Aytül Hasaltun Bozkurt
'Bizi ayakta tutan ısrarımız'
Sündüz, Gösteri Sanatlarında Kadınlar Platformu’muzun, en renkli simalarından birisi. Çeşitli vesilelerle birlikte olduğumuz zamanlarda hem her daim elinin altında olan dantel ve örgü işleriyle domestik yanlarımızı kaşıyan hem de bilgi birikimiyle ve duruşuyla bizi kendine hayran bırakan nadide kadınlardan biri. 30 senesini tiyatroyla ilgili çeşitli kamu kurumlarında geçirmiş, böyle bir zamanda ‘tiyatro bitti mi şimdi?’ diye soran öğrencileri için dur durak bilmeden çalışmaya devam eden, 24 senedir çok başarılı işlerden biri olan Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’ni düzenleyen ekipte yer alan, mor saçlarından gözlerimizi alamadığımız bir tiyatro ve film cadısı. Akıntının tersine yüzen bir ‘Kunduz’ aynı zamanda. İKSV’nin Tiyatro Festivali başlamak için gün sayarken, biz de Sündüz’ün festival seçkisini konuştuk. Arada dalga dalga başka ‘kadın’ları da konuşmuş olabiliriz… İyi okumalar ve iyi Pazar’lar dilerim.
Tiyatro festivali başlıyor. Festivaller, öncelikle bizler için ama tabi tüm meraklıları için bir araya geldiğimiz bir alan ve önemli beslenme kaynaklarından birisi olur hep. İKSV’nin düzenlediği bu senenin Tiyatro Festivali programınında neler var ve bizleri nasıl bir festival bekliyor?
Festivalle ilgili ilk haberlerle karşılaştığımda şaşırdım "A! Tiyatro Festivali, festival mi var. Festival var!" diye. Sonra şunu farkettim; normal koşullarda Tiyatro Festivali yaklaşırken bunu gayet iyi biliriz, bekleriz program çıksın diye. Biletlerimizi almak, birbirimizden görüş alış verişinde bulunmak, özellikle gelen yabancı oyunları kaçırmamak üzerine bir program yapmak heyecan vericidir. Yerli oyunlar çünkü önünde sonunda devam ederler, yakalama fırsatımız olur. Bu sene hiç ilgilenmediğimi fark ettim. Bir kere biz de kendimiz de bu salgın günleriyle beraber rutinimizden çıkmışız ya da rutinimizin olmayacağı gibi bir kabul yaşamışız. Ama festivali duyunca tabi çok sevindim. "A! Evet, hayat devam ediyor, festival olduğuna göre tiyatro da devam ediyor’ Üstelik sen biliyorsun bir süredir yüz yüze gösteriler yani seyircili gösteriler başladı. Kendi programımı yaparken şunu da fark ettim; gösterilerin bir kısmına çevrimiçi diyorum, diğerlerine ne yazacağımı bilmiyorum. Onun bizim için bir adı yok. Çünkü zaten sadece öyleydi. Buna isim aradım kendi kendime. Çünkü biliyorsun ki Aytül, bütün kavramlar karşıtlarıyla var olurlar. Tiyatroda seyirci ile sahnenin, seyirciyle oyuncunun ve diğer bütün ögelerin bir arada olmadığı başka bir format olmadığı için ona bir ad koymamışız. Yani karşıtı ürememiş. Şimdi onunla uğraşıyorum ben kendi kafamda ve derslerde de… Buna ne ad vererek söyleyebilirim. Çünkü artık buna bir ad koymamız gerekecek galiba. Bu iyi bir şey mi bilemiyorum, bunu konuştukça belki buluruz.
Yüz yüze karşılamıyor mu?
