Armağan Kargılı
Bu kez beyazlar da var!
Toplumsal kamuoyu baskısı, ABD’de devlete ancak 1 hafta sonra geri adım attırdı.
Beyaz polis Derek Chauvin’in siyah George Floyd’u, elleri ters kelepçeliyken yere yatırıp diziyle boynuna bastırarak öldürdüğü, vatandaşlar tarafından çekilen video kayıtlarında açıkça görülüyordu. Chauvin ve olaya katılan 3 memurun derhal polislikten atıldığı duyuruldu ama hiçbiri tutuklanmadı.
Minneapolis’te başlayan protestoların ülke geneline yayılması üzerine önce sadece Chauvin, üçüncü derece cinayet işlemekten tutuklandı. Floyd’un son sözleri olan "Nefes alamıyorum" eylemleri, "Adalet yoksa huzur yok" sloganıyla bütün eyaletlere, hatta Beyaz Saray’ın önüne kadar taşındı.
Sonunda savcılık, Chauvin’in ikinci derece cinayetten yargılanacağını duyurdu. Farklı açılardan çekilmiş video görüntülerinde Floyd’un vücuduna dizleriyle bastırdıkları görünen Alexander Kueng ve Thomas Lane ile bu üç polise müdahale edilmesini ve olaylardan görüntü alınmasını engellemeye çalışan Tou Thao’nun da cinayete ortak olmak ve yardım etmekten yargılanmak üzere tutuklandığını açıkladı.
Bu bir hafta boyunca yeni delillerin elde edilmiş olma olasılığı neredeyse hiç yok. Çünkü ilk günkü deliller, tartışmaya gerek bırakmayacak kadar belirgindi. Ayrıca, polislerin yaka kameralarının da açık olduğu ve olayları kaydettiği söylendi. Yani vatandaşların çektikleri görüntülerin yanısıra polislerin yaka kameraları kayıtları da ilk günden beri savcılığın elindeydi ya da elinde olması beklenirdi. Dolayısıyla, savcılığın kararını değiştiren şeyin yeni deliller değil Floyd’a sahip çıkan her bir kişi olduğunu söylemek hiç abartı olmaz.
IRKÇILIK KURUMSAL
Belki biraz da medyanın tutumundan söz etmek gerekiyor. CNN örneğin, ilk saatlerden itibaren canlı yayınlarla olayları verdi, protestoları izleyen muhabirlerin genellikle siyah olmaları da dikkat çekiciydi. İlk gün ve hatta gece boyunca siyahların temsilcilerine mikrofon uzattı. Konuşan siyahların tümü, farklı sözlerle de olsa aynı konuları ısrarla dile getiriyordu:
"Kimse bu olayı "çürük elmalar" ya da "kötü polis" hikayeleriyle aklamaya kalkışmasın, ABD’de ırkçılık kurumsaldır.
Siyahlar, ırkçılığın nedeni değil mağdurudur. Beyazlar karşı çıkmadıkça, ırkçılık ortadan kalkmaz."
Bugüne dek çoğumuz siyahlara yönelik ırkçı cinayetlere ve ardından yaşananlara uzaktan ya da yakından tanıklık ettik.
2011 yılında Londra’da 29 yaşındaki melez Mark Duggan’ın polis kurşunuyla öldürülmesi sonrası büyüyen ve İngiltere ayaklanması olarak tarihe geçen olayları anımsıyorum. Duggan’ın öldürülmesi önce Londra’da siyahların yoğun olarak yaşadığı bölgelerde protesto edildi ardından da yine siyahların yoğun yaşadığı diğer kentlere yayıldı. O günlerdeki medyaya baksanız siyahlar İngiltere’yi önce yağmaladı ardından da yakıp yıktı. Hiç unutmuyorum, BBC, pek de adeti olmadığı üzere Londra’nın Tottenham semtinde ateşe verilen bir boş binanın görüntüsünü saatlerce ekrana getirmişti. -Ondan bir kaç ay önce Londra’nın en kitlesel protesto gösterilerinden birisi olan kesintilere karşı yapılan yürüyüşten ise neredeyse sadece kısa kesitler vermişti.- Dünya da eylemleri, BBC penceresinden izleyince her gün yakınlarımızdan iyi olup olmadığımızı soran telefonlar alıyorduk. Hatta o günlerde haber geçtiğim TV kanalı, benim verdiğim bilgilere biraz da dudak büküyordu. Gerçekten de bazı yerler yakıldı, bazı mağazalar yağma edildi ama ortada ırkçı polisin işlediği bir cinayet vardı. Olaylar, bu cinayeti ve kurumsal olduğu tartışma bile götürmeyen polisin, devletin siyahlara, göçmenlere yönelik tutumunu örtmeye yaradı. Eylemler, küçük bir grup isyancıya mal edildi. Mark Duggan’ı öldüren polisin adı bile açıklanmadı, dava yıllarca sürdü, aile de sonunda sanırım pes edip polisle anlaşmaya vardı.
Amerika’da "Siyahların Yaşamı Değerlidir" inisiyatifinin kurulmasına yol açan cinayetlerden geçtiğimiz haftaki yazımda da söz etmiştim. Yeniden ayrıntısına girmeyeceğim. Ama bu inisiyatifin kurulmasına yol açan bir dizi siyah cinayetinin Barack Obama döneminde işlendiğini hatırlamak gerekiyor. 2014 yılında Ferguson’da Michael Brown adlı gencin polis tarafından öldürülmesi üzerine başlayan protestolarda polisin aşırı güç kullanması Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Komite tarafından bile kınanacak boyuta geldi. Polisin "olayları yatıştırmak adı altında" cinayetleri birbirini izledi.
