Ortadoğu’nun sömürgeleştirilmesi süreci
İnsanlığın binlerce yıllık yolculuğu sonunda vardığı nokta; sürekli gerilim, çatışma, savaş ve yıkımla birlikte adaletsizlik ve eşitsizlik üreten seçilmiş tek adam rejimleri ve doğanın insafsızca tahrip ve talan edilmesi oldu.
“Modern uygarlığın şiddetsizlik karakteri tam bir yanılsamadır.” Zygmunt Bauman
Batı'nın Ortadoğu’ya yönelik ilk emperyal müdahalesi kutsal yerlerin kurtarılması örtüsüyle başlatılan Haçlı Seferleri oldu. Başta kilise ve feodal beylerin yönlendirdiği bu seferlerde Doğu’nun zenginlikleri yağmalandı. Özellikle Venedik ve Ceneviz kentleri ticaret merkezlerine dönüşürken Avrupa kendi burjuvazisini yaratıyor, böylece Ortadoğu’nun sömürgeleştirilmesinin de yolu açılıyordu.
11. yüzyılda felsefeyi dışlayan, düşünme edimine kapalı, içtihat yaratma yolunu tıkayan akımlar İslam toplumlarında etkili olmaya başlamışlardı. Bu akımın öncüleri arasında Gazali gibi müderrisler bulunuyordu. 12. yüzyılın başında sömürgeleştirme dönemi yaşanırken İslam devlet kurumları çöküyor, zenginleşen iktidar sahipleri din adamları eliyle siyasi iktidarın despotik uygulamalarını ilahi kaynağa bağlayarak meşrulaştırıyor, eşitsizlik ve zulüm üreten bir düzeni yerleştiriyorlardı.
Batı’nın sömürgeleştirme amaçlı yayılımıyla İslam’ın kaynaklarının özgür düşünceye karşı olduğu yorumu çürümeyi hızlandırıyordu. Batı sanayideki gelişmeler sonucu hammaddelere ihtiyaç duyunca doğal kaynaklara sahip Doğu’nun önemi daha da artmaya başlamıştı. Doğu, Batı’nın hem hammadde kaynağına hem de pazarına dönüşürken yoksullaşıyordu.
19. yüzyıla gelindiğinde Ortadoğu, kölelik kurumuyla boyutlanan sömürge sisteminin alanı haline gelmişti. Sömürgeci ülkeler, sömürülen ülkelerin yoksulluğunu ve geri kalmışlığını o ülke halklarının inançlarına bağlayarak sömürüyü doğallaştırdılar. Sistemi meşrulaştırmak için toplumların siyasal, kültürel, ekonomik ve toplumsal birikimlerini yok ettiler. Batı’nın hukuksal, siyasal, ideolojik kurumlarının bu ülkelerde yerleştirilmesi sömürgeci sistemin yerli destekçilerinin güçlenmesini sağlamış oldu.
19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında Ortadoğu’da bir Yahudi Devleti kurmak yönündeki planlar hayata geçirilmeye başlandığında Filistin tam bir Arap ülkesiydi. 1855’de Filistin’de göçmen olarak gelen 10.000 kadar Yahudi yaşıyordu. Ülkenin nüfusunun % 90’dan çoğu Arap olup toprağın da % 90’ı onlara aitti.
Yahudilerin Arap topraklarında devlet kurma amacıyla İngiltere’nin sömürgeci çıkarları tam anlamıyla örtüşmüştü. İngiltere, Hindistan yolunun güvenliği, zengin petrol yataklarının varlığı, Yahudi yerleşimi için seçilen toprakların burada bulunması, Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya için bir kuşatma bölgesi yaratılması hedefleri bakımından Ortadoğu’ya büyük önem veriyordu. Bu nedenlerle bölgede var olmak isteyen Fransa’nın hamleleriyle Ortadoğu büyük bir çatışma alanı haline gelmişti.
Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin açık hedefi; Osmanlı İmparatorluğu’nun tamamen yıkılıp Anadolu’da bir ulus-devlet kurulmasının yanısıra Ermenistan, Suriye ve kendi nüfuzu altında küçük Arap devletleri oluşturulmasıydı.
1916 yılında İngiltere adına Mark Sykes, Fransa adına Georges Picot tarafından gizli bir şekilde imzalanan Sykes-Picot Anlaşması, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu coğrafyasındaki toprakları nasıl paylaşılacaklarına ilişkin olarak etki ve kontrol alanlarını tanımlamaktaydı.