Düşündüm yüz yüzeyi ama yüz yüze tam karşılamıyor. Aynı anda aynı yerde demek değil çünkü yüz yüze. Buna bir isim bulmak zorunda olmak ilginç aslında. Şimdi senin sorundan devam edeyim; festival programı üç farklı formda düzenlenmiş. İlki çevrimiçi oyunlar, ikincisi, -seyircili diyeyim şimdilik ben ona- seyircili oyunlar, oyuna seyircinin gelebildiği oyunlar ve üçüncüsü canlı yayınlar. Canlı yayınlara çok bakamadım ama sıra dışı bir Kuğu Gölü fotografı gördüm. Canlı yayınlarla da ilgileneceğim. Hollanda’lı bir topluluk, ilginç bir Kuğu Gölü yorumuyla canlı yayında olacaklar. Bunlar tabi çevrimiçi ve canlı olanlar, izleme yakalama kolaylığı sağlıyor. O açıdan ben kendi programıma bütün çevrimiçi oyunları aldım. Bunların bir kısmı ücretli bir kısmı ücretsiz. Ücretli olanların bilet fiyatları oldukça makul. Ücretsiz olanlar için festivalin program sayfasından rezervasyon imkanı verilmiş. Dolayısıyla her koşulda salondaki seyirci sayısı için bir sınırlama konmuş. Ücretsiz olanlar da herkesin gidebileceği şekilde düzenlenmemiş. Hepsinin arkasında titizlikle yapılmış bir düzenleme olduğu anlaşılıyor.
Ben açılış performansından bahsetmek istiyorum; açılış bir Fransız işi, dans/hareket diyebiliriz herhalde ona. ‘Diagonale Ascendante/Çapraz Yükseliş gibi çevirebiliriz herhalde. İki genç kadının bir binanın önünde fotografı var. Birbiriyle uyumlu hareketlerle yükselirken. Beni çok etkiledi. İşin o fotografla, kendini tarif etmesi etkiledi, diyor ki; ‘bedenlerimiz hareket etme arzusundayken yaşamı farklı bir biçimde kurmaya ve kurgulamaya çalışıyoruz’. Bu hem bugün içinde bulunduğumuz durumu çok iyi anlatıyor ve ruh halimize karşılık gelecek diye düşünüyorum hem de o iki dansçının, iki performansçının kadın olması da beni çok etkiledi. Günümüzde baktığımız zaman Carolee Scheneemann’ı bilir misin 60’ların sonunda 70’lerde daha çok iş yapmış, kendisini feminist sanatçı olarak tanımlıyor mudur bilemiyorum ama ben işlerini hep çok feminist bulmuşumdur. "Up to and Including Her Limits" diye benim aklımda kalan "Limitlerine Kadar" diye çevirebileceğimiz bir işi vardı. Kendisini çırılçıplak bir kolundan ve bir bacağından asıyordu performans alanına ve orada bir eliyle uzanabildiği yerlere, çizikler atmaya çalışıyordu. Kendisini sınırlayan şeyi böyle tanımlamıştı. Pek çok şey olabilir o… Bugün bizi sınırlayan şey de olabilir, salgın gibi ama bir kadın olarak da dünyada kendine, dünyanın herhangi bir yerinde hissettiği sınırlar limitler de olabilir. Böyle okumuştum bu çalışmayı bir kadın meselesi olarak okumuştum. Şimdi 70’lerden bu güne yani 2020’de iki genç kadının limitsiz bir şekilde kendilerini bir binanın önünde yukarıya doğru tanımlayabilmiş olmaları ve orada bir koreografi gerçekleştiriyor olmaları aslında belki de özgürlüğümüz açısından nereye yürüdüğümüzü gösterecek bir şey. O gösteriye gitmeyi istiyorum. Bomonti Ada’da, açık hava tabi ki. Ücretsiz, rezervasyonlu gidiliyor. Açılışın bizi bir sarkaç içinde, özgür kalma arzumuzla hayatın limitleri arasında, düşünmeye alan açacak olan bir çalışma olmasını çok beğendim doğrusu. O açıdan festivalin yönetmeni Leman’ı (Yılmaz) tebrik ediyorum.