BAŞKAN OLURSUN EŞİT OLAMAZSIN
Ama sonunda mahkeme, 18 yaşındaki siyah Michael Brown'ı öldüren polis memuru Darren Wilson'a ceza vermedi. Obama, "ABD kanunlar ülkesi, Ferguson'daki jürinin kararını kabul etmek zorundayız" dedi. Sükunet çağrısı yaptı.
Adeta, ABD’nin beyaz devleti siyahlara, "başkan olabilirsiniz ama eşit olamazsınız" mesajı veriyordu. Polis aklanmış, gösterilere "yağma", göstericilere de "yağmacı" yaftası çoktan yapıştırılmıştı.
Olaylarda öldürülenler siyahtı, ırkçılığa maruz kalanlar siyahtı, bu cinayetlere, ırkçılığa karşı çıktıkları için suçlu ilan edilenler de siyahlardı.
Elbette ki tek nedeni bu değil ama bu propagandanın ABD’de beyaz oyları konsolide ettiği ve Trump’ın seçilmesinde rol oynadığını unutmamak gerekir.
Londra ayaklanmasının da İngiltere’de ırkçılığı körüklemesinde oynadığı role gün be gün tanıklık ettik.
Floyd cinayetinin ardından önce ABD’nin hemen her eyaletine ardından da Berlin, Londra Paris gibi Avrupa’nın büyük kentlerine yayılan "Nefes alamıyorum" eylemlerinde de devlet, aynı taktiği harfi harfine uygulamaya çalıştı. Üstelik de seçime artık sadece 6 ay gibi bir süre varken, bu olaylar devlet eli, medya desteğiyle Trump için "Tanrının bir nimeti" haline dönüşebilirdi. Kilisenin önünde elinde İncil’le verdiği poz bu arayışın simgesi değilse neydi?
Ama öyle görünüyor ki, bu sefer olmadı.
Trump’ın eski Savunma Bakanı James Mattis, "Trump bizi bölmeye çalışıyor" dedi.
Görevdeki Savunma Bakanı Mark Esper, Trump’ın orduyu göreve çağırmasını, "Bu son çare olmalıdır. Şu an öylesi bir durumda değiliz" diyerek reddetti. Trump’ın İncilli pozu kilise yönetimini kızdırdı.
Ama bunlardan çok daha önemlisi ırkçılığa karşı protestolara beyazların verdiği destek olarak sayılmalı. Koronavirüs endişesine rağmen sokaklara taşan siyahlar bu kez yalnız değildi. Bu gözlemi, olayları izleyen çok sayıda gazeteci de paylaşıyor. Eylemlere destek verenler arasında orta sınıf beyaz gençler ve Latin kökenliler de sayılıyor. Hatta bazı gazetecilere göre, bazı büyük kentlerdeki protestolara katılanların çoğunluğu beyaz.
Son dönemlerde ABD gençliği üzerine yapılan araştırmalar da sokağın bu yeni yapısını ortaya koyuyor aslında. Pew Araştırma Merkezi verilerine göre, 1981 yılından sonra doğanlar (PEW, bu grubu milenyaller diye adlandırıyor) yüzde 61-62 oranında farklı etnik grupların toplum yararına olduğu görüşünde. Yüzde 82 oranında da Demokratları destekliyorlar. Yine ilginç olması açısından İsviçre’de 2016 yılında yapılan referandumda reddedilen çalışıp çalışmadığına bakılmaksızın her vatandaş için bir asgari ücret hakkı, başka kurumların yaptığı araştırmalara göre, bu kuşakta yaygın bir şekilde kabul görüyor. Kapitalizme olan güvenleri giderek sarsılıyor.
Bu araştırmaların ayrıntılarını başka bir yazıda yine tartışırız. Önemli olan ve umut verici nokta şu, gençlik artık geçmişin dilini, söylemini kullanmıyor, dünyaya yeni ve daha eşitlikçi bir pencereden bakıyorlar.
BOĞAZINA BASAN DEVLETSE
Siyah ya da beyaz ya da Latin ya da Asyalı ama çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu sokak, belki de ilk kez, bir siyahın boğazına çöken devlete diz çöktürdü. Kimi yerde asker, kimi yerde polis, bu cinayet nedeniyle üzüntüsünü simgesel olarak da olsa diz çökerek ifade etti.
Floyd’un yaşamı, kimsenin umurunda olmasaydı cinayetin üzeri örtülüp gidecekti.
Ülke farklı olsa da başrol oyuncusu hep aynı; devlet. Bir de o devleti ayakta tutan ve kendisini o ülkenin, devletin gerçek sahibi ilan edenler…
Kendisine çoğunluk diyenler, azınlıkların, öteki diye anılanların haklarını yaşamlarını umursamazsa kim engelleyebilir suç işleyen devleti?
Siyahların yaşamı umurumda, azınlıkların yaşamı umurumda, Kürtlerin, Ermenilerin, çocukların, kadınların, LGBTİ’lerin yaşamı umurumda demedikçe suç işleyen haydut devlete çökecek boğaz mı yok?
Ama bu kez filmin sonu farklı bitecek gibi görünüyor.