Koray Düzgören

Koray Düzgören

Bombalanan siviller, suskun Avrupa

İnsan hakları, tutuklu muhalefet liderleri, milletvekilleri, belediye başkanları, gazeteciler, insan hakları savunucuları, çiğnenen azınlık hakları, sivillere saldırılar kimin umurunda?

Myanmar haberlerini izler ve yaşanan dramın nasıl çarpıcı görüntülerle zenginleştirildiğini düşünürken birden çok rahatsız olduğumu hissettim.

Yayınlanmayan başka görüntüler de gözümün önüne geldi.

Türkiye’de iktidar yandaşı havuz medyasının gözlerden kaçırdığı ancak alternatif kanallar ve sosyal medya izleyicilerinin haberdar olduğu görüntüler... Gazetecilik mesleğine bu ihanete alıştık sanmayın, buna alışmayacak ve her fırsatta dile getireceğiz ama ben bugün başka bir konuya daha dikkatleri çekmek istiyorum.

Bu görüntüler, istisnalar dışında Batılı medyanın da sayfalarına, ekranlarına yansımıyor.

Mesela, havadan yapılan bombardımanlarla işlenen devlet cinayetleri.

Türkiye devleti, apaçık F-16’larla, helikopterlerle, SİHA’larla sivilleri bombalıyor. Yetkililerin açıklamaları ise dehşet verici. "Biz sivilleri öldürmüyoruz, teröristleri yok ediyoruz" diyorlar. Oysa öldürülenlerin sivil olduğu açık ve net ortadayken.

Kaldı ki, ateş açılanlar ‘terörist’ bile olsa bu yapılanın adı yargısız infazdır. Normal bir demokratik ülkede F-16’yla, helikopterle, SİHA ile suçlu olduğunu düşündüğün insanları öldüremezsin. Suçlu olsa da yapamazsın bunu.

Hesap vermek yerine hesabı soranın suçlu ilan edilmesini marifet sayan iktidar ve yandaşları bu konuları dile getiren Sezgin Tanrıkulu’nu hedefe koydular. Cumhurbaşkanı ve İçişleri Bakanı, sivillere havadan bombardımanı soran Tanrıkulu’nu suçladılar. Bunun üzerine Tanrıkulu hakkında soruşturma açıldı.

Yargının talimatla çalıştığına ilişkin bundan güzel örnek olabilir mi?

Kürt şehirleri, mahalleleri zorla yıkılıyor, yerle bir ediliyor, bir yandan yaşamlar, insanların bugünleri, kültürü bir yandan da geçmişi, tarihi yok ediliyor.

İnsan hakları ihlalleri artık saklanamaz bir hal aldı. Uluslararası insan hakları kurumları, "İşkence artık Türkiye’ye geri döndü" şeklinde raporlar yayınlıyorlar. Birçok ülke, vatandaşlarını Türkiye’ye gitmemeleri konusunda uyarıyor.

İstisnalar dışında Batı medyasında çıt yok.

Sadece medyada mı?

Avrupa Birliği’nden üst üste yapılan açıklamalar hani neredeyse ‘yok canım, öyle dememişlerdir’ dedirtecek boyutta.

YÜKSEK KOMİSER  MOGHERİNİ’NİN TÜRKİYE YAKLAŞIMI

Almanya’nın genel seçim öncesi Türkiye’ye ilişkin aday üyelik sürecinin sonlandırılması ve ekonomik yaptırımlar uygulanmasına ilişkin çağrıları şimdilik en sert çağrılar olarak değerlendiriliyor. Ancak Alman kapitalizmi bu gerginlik sürecini avantaja çevirmek için bir yandan da geri planda Türkiye ile ilişkileri geliştirmeye bakıyor. Yeni ihaleler, yeni yatırımlar ve silah satış anlaşmalarının gündeme geldiğini duyuyoruz.

Avrupa Konseyi Türkiye’ye karşı en ilkeli tutum alan kurumların başında geliyor. Referandumun hemen ardından sonuçların tartışmalı olduğunu ilan etti, ardından da Türkiye’yi izleme sürecine aldı. Ancak Avrupa’da hak ve özgürlüklerin en önemli güvencelerinden biri olan ve Konsey’e bağlı olarak çalışan AİHM, davalar konusunda hala sus pus. Bir de AB’nin dışişleri bakanı da denebilecek AB Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Komiser/Temsilcisi Federica Mogherini’yi anmak gerekecek burada.

Sondan başlayalım:

Mogherini, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Sosyal Demokrat Parti başbakan adayı Martin Schulz'un Türkiye'nin AB üyelik müzakereleriyle ilgili sert ifadelerinin ardından bir açıklama yaptı ve "Türkiye ile müzakerelerin devam ettiğini" söyledi.

Ne müzakere ama… Yıllardır açılan tek bir fasıl bile yok, adı müzakere. Ama hakkını da yememek lazım, aynı açıklamasında, "Türkiye ile her konuda mutabık değiliz. Özellikle insan hakları, temel özgürlükler, gazetecilerin durumu gibi bazı konularda tutumlarımızda büyük farklılıklar var" demeyi de ihmal etmedi.