Genel olarak tüm oyunlara baktığımızda kadın işlerinin, kadın çalışmalarının ya da kadın konulu işlerin öne çıktığını görüyorum ben biraz. Kadın yazarların öykülerinden ya da kadın öykülerinden yola çıkarak yapılmış işler. Ya da doğrudan bir kadın meselesini anlatan, doğrudan bunu anlatan oyunlar biçiminde biraz benim gözlemim. Mesela şimdi söyleyeceğim çevrimiçi işlerden biri BGST’nin ‘Her Güne Bir Vaka’ adlı çalışması. Sevilay Saral ve Aysel Yıldırım işi. Sevilay Saral yazmış, Aysel Yıldırım yönetmiş. Ve birbirinden değerli kadın oyuncular her güne bir vaka, her güne bir kadın ve o kadının vakası biçiminde ele almışlar. Çok güzel bir fikir öncelikle... O izlemek istediğim işlerden biri. Haldun Taner diyor ki, ‘bir yerin, bir ulusun, bir diyarın tiyatrosu var diyebilmek için orada insanların kendi dilinde kendi sorunlarını anlatabiliyor olması lazım’ diyor. Bu bizim Tanzimattan ve Meşrutiyetten kalan çeviri ve adaptasyonlarla tiyatro yapma yıllarımıza ilişkin olarak Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’nın ön sözünde söylediği bir söz. Aslında tam orada olduğumuzu düşünüyorum. Kendi dilimizde, dilimizin döndüğü kadar kendi derdimizi -o dertlerimiz her neyse- anlatıyoruz. Bu festivalde bunu biraz görüyoruz, özellikle yerli işlerde. Ben biraz yerli işlere ağırlık vererek oluşturdum programımı.
Yine çevrimiçinden Kubilay Karslıoğlu’nun yönettiği ‘Lear Mutfakta’ diye bir iş var. Oyuncu Simge Günsan oynuyor, hem oynuyor hem de adaptasyonu kendisi yapmış. Lear’in adının yanında mutfağı görünce şöyle dediğimi itiraf edeyim; ‘ama bi Lear’ı da rahat bırakın artık, götürmediğiniz yer kalmadı!’ Ama merak da bırakmıyor, Lear mutfakta ne yapıyor bir bakmak istiyorum. Çevrimiçi ilginç işlerden biri olacak diye düşünüyorum. ‘Map to Ütopia’ var. Geçen sene tanışmıştık, bu işle. Platform Tiyatro’nun Almanya’yla ortak Fringe Ensemble ile yaptığı bir iş. Ben ne yazık ki ilk işlerini izleyememiştim. 2. si pandemi sırasında oldu, ona da yer bulamadım ve katılamadım. Bu sefer katılmayı umuyorum, 3.sünde yakalayacağım. Bu iş örneğin zorunlu kapanmadan önce zorunlu alternatif platformlar bulmazdan önce yeni teknoloji dünyasıyla bizim yaptığımız işi buluşturan, yeni bir bölgeye taşıyordu. Böyle işler gelmeye başlamıştı zaten. Dolayısıyla bu zorunluluk bizi biraz erken oraya çekmiş oldu. Yoksa elbette teknolojinin bu kadar olanağı varken, tiyatro gibi yaşamın aynası bir işin teknolojiden yararlanmaması, onunla birlikte tiyatroyu yeni alanlara yeni platformlara taşımaması, dolayısıyla yeni ifade biçimlerini, yeni sesleri bulmaması düşünülemezdi. Bu süreç bizi bu anlamda biraz erkene çekmiştir. Map to Ütopia o yüzden Ceren’in (Ercan) ve Mark’ın (Levitas) ve Fehime’nin (Seven) lokomotifi oldukları bir iş. Dolayısıyla o da izlenmesi gereken işlerden diye düşünüyorum. Hep birlikte bizi, dijital bir dünyada yeni ağlara taşıyan bir çalışma olacak gibi.
Seyircili oyunlarda ‘Sevgili Milena’ var. Meltem Cumbul’un tek kişilik işi. Meltem Cumbul’u sahnede görmüş olacağız. Ben ‘Göl Kıyısı’ndan beri seyretmedim, orada çok iyi bir performans sergilemişti. ‘Sevgili Milena’, kendisinin yönettiği ve performansını da kendisinin gerçekleştireceği bir iş. Galiba Fişekhane’de oynayacak.
