Armağan Kargılı
Bu fotoğraftan Filistin barışı çıkmaz!
Dile kolay, Erdoğan'ın lideri olduğu AKP, Türkiye'yi 15 yıldır yönetiyor. Bu 15 yılın sonunda Türkiye'nin dış politikasının geldiği noktayı tanımlayan en iyi sözcük; fiyasko. İslami İşbirliği Teşkilatı'nın (İİT) İstanbul'da yapılan olağanüstü toplantısının liderler fotoğrafı, aslında AKP'nin sadece ülkeyi değil bölgeyi de getirdiği noktanın fotoğrafı gibiydi.
İİT zirvesi son olarak 2016 yılında İstanbul'da yapılmıştı. Bu zirvede Türkiye, İİT'nin dönem başkanlığını üstlenmişti. 2016 Zirvesi'nin en önemli kararı, bölge devletlerine müdahalesi nedeniyle İran'ın kınanması olmuş, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, bu son oturumda toplantıyı terk etmişti.
ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıdığını ilan etmesinin ardından dönem başkanlığı sıfatıyla Erdoğan, İİT'yi olağanüstü toplantıya çağırdı. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, bu seferki toplantının neredeyse en önemli konuğu oldu. 2016'daki son zirvenin baş aktörlerinden Suudi Arabistan, bu kez açık bir diplomatik protesto anlamına gelecek şekilde toplantıya bakan yardımcısını, Birleşik Arap Emirlikleri de bakanını yolladı.
Erdoğan'ın davetine, teşkilatın 57 üye ülkesinin 48'i icabet etti. Bu ülkelerin çoğu da bakan düzeyinde temsil edildiler. Liderlerin katılımı ise neredeyse dörtte bir düzeyinde kaldı. "Olağanüstü toplantıdır ve liderlerin katılımının düşük olması normaldir", diyenlere toplantının konusunun Erdoğan'ın deyimiyle "Müslüman ülkelerin kırmızı çizgisi sayılan Kudüs meselesi" olduğunu hatırlatmak gerekir.
Katılımcılar arasındaki en dikkat çekici isimlerden birisi, "Suudi Arabistan'ın kuklası" diye tanımlanan Yemen Cumhurbaşkanı Abdurrabbu Mansur Hadi idi. Bilindiği gibi Yemen'de Suudiler'in desteklediği Hadi yanlıları ile İran'ın desteğindeki Husiler arasında ağır bir iç savaş sürüyor. Ülke, dünya tarihinin en büyük kolera salgınıyla da karşı karşıya. Hadi toplantıdayken, ülkesinin Suudiler tarafından bombalandığı haberleri de gelmeye devam etti.
Kendi ülkesi dışında sadece bir kaç ülkeye seyahat edebilen, soykırım suçlamaları nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin hakkında 2 ayrı tutuklama kararı verdiği Sudan'ın "Devlet Başkanı" Ömer El Beşir, Erdoğan'ın davetlisi olarak katıldığı İstanbul'daki zirvede, Türkiye bütçesinden ağırlandı. Bütün eleştirilere göğüs gerip eşi İlham Aliyeva'yı birinci yardımcısı yapmaktan çekinmeyen, adı offshore hesaplar şeref listesinde kendisi ve ailesiyle birlikte yer alan İlham Aliyev'in ve Erdoğan'ın son günlerdeki en yakın müttefiki Katar Emiri Şeyh Tamim'in de toplantıya katılanlar kervanında olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.
"Köşeye sıkışan liderlere Kudüs aşısı" başlıklı son yazımda, Ortadoğu'nun Arap ya da Müslüman ülkelerinin arasında nasıl bir ayrışma olduğu konusunu ele almıştım. Hamas ve El Fetih çekişmesinin Filistin mücadelesini nasıl zora soktuğunu da aynı yazıda aktarmaya çalışmıştım. Yeniden bu ayrıntılara girmek değil amacım. Sadece bu zirvenin fotoğrafına bakmak, Ortadoğu'nun en büyük açmazlarından olan Filistin sorununun nasıl zayıflatıldığını görmek için yeter de artar bile.
Sorunun kökeni, aslında bu ayrışmışlığın çok ötesinde. Son günlerde, başta eğitim olmak üzere Müslüman ülkelerdeki "ilerleyememe sorunu"nu ele alan yazılar çıktı medyada. Yahudi bilim insanlarının sayısının çokluğuna karşı Müslüman ülkelerin esamesinin bile okunmadığı karşılaştırmaları ise sosyal medyada büyük ilgi görüyor. Bazı yazılarda da bugünkü İslamcı ülkeler eleştirilirken gerçek İslam'ın eğitime ne denli önem verdiğine vurgu yapılıyor...
Bunun üzerine İsrail'deki duruma da bir göz atalım istedim. Orada da karşımıza çıkan manzara aslında hiç de bu söylenenleri doğrulayacak tezler değil. İsrail'de eğitimin önemli bir bölümü, devlet ve özel okullar eliyle dinsel eğitim şeklinde sürdürülüyor. Laik eğitim veren kurumlar ve Arap okulları da var ama Arap okullarında okuyanlar, İsrail'in en önemli kurumu olan orduya alınmıyorlar örneğin. Yahudi bilim insanları diye elden ele gezen listede yer alan isimlerin neredeyse tamamı İsrail dışında eğitim almış kişilerden oluşuyor. Yani kısacası şu gerçeğin altını çizmekte yarar var, İran ya da Suudi Arabistan ne kadar din devleti ise İsrail de bir o kadar din devleti, o kadar despot bir yönetim o da. Okur yazarlık oranının yüksekliğine karşın haklar ve özgürlükler açısından son derece gerilere düşen, ırkçı ve saldırgan bir ülkeden sözediyoruz.