Anlaşmaya göre ; Suriye’nin Batısı ile Kuzeyi, Şam ,Halep, Musul Fransa’ya, Irak, Mısır, Filistin ile Arabistan’ın doğusu İngiltere’ye, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis ile Güneydoğu Anadolu'nun bir kısmı Rusya’ya bırakılacaktı. Ayrıca İskenderun serbest liman olacak, kutsal yerleşim yeri olması nedeniyle Filistin’de bir uluslararası yönetim kurulacaktı.
Lev Troçki gizli olan bu anlaşmanın bir kopyasını 24 Kasım 1917'de İzvestiya gazetesinde yayınlayarak dünya kamuoyuna Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmasına ilişkin gizli paylaşımları açıklamıştı.
2 Kasım 1917’de İngiltere Dışişleri Bakanı olan Arthur Balfour, Yahudi Cemaati’nin temsilcisi olan Lord Rothschild’e gönderdiği mektupta İngiliz hükümetinin Filistin’de bir Yahudi vatanının kurulmasını desteklediğini belirtir.
İngiltere 1922’de Filistin’i manda adı altında bir sömürge gibi yönetirken Yahudi hareketi de tampon bir güce dönüşüyordu.Artık Yahudi Devleti’nin ekonomik, kültürel, siyasal yapıları kuruluyor, Yahudi nüfus hızla artıyor, ordu kuruluyordu. Arap halkının muhalefeti İngiliz emperyalizminin varlığı karşısında cılız kalıyordu.
Arnold Toynbee gelişmeler karşısında şu tespiti yapıyordu: “ İsrail Devleti’nin bugün var oluşunun ve bugün 1.500.000 Filistinli Arabın mülteci haline gelişinin sebebi, göçmenler kendi işlerini kendi tankları ve uçakları ile halletmek için yeterince çoğalıncaya kadar, otuz yıl boyunca Yahudi göçünün, Arap’lara İngiliz askeri gücü vasıtasıyla zorla kabul ettirilmesidir.”
ABD’nin bölgeye yönelik politikası 1920’lerde bölgede petrolün varlığının fark edilmesiyle ve buna paralel olarak Amerikan petrol şirketlerinin bölgedeki petrol ayrıcalıklarından pay kapma yarışına dâhil olmalarıyla beraber başlamış oldu.
Süveyş krizinin ardından bölgede Sovyet etkisinin artması üzerine Başkan Dwight David Eisenhower, kendi adı ile bilinen bir doktrin ilan etti. Eisenhower 5 Ocak 1957’de kongreye gönderdiği mesajında kendisine yetki verilmesini istemekteydi.
Eisenhower Doktrinin asıl amacının, İngiltere’nin zorunlu olarak bıraktığı boşluğu doldurmak ve batılı ülkeler için son derece önemli olan petrole soğuk savaşta düşman olarak kabul edilen ülkelerin sahip olmasını engellemek, eline geçmesini önlemek, bölgenin Rusya’nın ideolojik etkisine girmesini önlemek, ileride büyük çatışmalar çıkarabilecek Arap-İsrail savaşına serbestçe müdahale edebilme imkanını elde edebilmek olduğu anlaşılmakta.
Eisenhower Doktrininin uygulanmasıyla birlikte Ortadoğu’da sömürgeleştirme sürecinde Avrupa’nın özellikle İngiltere’nin etkili olduğu devir kapanıyor ve ABD-İsrail ekseninde gelişen bir süreç başlıyordu.
1970’de başkan Richard Nixon yeni bir doktrin açıklıyordu. Buna göre bölgesel çatışmalara ABD doğrudan askeri müdahalelerde bulunmayacak ve yerine askeri ve ekonomik yardımla yetinecekti. Nitekim 1979’daki İran devrimi ve Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgaline kadar devam eden süre içerisinde Irak dışında İran ve Suudi Arabistan’a silah transferi arttırılmış oldu.
Körfez bölgesinde denetim Şah Pehlevi zamanında ABD ile işbirliği içinde olan İran’ın elinde bulunuyordu. Devrim sonrası ABD-İran ilişkileri bozulmuş ve körfezin denetiminde Irak ve Suudi Arabistan’ın rolü artmış oldu.
İran’da meydana gelen rejim değişikliğinin Irak’ı tehdit etmesi sonucu 22 Eylül 1980′de Irak-İran arasında savaş başladı. Bir milyon kişinin öldüğü, milyonlarca insanın yaralandığı, sınırların değişmediği 8 yıl süren bu savaşta ABD, Rusya, Avrupa,-Afrika ülkeleri kendi çıkarları doğrultusunda her iki tarafa silah satarak ve askeri yardımda bulunarak destek verdiler.