Bir başka iş, bir çeviri oyun, yine bir kadın meselesi. ‘Madam Giyotin’. Bir Fransız yazar
Lauren Gunderson yazmış. Hikayeyi söyleyince sen de çok ilgileneceksin; Fransız İhtilali sırasındayız, Sahnede Suikatçı Charlotte Corday, casus Marianne, Olympe de Gouges ve Kraliçe Marie Antoinette… Bu dört kadın ihtilal sırasında bir araya gelirler. Tabi bu kadınları buluşturmak çok ilginç olmuş. Ben teksti daha önce duymuş, ‘Bu ilginç bir oyun olabilir, yapsak mı acaba?’ diye düşünmüştüm. Birlikte çalışmak istediğim de arkadaşlarım vardı, fakat teksti okuyunca çok laf, sıfır aksiyon demiştim, bırakmıştım. Yağmur Yağmur yönetmiş oyunu çok merak ediyorum, nasıl bir iş çıkardılar, gidip görmeyi istediğim işlerden biri bu mesela. Hem ihtilal sırasında hem de bu dehşet kadınlar bir arada nasıl bir şey çıkıyor, onu çok merak ediyorum.
Kadın Oyunları dediğim oyunlardan bir diğeri Deniz Kaptan’ın kadın hikayelerinden oluşturulmuş. Galiba Şimdi Tiyatro ile Theatre Antract ortak işi. ‘Tut Bırak’ işin adı. Öykülerden oluşmuş yine bir kadın meselesi. Tek kişilik bir kadın oyunu. Şehir Tiyatrosu aslında kadın oyunu sayılabilecek bir oyunla geliyor. İfigenya ile geliyor. Serdar Biliş yönetmiş İfigenya’yı. İfigenya mitolojinin en etkileyici en kırık hikayelerinden birinin kahramanıdır. Babası Troya’nın büyük kumandanlarından Agamennon. Kızını, rüzgarlar Akha’ların Tenedos’tan Bozcaada’dan çıkıp bu tarafa, Çanakkale’ye geçmelerine izin vermeyince çünkü biliyorsun orada bir sürü tanrı ve tanrıça karışır savaşa, yanlış hatırlamıyorsam Artemis tutar rüzgarları, izin vermez Helen Orduları’nın bu tarafa geçmesine. Anlaşılır ki işte orada bir günah var. Bir geyiğini öldürmüş Agamennon o da diyor ki ‘Bana kurban vermeden buradan geçemez!’ Onun hayvanları öldürülmez biliyorsun. Agamennon, İfegenya’yı evlendireceğini söyleyerek, karısından kızını Tenedos’a getirmesini ister. Ve İfigenya’yı getirirler ve kurban edilir... Annesinin gözleri önünde. Sonra bana hiç kimse sormasın Klytemnestra kocasına neden kin besliyor diye... Çok kullanıldı tabi bu mit, çok yerde karşımıza çıkan bir öykü oldu, popüler kültürde de... İşte Game of the Thrones‘daki o küçük prensesin yakılması İfigenya’ya göndermedir örneğin. Böyle bir hikayesi vardır İfigenya’nın. Zorla evlendirilme, rızası dışında bir şeye sürüklenme, bütün gücüne rağmen annesinin bile engelleyemediği bir kurban töreni ve onun bedeni ve varlığı üzerinden, toplumun, eril iktidarın çıkar sağlaması gibi... Doğrusunu istersen ben çok merak ediyorum, ama salonda seyircili oynanacak, gidebilecek miyim emin değilim.
Merakla beklediğim diğer oyunlardan biri, bir torpil yapıyorum tabi burada Vişne Bahçesi Cehov’dan. Vişne Bahçesi, İzmit Şehir Tiyatrosu’nun oyunu, arkadaşlarım oynuyor... - Benim on yıl boyunca kamuda çalıştığım 2. tiyatrom. Devlet Tiyatrosu’nda çalıştım 20 yıl, ardından İzmit Şehir Tiyatrosu’nda görev yaptım, sonra üniversite ağır bastı-. Vişne Bahçesi, Bir Mehmet Birkiye rejisi. Görmeyi çok istediğim ama İfigenya’da olduğu gibi cesaret edebilirsem gideceğim oyunlardan biri yine...
