Ümit Kardaş
Değişimin önündeki aşılmaz duvar: İdeolojik zihniyetin kemikleşmesi
“…uzlaşmaz her ideoloji bir ölüm krallığıdır…Resmi tarih, oldum olası, büyük katillerin tarihidir.”
Albert Camus
İdeolojiler kalıplaşmış düşüncelerle hayatı kuşatır, kendi ideolojisinin dışında kalanları ötekileştirir, düşmanlaştırır.
Modern anlamda ideoloji, zamanı ve mekânı kuşatma iddiasında olan; bütüncü ve sistematik düşünce biçimleridir. Belli başlı modern ideolojiler; Milliyetçilik, Nazizm, Faşizm, Liberalizm ve Marksizm olarak sayılabilir.
Din, laik olan ülkelerde bireyin tercihi, ibadet ve inanç özgürlüğü çerçevesinde kaldığında ideolojiden farklılaşır. Ancak siyaset, toplum, ekonomi alanlarında dinsel argümanlara dayalı görüşlerle iktidara talip olduğunda artık din motifli bir ideolojiye dönüşür. Bu durumda bir ön kabule dayandığından dogmatik niteliğiyle ideolojiyle örtüşür.
Antonio Gramsci, ideolojiyi hegemonya olarak nitelemekte. Neo-gramscian yaklaşım olarak bilinen teoriye göre ise hegemonya yalnızca tahakküm ve güç yani baskı yoluyla kurulmamakta aynı zamanda rıza da üreterek, gönüllük oluşturarak güç unsuruyla birlikte etki altına girme olarak değerlendirilmekte. Hegemonya kavramı, devletin toplumu şekillendirdiği ; okullar, ordu, medya, aile, dini kurumlar gibi bütün aracı kurumları kapsadığı ifade edilmekte.
Frankfurt Okulu Marksistlerinden Theodor Adorno, “bütün yanlıştır” ilkesinden hareketle toplumda egemen olan ideolojinin bu “bütünsel” yanlışın ya da yalanın bir yansımasından ibaret olduğunu belirtir. Bu nedenle “gerçek tarihsel savaşım” ideolojiye karşı bir savaşımdır; çünkü savaşılması gereken toplumu temelden biçimlendiren “toplumsal bilinç” tir. Bu, toplum içindeki insanların en incelmiş beğenilerinden en gündelik algılarına dek, onların düşünsel yapılarını derinlemesine biçimlendiren “ideoloji”dir.
İdeolojiyi iktidarla özdeşleştiren Habermas'a göre; "iktidar tarafından sistemli biçimde çarpıtılan bir iletişim biçimi" olan ideoloji, “bir tahakküm aracı haline gelmekte ve güç ilişkilerini meşrulaştırmaya” hizmet etmektedir. Dilin iletişimsel yapısı da iktidar çıkarları tarafından bozulup, kuşatılmaktadır.
Yanlış bir bilinç olan ideoloji, evrensellik iddiasında olan düşüncelerin, gerçekte kişisel çıkarların birer maskesi olduğunu gizlerken, durmadan tekrarlanarak basmakalıp düşünceye dönüşmekte, “İzm”ler yüzünden kültür insani yönlerini yitirmekte.
Doğduğunda insanın zihni boş bir sayfadır. ( tabula rasa) Büyüdükçe zihnine aile, devlet ve onun ideolojik aparatları olan okul, çevre, ordu, yargı, bürokratik kurumlar ideolojik kodlarla saldırmaya başlar. Böylece devlet ideolojisinin kodlarıyla dolan zihin artık hayatla ve toplumla ilişkisini bunun üzerinden kurar.
Zihinlerde oluşan ve hayata yansıyan zihniyet çoğalarak çoğunluğu oluşturur. Ne kadar farklı olmaya çalışsanız, ne kadar okuyup gözlem yapsanız da söz konusu zihniyet sizi bir yerde yakalar ve aşağıya doğru çekmeye çalışır. Hele bu zihniyet çıkarların maskesi haline getirilmişse iş daha da karmaşık bir hal alır.
Besim F. Dellaloğlu zihniyet kavramına ilişkin önemli bir tespit yapar. “ Zihniyet aynı zamanda toplumla birey arasındaki ilişkiyi de kurabiliyor. Çünkü zihniyetler hep bir mekanda ve zamanda oluşuyorlar. Zihniyet tam bir mücadele alanı. Toplumun bireyi ele geçirdiği, bireyin topluma isyan ettiği bir zemin.” ( Bir Tanpınar Fetişizmi” )
Kuşkusuz toplum bireyi devlet ideolojisi kodlarının oluşturduğu zihniyet üzerinden ele geçirmeye çalışmakta. İşte “ele geçirilemez” olmak bu anlamda çok önemli. Burada Ömer Faruk’un “Çok Kalpli Asi” tanımlamasını hatırlamak gerekir.
Türkiye özeline geldiğimizde devletin kurucu ideolojisi “çoğulculuk”, “farklılıklara saygı”, “katılımcılık”, “ müzakere-uzlaşma” kavramlarının aksine “tekçilik”, “ farklı olanı asimile veya inkar ya da imha etme”, “merkeziyetçilik” esaslarına dayalı olduğundan ve devlet organizasyonu ( iktidar, yasama, yargı, bürokrasi) ve tüm aparatları ile bu ideolojiyi besleyip sürekli olarak yeniden var edebildiğinden değişmezlik yönünde ortaya aşılamaz muazzam bir bariyer çıkmakta.