16 Nisan referandumunda sandık hileleri tartışmaları sürer ve AGİT heyetinin raporu beklenirken de Mogherini, yanına sarayın dış ilişkiler müdürü Mevlüt Çavuşoğlu’nu da alıp "Türk halkının seçimine ve referandum sonucuna saygı duyduklarını" açıklamıştı.

Peki nerde kaldı Avrupa’nın yüce değerleri? Avrupa’nın kırmızı çizgisi Kopenhag Kriterleri’ne ne oldu?

KOPENHAG KRİTERLERİNİ YERİNE MİLLİYETÇİLİK Mİ ALIYOR?

Avrupa, aslında Birliğin kurulduğu günden bu yana en kötü ve en sorunlu dönemini yaşıyor. Geçtiğimiz günlerde Fransa’nın Reims kentinde İkinci Dünya savaşını sona erdiren imzaların atıldığı binayı, odayı dostlarla birlikte gezdik. Ardından da müze haline gelen binada 2. Dünya savaşını bitiren anlaşmanın nasıl imzalandığı konusunda hazırlanan bir belgeseli izledik. Milyonlarca insanın yaşamını yitirdiği, ya da yaşamlarını altüst ettiği o savaş günlerine gittik ister istemez.

Başta ekonomik bir topluluk olarak kurulsa da aslında Avrupa Birliği’nin amacı, savaşların önüne geçmek Avrupa’yı bir barış kıtası haline getirmekti Avrupa Birliği’nin bu amacını en net şekilde orta koyan da Kopenhag Kriterleri oldu. Herkesin unuttuğu, hasıraltı etmeye ya da unutturmaya çalıştığı ve Birliğin 1993 yılında kabul ettiği o kriterleri bir kez daha hatırlamakta yarar var sanırım.

En genel hatlarıyla, AB’ye üye olmak için gereken şartlar, Kurumsal demokrasi, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ile insan hakları ve azınlıklara saygı gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların varlığı diye özetlenebilir. Ne acı ki, Avrupa barışı için atılmış en önemli adım sayılan bu ilkeleri artık AB’yi yönetenler bile pek anmıyorlar.

Avrupa savaşları değil göç ve göçmen sorunlarını konuşuyor. Ne yapılması gerektiğini, bu insanların yaşadıkları travmalar, yeniden yaşama uyum sağlamalarının nasıl sağlanacağını değil, ülkelerini ve sınırlarını nasıl koruyacaklarını konuşuyorlar. Bilim insanları AB üyesi ülkelerin ulus devlet fikrinden uzaklaşamadıklarını ve sınırsız, demokratik, barış içinde bir Avrupa fikrini gerçekleştirememelerini genellikle milliyetçilikle açıklıyorlar.

Bunu biraz da ilerletirsek aslında milliyetçiliğin iktidar hırsı uğruna yeteneksiz politikacıların başvurdukları en ilkel ama bu yüzyılda bile hala en etkili ideoloji olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz.

AVRUPA MERKELİZM POLİTİKASINA MAHKUM OLDU

Hitler, bu ilkellikle dünyayı insana dar etti. Mussolini, Franco gibi kanlı faşistlerin aynı dönemde yaşamaları sadece bir tesadüf müydü? Bugün de Erdoğan ve onun benzerlerinin bu denli çok olması yine bir tesadüf olmasa gerek.

Dünya bugün büyük ölçüde sağ ve bir o kadar da sığ politikalarla yönetiliyor. Son yıllarda Avrupa da Merkelizm diye adlandırılan bu politikaya mahkum edildi. Avrupa Birliği, siyasi içeriğinden tamamen uzaklaştırıldı ve bir anlamda liberal sağ bir ekonomik model topluluğu haline getirildi. Kemer sıkma politikaları diye özetlenen ve ekonomik krizin yükünü yoksulların üzerine yıkan bu modeli Merkel’in Yunanistan’a nasıl dayattığı hafızalarımızda henüz çok taze. Bu yolla Merkel, hem kendi ekonomi politikasını Çipras’a kabul ettirdi hem de Avrupa’da yükselebilecek sol muhalefetin önünü kesmeyi amaçladı.

Şimdi Türkiye ile yapılan pazarlık tam da bu anlayışın bir ürünü: "Biz sizi AB’ye almayalım, zaten siz çok kalabalıksınız, bizim de pek yerimiz kalmadı. Ama siz iyi bir tüketim toplumusunuz, o nedenle biz size mal satmaya da devam edelim. Türkiye AB’ye girmesin ama Gümrük Birliği anlaşması aynı şekilde devam etsin."

İnsan hakları, tutuklu muhalefet liderleri, milletvekilleri, belediye başkanları, aydınlar, gazeteciler, insan hakları savunucuları, azınlık hakları, sivillere saldırılar kimin umurunda?

Sağ popülizme, ırkçılığa ve despotizme prim veren ‘Yüksek politika’ manevraları belki günü kurtarmaya yeterli olabilir ama bu ‘Birleşememiş Avrupa’nın’ da sonunu getirebilir.

O nedenle şimdi tam da Kopenhag kriterlerinden söz etmenin zamanı. Sadece Türkiye için değil, bütün Avrupa için, hatta dünya için hatta Arakan için.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Koray Düzgören Arşivi