İçinde bulunduğumuz zamanı çok iyi yakalayan oyunlardan biri de tabi ki Erdal Beşikçioğlu’nun rejisini yaptığı, Ray Bradbury’nin ‘Fahrenheit 451’i... Prömiyerini festivalde yapacak bildiğim kadarıyla. Tatbikat Sahnesi’nin oyunu. Bugünden bakınca ‘Fahrenheit 451’ nasıl görünüyor, göreceğiz. Ray Bradbury distopyalarıyla ünlü, çok etkili bir yazar, muhalif bir yazar, bakalım oyun bugün nerelerden yakalıyor bizi, Erdal nasıl bir okuma yapmış...
Bir diğer iş Mekan Artı’nın işi. ‘Unutmak - Bir Hatırlama Projesi’, Didem Kaplan’ın metni. İzleyiciyi Taksim-Beyoğlu-Şişhane civarında bir yürüyüşle, bir yolculuğa çıkarıyor. Daha önce festivallerde böyle işler izlemiştik, İstanbul’un o coğrafyasını düşündüğümüz zaman çok kültürlü, çok katmanlı ve çok acılı bir coğrafya. Unutmak biraz buna dokunan bir çalışma, biz bu coğrafyada neleri unutmaya meyyaliz, unutmamamız gereken neler var üzerine bir çalışma. Ben onun da çok çarpıcı olduğunu düşünüyorum. Açık havada ve dolaşarak olacağı için tercih edilebilir, ama belki bir saat, hatta belki daha fazla, İstanbul’un şu günlerdeki hava koşullarında yürümeyi göze alanlar için çok ilginç bir çalışma olabilir.
Yeşim Özsoy’un işini çok merak ediyorum. O ilginç bir iş oluyor, kulağımıza güzel şeyler geliyor. Orada çok ilginç bir şey yapıyorlar; hem bir oyun var, çevrimiçi diyebileceğimiz ama hem de sahne dediğimiz mekana bir yerleştirme, bir enstelasyon yapmışlar. Dolayısıyla çevrimiçi gösterimi izleyebiliriz. Oyun oynanıyor şu anda prova halindeler, çekilecek, kaydedilecek biz onu izleyeceğiz, bir film izleyeceğiz aslında ama istediğimiz zaman da gidip o enstelasyonu da izleyip, kendi yolculuğumuzu yapmak, belki izledikten sonra görüyorsak eğer enstelasyondan sonra belki bir kere daha izlemek gibi çok katmanlı deneyimler sunan bir yeni önerme. Ferdi Çetin’in yazdığı, Yeşim Özsoy’un yönettiği, ‘Terkedilmiş Kıyılar ve Negatif Fotograflar’. Oldukça tumturaklı ve insanı çeken bir ismi var değil mi? Aslında hiçbir kıyıyı terketmek istemiyoruz ve bütün fotograflarımızı pozitif istiyoruz ama onlar var, belki onlara bakmak da bizim için kaçınılmaz… İAz önce Map to Ütopiya için söylediğim gibi zaten biz bir takım alternatif katmanları taramaya ve onların kapısını çalmaya ve buradan yeni bir dil oluşturabilir miyiz, bu yeni alanları nasıl kullanabiliriz demeye başlamıştık. Bu, o işlerden biri.
Genel olarak festival için söyleyebileceğim şu olabilir; bütün bu çalışmaların tümüne baktığım zaman bizi seyirci ile sahne arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeye zorlayan ve belki o ilişkiyi yeniden kurgulamayı öneren bir festivalle karşı karşıyayız. İşler ben de öyle bir duygu uyandırdı. Biz biliyoruz ki drama tarihi boyunca seyirciyle sahne arasındaki ilişki her dönemde, hem dönemin koşulları, hem dönemin anlayışı ve estetik seviyesi hem de moral değerleriyle tanımlı olarak sürekli olarak değişmiştir ve yeniden düşünülerek, yeniden kurgulanmıştır. Şimdi de öyle yeni bir kurgu aşamasındayız, bu internet devrimi dedikleri bizim dördüncü devrimimiz miydi? Bu gelişimin bir şekilde tiyatroya gelmesini bekliyorduk, pandemi bunu biraz erkene çekmiş oldu. Ve bu çalışmaları biraz daha bizim için görünür kıldı.