Türk-İslam sentezine dayalı ideolojik yapının oluşturduğu zihniyet ve ürettiği “kod”lar toplumu ve seçimlerde oy veren kitlenin büyük bir çoğunluğunu kuşatmış ve bu çoğunluk söz konusu zihniyeti içselleştirmiş durumda. Bu çoğunluğa karşılık gelen ister sağda ister solda olsun tüm siyasi partiler programlarına ne yazarlarsa yazsınlar aynı zihniyetle sakatlanmış durumdalar.
Türkiye’de resmi kayıtlı 126 parti var. Ancak biz, sistemin siyaset alanı içinde oyun hakkı verdiği söz konusu ideolojik zihniyetin temsilcileri olan siyasi partileri görebilmekte ve oylamaktayız. Söz konusu ideolojik yapıya aykırı olduğu düşünülen HDP yi her türlü gayri hukuki ve ahlaki yöntemle sistemin dışına itme çabası ve diğer partilerin buna karşı sessiz kalmaları hatta bazılarının azmettirici rolü oynamaları bu durumu açıklamakta.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyasi çıkarla da olsa Zafer Partisi ile imzaladığı protokol da bunu göstermekte. Bu eylem sadece partiden ve ortaklardan gizli yapılmasının doğru olmadığı yönünde bir söylem dışında eleştirilmedi. Aslında bu durum partilerin söz konusu kemikleşmiş ideolojik zihniyette nasıl da kolaylıkla buluşabildiklerini göstermekte.
Diyanet İşleri Başkanlığı kurumuna yönelik siyasi tavır da bu konuda en önemli gösterge. CHP’nin, Kemalistlerin, ulusalcıların ve solcuların bir bölümünün Mustafa Kemal’in kurduğu bir kurum olarak varlığı üzerinde titredikleri DİB’in Cumhur İttifakı iktidarındaki uygulamaları bu kesimi rahatsız etmekte. Yıllarca askeri vesayetin ideolojik bir aparatı olarak kullanılan bu kurumu eleştiren muhafazakar dindar kesimin partileri başta iktidar olmak üzere kurumu ideolojik bir aparat olarak kullanmaktan çok memnunlar. Kurumu savunurken onu devasa bir holding haline de getirdiler.
Demek ki toplumda ve siyasette büyük bir çoğunluk laiklik ilkesine tamamen aykırı da olsa, iktidarı ele geçiren gücün dini söz konusu kurum üzerinden kendi çıkarı için kullanıp laiklik ilkesini çiğnese de DİB’in varlığını savunmakta.
Çoklu, çoğulcu, özgürlükçü, katılımcı, hukukun üstünlüğüne ve adil yargılanma hakkına dayalı gerçek bir demokrasiyi savunan kesimin ancak yüzde beş ile on arasında olabileceği, bu kesimin de gerçek bir siyasi partisinin bulunmadığı, oylarının sistem partileri içinde eridiği kanısındayım.
Türkiye değişebilir mi? sorusuna mevcut ideolojik zihniyet kalıbının toplumun büyük çoğunluğu ve siyaseti oluşturan sistem içi tüm siyasi partiler tarafından içselleştirildiği gerçeği karşısında olumlu bir cevap vermek mümkün değil. Kötümserlik yaymak için yazmıyorum. Gerçeği bilelim. Yolun meşakkatli, dikenli ve engellerle dolu olduğunu anlayalım.. Sistem partileri tarafından aldatılmayalım. Müesses nizamı zorlayacak yeni oluşumlara, yeni düşüncelere, kavramlara, kelimelere ihtiyacımız var.
O zaman şu sözlere kulak verelim.
“Düşünceleri komutlara uymaya şartlanmış.. Halbuki düşünce bizi çağırmalı! Düşünce evcil olmamalı! Gırtlağımıza yapışmalı düşünce.” Lars Iyer
“Düşünce her daim tepelere özgüdür.. Dağlara özgü.. Düşünür her şeyin üzerinde süzülmelidir. Hakikate yakın. Ebedi şeylere yakın..” Lars Iyer
Ümit Kardaş: 1971'de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1975 yılında askeri hakim, 1985 yılında hukuk doktoru oldu. Çeşitli yerlerde savcılık, hakimlik ve adli müşavirlik yaptı. 1995 yılında emekli olup, serbest avukatlığa başladı. Çeşitli dergi, gazete ve kitaplarda yazıları yayınlandı. Halen internet gazeteleri Artı Gerçek ve Son Medya’da yazmaya devam ediyor. Bülent Tanör eser yarışmasında birincilik ödülü alan "Türkiye'nin Demokratikleşmesinde Öncelikler" isimli çalışması 2004 yılında yayınlandı. "Hukuk Devlete Sızabilir mi?", "Ötekiler İçin Sivil İtaatsizlik Rehberi", "Demokrasi ve Hukuk Krizi, "Zulüm Özür Uzlaşı", Kardaş’ın yayınlanmış kitaplarından bazıları.