Yani, bir sorunu tanımlarken yanlış örneklerle yola çıkmak çözüm getirmekten çok yeni açmazlara sürüklüyor herkesi. O zaman ABD'de Trump'ı, Türkiye'de Erdoğan'ı, Macaristan'da Orban'ı, Rusya'da Putin'i seçenleri nasıl tanımlayacağız sorusu orta yerde kalıyor.
Asıl sorunun bu isimleri ülkelerinde işbaşına getirenlerin toplumların en geniş kesimi olan yoksulların, ezilenlerin umutsuzca din, milliyet ve benzeri ayrıştırıcı kavramlara sarıldığı gerçeğini bize unutturuyor.
İsveç'teki Barış Araştırmaları Enstitüsü'nün küresel çapta silah satışlarının son beş yılda yüzde 8,4 oranında artış kaydettiği ve en çok silah stoklayanların başında da Asya ve Ortadoğu ülkelerinin geldiğini gösteren araştırma çok çarpıcı. Bu araştırma, dünyanın içine girdiği ekonomik kriz açmazına silah tekelleri eliyle bulunan ve dünyanın bir bölümünü savaşa sürüklemekten çekinmeyen anlayışının somut bir göstergesi.
Yukarıdaki fotoğrafta saydığımız ülkelerin çoğunda açlık sürerken silahlanmaya ayırdıkları pay, bu despotların neden görevde olduklarının ve neden koltuklarını kimsenin sallayamadığını açıklamıyor mu? İsrail'in Netanyahusu, Türkiye'nin Erdoğan'ı ne farkeder?
O zaman yolsuzlukmuş, ailelerinin ve kendilerinin mal varlıkları milyar dolarlarla ölçülüyormuş kimin umurunda? Önemli olan, onlara biçilen görevi yerine getirip getirmedikleri...
Örneğin Türkiye'yi ele alalım. "Zarrab davasında 'FETÖ'cü polis de devreye girdi. Biz FETÖ'ye karşıyız neden bu davayı savunalım" anlayışı canı gönülden savunuluyor. Ya da yolsuzluğa, rüivete, terörle işbirliği iddialarına karşı ABD düşmanlığı gündeme geliyor. AKP medyası, zaten bunu kışkırtmakla görevli. Bu kışkırtma işe yaramazsa Kürt düşmanlığı devreye giriyor. Muhalefet de bu düşmanlığa dünden hazır vatan millet diyerek. O da çalışmazsa din kartı var, mezhep kartı var.
Dünyada da durum farklı değil, beyazlar var siyahlar var, Hristiyanlar Müslümanlar, Yahudiler, Ortodokslar, Katolikler var...
ABD'de Alabama eyaleti senato seçiminde Trump'ın oynamaya pek hevesli olduğu bu kartlar bu kez işe yaramadı. Oldukça ciddi, aralarında bir kız çocuğunun da bulunduğu taciz iddiaları ile adı birlikte anılan Roy Moore, Trump'ın tartışmasız desteğine rağmen seçimi kaybetti. Bu, despot kulüp açısından önemli bir kayıp. Ama alınacak o kadar çok yol var ki...
Türkiye'nin dış politikasıyla başladık, öyle bitirelim:
Erdoğan'ın Filistin sorununa gösterdiği tepki ve Türkiye - İsrail ilişkileri Almanya'nın en önemli yayın organı olan Deutche Welle'de "Para sözkonusu olunca düşmanlık biter" başlığıyla verildi. Geçtiğimiz hafta da Erdoğan'ın Yunanistan'a yaptığı ziyaretin perde arkasını yazan Yunan gazetesi Kathimerini, Çipras ile Erdoğan arasında Yunanistan'daki göçmenlerin Türkiye'ye iadesi için pazarlık yapıldığını ortaya çıkarmıştı. Bu sayede Erdoğan, Yunanistan'da bol keseden üst perdeden konuşabilmişti.
Bu konulara soğukkanlılıkla bakabilenler ne Türkiye'den ne İslam ülkelerinden ne de ABD'nin peşinden giden, çoğunluğu sağa teslim olmuş Avrupa ülkelerinden ve tabii ki ne de Rusya'dan Filistin'e gerçek bir yardım eli uzanmayacağını görür. Pazarlıklar, çıkar ilişkileri, silah satışları Filistin meselesini sollar geçer.
Benim despotum demeden, bütün despotlara karşı birlikte mücadele etmeden buradan çıkış yok, ne Filistin için ne Kürtler için ne Ortadoğu, ne Avrupa ne de dünya için.
Vatan millet kavramlarının arkasına saklanmadan biraz da milliyetine, rengine, cinsiyetine, dinine bakmadan insanlık üzerine yapılan bu kirli pazarlıklara gözümüzü diksek, utanacaksak bunlardan utansak, ille de bir gemiye bineceksek insanlık gemisine binsek...