşuyorum. Bir hafta sonra başlıyor benim Kürtçem. Unuttuğum sözcükler de gelip oturuyor bir yerlere. Biz Türkçe siyaset yaptık, Türkçe bir gelecek hayal ettik, duvarlara yazdığımız sloganlar bunun şahididir. Tabi bu haliyle Kürkçe büyük bir asimilasyona uğradı. Dersim’in okuyan insanları olarak bunu farkında olmadan yaptık. Bir ana dilimizin olduğunun, öykülerimiz olduğunun, şarkılarımız olduğunun yenilgiden sonra farkına vardık. Tabi şimdi sadece kendi toprağını dert eden insanlar değil bütün dünyayı dert eden insanlarız. Bir dil bir diğer dille vurulup yok edilemez. Sonuçta diller kişilerin kendi düş dünyalarını dışarı çıkarmak, ele avuca gelebilecek hale getiren olanaklardır. Bunu Kürtçe de yapabilirsin, Türkçe de, Ermenice de yapabilirsin. İyi edebiyatın, iyi yazının iyi bir vicdanla buluştuğu zaman geçmeyeceği sınır yoktur; demir parmaklıklar, yasaklar boşuna…
Söyleşinin bu kısmından sonra, hem Fadıl’a olan özlemimden dolayı hem de arada kayıt dışı anlattıklarından dolayı gözyaşlarıma engel olamadım. Tarık Günersel’in yönlendirmesiyle Semih Gümüş’ün kapısına birkaç kez gidip, boşlukla karşı karşıya olduğumu farkedip, yönsüz yürümeye başladığım bir gün vardır. Beyoğlu’nda İstiklal’de ara sıra selamlaştığım Gürol’a rastladım sonra. İyi ki o gün Gürol’la paylaşmışım derdimi. Gürol ‘Gel ben seni bizimkilerle tanıştırayım’ dedi. 98 sonu öylelikle girdim Piya’nın kapısından içeri. Fadıl beni karşıladı, Nesimi (Aday) dosyamı istedi, Murathan (Muratoğlu) selam verdi… Aradan çok zaman geçmeden de Nesimi ‘Yazılarınızdan biri Ütopiya Dergi de basılacak’ diye haber verdi. Koşa koşa gittim ikinciye. Nesimi’nin elinde benim dosya, kırmızı çizgilerle ve hayli yıpranmış bir şekilde… Ama hiç umurumda değildi elbette, yazım basılacak daha öte bir sevinç yok. Hem de gökte ararken yerde bulmuşum ‘bizimkileri’… O günden sonra ara sıra soluklanmak istediğimde (ki dünyanın derdi az mı, nefes alamaz hale gelmedim mi ben de) Piya’nın kapısını çaldım. Her gittiğimde Fadıl’ı kitap yığınlarının içinde, masasındaki sayfaların arasında çoğunlukla tek başına, toz ve eski kokusunda buldum. Anlatamadığım, anlamlandıramadığım her şeyi anlatabildiğim, dinleyen bir Fadıl bulmuştum. Gel zaman git zaman Beyoğlu Baba’m ilan ettim kendisini. Onun içindir ki benim için bunca değeri olan bir şairin son kitabının ilk söyleşisini ‘ben yapayım’ istedim.
Piya kapanalı çok oldu. Sonrasında araya bazen yıllar girdi, bazen uzun yollar… Dostlarımız sıkıntıya düştükçe hastane kapılarında ve çokça hüznün olduğu cenazelerde karşılaşır olduk. En son Mehmet Çetin (MÇ) ‘i kara toprağa sakladık. Ama hep beraber düşünü kurduğumuz gelecek asla tam da ütopik bir gelecek değildi buna yürekten inandık. O günlerde bir olmayı, beraberliği hem de sanat üzerinden böylesine doya doya yaşamasaydık (ki ben son evresine denk geldim Piya’nın) çoktan savrulup giderdik belki de. Bütün olmanın güzelliğini ve kıymetini, birbirimizden bildiğimiz için hala devam edecek, direnecek ve çoğaltacak gücü kendimizde bulabiliyoruzdur belki de. Ve şimdi her nereye gidersek gidelim o senfonik ezgiyi arıyor ruhumuz. Seneler sonra Artı Gerçek’te beraberiz. Arada yine uzayan yollar var üstelik bu kez ‘dur, yakınlaşma’ diyen pandemi de var. Ve bir de geçmişten farklı olarak bu sefer çok sevdiğimiz, çok inandığımız eşlerimiz ve çocuklarımız var. Çoğaldık kısacası…
Hepimiz için hoş gelmiş Saatli Muhalif Takvimi, sefalar getirmiş, ne iyi etmiş de gelmiş…