21. yüzyılın başlarında Amerika’ya karşı düzenlenen 11 Eylül saldırısı, küresel bağlamda yaşanan değişikliklerin başlangıcı olma özelliğini taşımakta. 2002 yılından itibaren daha yoğun tartışılmaya başlayan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Ortadoğu’daki petrolün sorunsuz ve devamlı şekilde akışının ve bölgede ABD’yi tatmin edebilecek şekilde istikrar ve güvenliğin sağlanması bakımından düşünülmüş bir proje.
İsrail – Filistin-Arap çatışmasının yıllardır devam etmesi, Irak’ta ABD’nin taleplerine boyun eğmeyen Saddam Hüseyin’in dikta rejiminin varlığını sürdürmesi, İran ve Suriye’nin kitle imha silah projesi çalışmalarına hız vermesi, ileri karakol görevi yapan İsrail’in güvenliğini ve ABD’nin bölgedeki çıkarlarını tehdit etmesi BOP’nin en önemli konuları haline gelmişti.
Projenin ilk uygulaması Hüseyin Saddam rejiminin devrilmesini sağlayan Irak’a müdahale operasyonu oldu.20 Mart 2003'te Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık önderliğinde oluşturulmuş Çokuluslu Koalisyon Kuvvetleri bir askerî harekâtla Irak'a girdiler. 15 Aralık 2011 tarihinde Bağdat'ta bulunan Amerikan Üssü'nden son Amerikan Bayrağı'nın indirilmesiyle işgal resmen sona erdi.
İşgal sırasında ve sonrasındaki sivil kayıpların çokluğu ve oluşan yıkımın yanısıra saldırının çevreye büyük zararları oldu. Kuveyt'te yakılan petrol kuyuları 600 milyon ton petrolü tüketerek havada gazlar ve tehlikeli kimyasallardan oluşan bir battaniye meydana getirdi, bölge ülkelerinde ısı yaklaşık 10 °C düşerken asit yağmurları meydana geldi.Kanalizasyon ve ABD ordusu atıklarının karıştığı Dicle nehrinin sularını kullanan bölge halkında sıklıkla kanser, sinir hastalıkları ve doğum anormallikleri görüldü.
Projenin ikinci adımı Suriye’yi parçalamak, Rusya Federasyonu’nun etkisini kırıp kurumları yok olmuş, ordusuz, aciz bir duruma düşürmek ve daha sonra terörist olarak nitelediği kişileri destekleyerek sadece ABD çıkarlarını koruyacak tabi bir rejim kurmak oldu. İsrail’in vurucu gücüyle gerçekleşen bu durumda İsrail’in de güvenliğini sağlanmış oldu.
Bundan daha vahimi Yahudi milliyetçiliği temelinde kurulmuş İsrail’in kadim olan Filistin halkına çeşitli katliamlarla uyguladığı soykırım süreci. ABD, İngiltere ve Avrupa’nın Ortadoğu’daki çıkarlarının koruyucusu olan İsrail devleti son operasyonlarıyla kadim Filistin halkını ya öldürerek ya da göçe zorlayarak yok etmiş durumda.
İsrail, Filistin’in deniz sınırlarına giren bölgede Aralık 2022’de açtığı ihalelerde uluslararası şirketlere verdiği doğal gaz arama ruhsatlarıyla bölgenin kaynaklarını da işgal etmiş durumda. Bu fiili durum uluslararası hukuka tamamen aykırı.
İsrail’in Filistinlilere uyguladığı soykırımı görmezden gelen Trump’ın açıkladığı Gazze planı, ABD’nin iki devletli çözümden vazgeçtiğini, Gazze’yi etnik arındırma yaparak İsrail ile birlikte işgal edip doğal kaynaklarına el koyma niyetinde olduğunu göstermekte.
İsrail için tehlike olarak algılanan İran’a karşı yapılan müdahale son aşamayı oluşturmakta. Dirençli çıkan İran’ın nükleer güce ulaşmadaki faaliyetlerini sınırlamak bu aşamada ABD için yeterli olabilir.
İngiltere ,ABD ve İsrail’in sömürgeleştirdiği, cehenneme hatta bir mezbahaya dönüştürdüğü Ortadoğu bu güce büyük payı kaptırmak istemeyen, ekonomik ve siyasi pastadan pay almak isteyen AB, Rusya, Çin ve Japonya arasında bir mücadele sahası haline gelmiş durumda.
Ahlaki üstünlüklerini kaybetmiş güçlü ülkelerin dünyayı bir cehenneme çevirdikleri açık. İnsanlığın binlerce yıllık yolculuğu sonunda vardığı nokta; sürekli gerilim, çatışma, savaş ve yıkımla birlikte adaletsizlik ve eşitsizlik üreten seçilmiş tek adam rejimleri ve doğanın insafsızca tahrip ve talan edilmesi oldu.