Önce o dağı aşmak zorunda kalıyoruz
Başta sen de söyledin, festivalin kadın işleri ağırlıklı olduğunu bu sene Şehir Tiyatroları’nın da böyle bir vurgusu olduğunu da biliyoruz. Kadın işlerine bu kadar yer verilmesini durumunu neye bağlıyorsun ve neler düşünüyorsun bununla ilgili?
Herkes gibi aynı şeye bağlıyorum; kadın meselesi gittikçe daha yüksek bir görünürlük kazandı. Yani hem sayıları arttı hem de az önce konuştuğumuz gibi 70’lerden bu yana bütün dünyada kadınlar seslerini daha yüksek çıkarmaya başladılar. Farkındalık arttı, bilinç mi demeliyiz bilemiyorum doğru kelime bu mudur ama, ilgi yükseldi ve şimdi iyiyle kötüyü gördüğümüz zaman birbirinden ayırt edebiliyoruz. Şiddeti tanıdık, analiz ettik, pek çok biçimde tanımlayabiliyoruz artık, adını koyabiliyoruz. Ve karşı karşıya geldiğimizde biliyoruz, onun ne olduğunu... Reddedemeyeceğimiz kadar kocaman bir sorunumuz olduğunu aşikar, öldürmek kadınlara haddini bildirmenin bir yöntemi oldu. Tiyatronun bu soruna bigane kalması düşünülmezdi zaten. Üretilen işler vardı ama onun sahne ve seyirci bulması belki istediğimiz kadar değildi. Çok ses çıkarıyordu ama kadınlar, her platformda, onu biliyorduk. Zaten Mart’la birlikte kesintiye uğrayan, salgınla birlikte eve kapandığımız günlerde tamamlayamadığımız geçtiğimiz sezonda da bizim temel olarak en çok dikkatimizi çeken şey -ki ben o sezonda bereketli bir tiyatro toplaması yapıp yetmiş küsur oyun izlemiştim- oldukça yüksek sayıda kadın oyununun olmasıydı. Özellikle tek kişilik kadın oyunlarının, hem hikayeleri hem kurdukları atmosfer hem oyuncuların ve performanslarıyla öne çıktığını söyleyebilirim. Zaten o anlamda bir hareket vardı. Mehmet Ergen, kendi sanat yönetmenliğinin başlangıcında böyle bir meseleyi Şehir Tiyatrosu’nun -çünkü kentin tiyatrosu, bu kentin bu ülkenin gerçekleri- repertuvarına bir somut girdi olarak koymak ve onun altını çizmek istedi. Çok katıldığım bir karar. Yani üzerinde düşünülmesi gereken, sonra üzerine çokça çalışma yapılacak bir karar, öncesi-sonrası, genel olarak repertuvarlara etkisi vs gibi konularda üzerine tezler yazılacak bence ilerleyen zamanlarda. Tabi istediği oranda, istediği genişlikte uygulayamadı ama, şimdi repertuvarın pandemi için yeniden düzenlenmiş hali olan „Sezon Minimal"n içinde de bu perspektifi sürdürdüğünü görüyoruz. Her şey yolunda gitmiş olsaydı yapacaklarına yakın bir oranla kadın yazarların oyunlarını ve kadın yönetmenler vasıtasıyla, sahneye taşıma politikasında kararlı olduklarını görüyorum, bu elbette iyi bir şey…
Çok uzun süredir Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivalini organize ediyorsunuz. Eminim bu kadar uzun zamandır varlık gösteren böyle bir festivalin olması da tiyatronun şimdiki durumuna etkisi vardır diye düşünüyorum. Bu etkiden ve kısa da olsa Uçan Süpürge’den bahsedelim mi?
Hepsi birbirini etkiliyor elbette. Bütün sanatlar, bütün alanlar birbirini etkiliyor. Nasıl hayat sanatı etkiliyorsa, gerçekliğimizi, sanatta neyi taklit edeceksek onu gerçek hayattan topluyorsak aslında birbirimizin işlerinden de topluyoruz. Drama tiyatrodan, tiyatro resimden, resim heykelden, o da hayattan, tekrar dönerek topluyor. Elbette birbirimizden etkileniyoruz ama yüksek sesle bir şey söylendiği zaman artık onu geri çekemiyoruz. Belki Uçan Süpürge gibi kuruluşların Türkiye’de Türkiye’nin dünyada 3. dalgaya denk gelir belki ama Türkiye’nin 2. dalga feminist hareketinin bir çıktısıdır Uçan Süpürge, benzer pek çok çalışma, pek çok iş gibi. Bir sürü anlamlı buluşma, bir sürü anlamlı iş, çocuk gelinler gibi konularda farkındalık katmasının dışında, ‘Kadın Filmleri Festivali’ gibi bir ad bile çok önemli bir dikkat çekme yolu oldu. Biz bu festivali yapmaya karar verdiğimizde dönüp baktık dünyada kaç tane var diye çok da göremedik ve ben şunu fark etmiştim mesela çok gelişmiş ülkelerde kadın filmleri festivali var, Brecht’in sözleriyle, ‘önce ekmek gelir ardından ahlak’. Önce karnın doymalı ki bu meseleleri düşünebilesin. Karnı tok ülkelerde, kadınlar ürettiklerini ortaya koyma ihtiyacı duyarak, kadın filmleri festivali düzenlemişler. Biz geçtiğimiz yıl, pandemiden önceki festivale, 22’ye dünyanın bütün kadın filmleri festivallerini davet ettik Ankara’ya -tabi ki hepsi gelemediler ama- 17 festivalden katılımcılarla bir oturum yaptık. Bizden büyük bir tek Fransa-Creteil vardı 40 küsur yaşında, İspanya var bir de ama o katılamamıştı. Biz ilk beşteyiz. Çok iyi bir fikir alışverişi oldu o oturumda ve gördük ki bütün dünyada kadın yönetmenler diye bi mesele var ve hala bütün dünyada kadın yönetmenlerin film çekme problemleri var. Tıpkı Türkiye’de bir sürü kadın tiyatro yazarı ve bir sürü yönetmenin olduğu gibi. Bütün alanlarda aslında olan aynı şey. Şöyle kötü bir yerden örnek vereyim; bize kadınlar politikaya girdi-girmedi meselesinde sürekli örnek verilen isim tek kadın başbakanımızdır. ‘Bakın o da başbakan oldu ama başarılı olamadı’ diye. O kadın başbakana karşılık kaç erkek başbakan var başarısız olan ama onları saymıyoruz. Ama bizim her başarısızlığımız bir cinsiyetin başarısızlığı olarak katlanıyor, çoğalıyor ve bir şey yapacağımız zaman önümüze konuluyor. Önce o dağı aşmak zorunda kalıyoruz. Oysa işte bu tür girişimler mesela Mehmet Ergen’nin yaptığı ya da bu yıl festivalde ister istemez ortaya çıkan durum birbirimizin önünü açmak için büyük bir model oluyor. Hem engelleyene model oluyor -negatif anlamda tabii- hem de bize model oluyor pozitif anlamda. ‘Bakın yapılabiliyor yeter ki ısrar edelim!’ diye. Ya da işte platform oluyor ve hadi iş yapalım, dedirtiyor.
Uçan Süpürge’den iştahla konuşmaya devam ettik elbette ama o bambaşka bir söyleşinin konusu olmalı. Onun için burada bitiriyorum yazmayı ve listesini bizimle paylaştığı için Sündüz Haşar’a çok teşekkür ediyorum. Çevrimiçi, canlı ya da seyircili… Tüm izleyicilere de şimdiden iyi seyirler diliyorum.
*Dr. Sündüz HAŞAR - Dramaturg: