Korku ekonomisi
Kapitalist sistem, kendi iç çelişkileri –özellikle sınıflar arası eşitsizliklerin doğurduğu öfke– kontrol edilemez hale gelmesin diye sürekli yeni korkular üretmek zorundadır. Devrimleri engellemenin en pratik yollarından biri, halkı korku iklimine mahkûm etmektir.
Fark etmişsinizdir. Ben politik anlamda konuşulan barıştan çok tabandaki barışın nasıl olabileceğini, hangi meselelerin bu barışa engel olduğunu (kendimce) anlatıyorum. Barış galiba eşitliğe bir kapı aralamazsa zor olur. Barış dediğimiz proje eşitlik ve adaleti temel almadan mümkün olmaz.
Barıştan söz eden aktörlerin pek de umut verici olmadıklarını biliyorum. Barış, anlatmaya çalıştığım gibi, ancak bir dönüşümle ulaşılabilecek bir hedeftir. Ancak hem aktörlerde hem de toplumda dönüşümden ziyade barışın reddine tanık oluyorum. Buna rağmen barıştan yana olanların tutumlarını sürdürmeleri ve kendi içsel dönüşümleri üzerine çalışmaları gerekiyor. Bu bir umut değil aslında. Bu umuda mecbur olma, umuda mecbur bırakılma. Bana göre başka seçeneğimiz yok. Ben başka seçeneğim olsa da barışı seçerdim ayrıca… Babası Ermeni Soykırımı sırasında Fransa’ya yerleşmiş bir meslektaşımın (Janine Altounian, 2014, Bir Sağ Kurtulan Yazısının Kaleme Alınışından Ruhsal Kaydına Dek Kat Ettiği Yol) ifade ettiği önemli bir düşünce var: Redde uğramış bir tarihin yeniden kabullenilmesinin gerekliliği. Bu sadece travma yaşayanlar için değil, bu bağlamda fail geleneğinden gelenler için de geçerlidir. Yani susulan, atlanılan, reddedilen, bastırılan, çarpıtılan tarihleri de tarihimize katmak… Herkes yeniden kendi tarih anlatısını gözden geçirmek durumunda. Talat Paşa yok sadece bu tarihte… Bu tarihte… Aghet… Seyit Rıza… Ve hiç de az olmayan… Ötekiler… Ve ötekilerin tarihi. Ötekilerin tarihini kendi tarihimize ötekilerin anlattığı gibi ekleyebilir miyiz?
Ötekini kendime katmak beni yoksullaştırmaz; tam tersine zenginleştirir ve kendimle ilgili düşünce üretmemi sağlar. Bebek dünyaya çok sınırlı bir donanımla gelir. “Ben” dediğimiz sistem ise sonradan edinilip inşa edilir. Bebek, annesini, babasını ve yakın çevresini içselleştirerek ‘ben’ini oluşturur. Bir kültüre doğan çocuk, isteyerek ya da istemeden o kültürü de kendine katar. Gelişim, temelde, kendimizin dışındakini kendimize ekleme sürecidir. Bebeğin dili yoktur; dili anneden öğrenir. Gülümsemeyi, kendisine gülümseyenleri taklit ederek edinir. Duygularla davranışlar, jest ve mimikler arasındaki ilişkiyi keşfeder ve onu da ekler. Yemeyi, içmeyi, yürümeyi, hatta tuvalet alışkanlıklarını bile başkalarını izleyip taklit ederek öğrenir. Bu öğrenme sırasında, anne-babanın tepkilerini ve onayını da dikkate alır. “Biz” derken yalnızca ‘Türk’ olmayı kastediyor ve Türklüğü olağanüstü bir konuma yerleştiriyorsam, bunun gerçekliğe uygunluğunu sorgulamalıyım. Kendimi Kürt, Yunanlı, Ermeni, Arap gözüyle de değerlendirmeli; onların algılarıyla yüzleşerek “biz”i yeniden tanımlamalıyım. “Biz iyiyiz, bunu kabul etmeyenler düşmandır/teröristtir” söylemi, gerçeklikten kaçınarak şizoid bir kurgu yaratır. Benim kendimle ilgili bir fikrim, arzularım ve ideallerim var; ayrıca hoşlanmadığım yönlerim ve bunları dile getirmekten çekinmediğim yanlarım da bulunuyor. Daha önemlisi—kendimden gizlediklerim var. Söylediklerim, yalnızca fark ettiklerim; fark edemediklerim ise hâlâ keşfedilmeyi bekliyor. Ben’le ilgili meseleler biz’le de ilgili… Denize döktüğümüzle övündüğümüz Yunanlılar… Hain ilan ettiklerimiz, terörist diye damgaladıklarımız, komşularımız, müttefiklerimiz… Bunların “biz” hakkında ne düşündüğünü duymaya, öğrenmeye ve belki de kendimize katmaya cesaret edebilmek… “İslam en yüce dindir” diyerek işin içinden çıkmak artık mümkün değil. Bu tür mutlak ifadeler, bizi kendimizle yüzleşmekten alıkoyar. İslam’ın ötekisi İslam hakkında ne söylüyor? Müslümanlar hakkında ne düşünüyor? Bir metroda yüksek sesle “Allahu Ekber” dediğinizde, eğer insanlar size yalnızca korkuyla bakıyor ve saklanacak yer arıyorsa, burada üzerinde düşünülmesi gereken derin bir mesele vardır. Bu tepki sadece onların ‘önyargısı’ mıdır, yoksa bizim de kendimize bakmamız gereken bir aynayı mı tutuyordur? Gerçek bir yüzleşme, sadece “biz iyiyiz” demekle değil, başkalarının gözündeki halimize de kulak vererek mümkündür. Aksi hâlde kimliğimiz, yalnızca tekrarlanan bir slogandan ibaret kalır; canlı bir benlik değil, donmuş bir maske olur.
Korku, Adalet ve Yönetim: Günümüz Kapitalizminin Duygusal Rejimi
Rainer Mausfeld (Angst und Macht, 2021, 5. baskı) günümüz kapitalizminde eğitim sisteminin ve adalet kurumlarının –yalnızca bilgi üretimi ya da adalet dağıtımıyla sınırlı olmayan– korku üretici aygıtlar olarak işlediğini öne sürer. Mausfeld’e göre çağdaş iktidarların en iyi bildiği şey, bireylerin yaşadığı nevrotik korkuları somut, dışsal tehlikelere dönüştürmektir. Örneğin, psikanalizde sıkça vurgulanan “yabancıdan tedirginlik” ya da “ötekine karşı duyulan bilinçdışı kaygı”, politik söylemde “yabancı düşmanlığına”, “terör korkusuna” ya da “emperyalist tehdit” algısına dönüşür. Böylece birey, içsel korkusunu somutlaştırarak bir figüre –yabancıya, azınlığa, dış güce– yansıtır. Bu dönüşüm tesadüfi değil, bilinçli bir yönetim stratejisidir. Günümüzde iktidar, konuları teknik düzeyde değil, duygular üzerinden yönetmektedir. Bu duygu rejimi, rasyonel kamusal tartışmanın yerini, afektif manipülasyonun aldığı bir yönetim tarzıdır. Mausfeld, bu süreci “demokrasi menajerliği” olarak adlandırır: Neoliberal ideoloji özgürlük, eşitlik ve adalet kavramlarını sıkça kullanırken, bu kavramların gerçekte birer retorik figürüne dönüştüğünü ve demokrasi retoriği ile demokrasi gerçekliği arasındaki farkın görünmez kılındığını belirtir.
Kapitalist sistem, kendi iç çelişkileri –özellikle sınıflar arası eşitsizliklerin doğurduğu öfke– kontrol edilemez hale gelmesin diye sürekli yeni korkular üretmek zorundadır. Devrimleri engellemenin en pratik yollarından biri, halkı korku iklimine mahkûm etmektir. Aynı zamanda sistem, bireylere mucizevi vaatlerde bulunur: Başarı, zenginlik, özgürlük, eşitlik, adalet… Ancak bu vaatler gerçekleşmediğinde birey başarısızlıkla yalnız bırakılır; sistemin sorgulanması yerine, birey kendini suçlu hisseder. Bu da sistemsel sorunların üzerini örter. (Bu konuyu Psikolojinin Pisliği yazılarımda uzunca anlatmıştım). Bu noktada Mausfeld, Ingeborg Maus’tan alıntı yaparak günümüz hukuk sisteminin giderek yeniden feodal bir karakter kazandığını savunur. Örneğin bir köylü ormandan izinsiz bir ağaç kestiğinde adalet sistemi devreye girerken, sistematik olarak doğayı tahrip eden şirketler ya da devlet kurumları herhangi bir cezai yaptırımla karşılaşmaz. Orman yangınları sonrası yapılan turistik oteller ve cezasızlığı. Kişiler arası küçük ölçekli zulüm yargılanırken, kolektif ölçekte işlenen yapısal adaletsizlikler cezasız kalır (imar afları da bu çerçevede görülebilir). Yasalar bireysel suçları normlaştırırken, sistematik suçlar görünmez olur. Hukuki normlar ise giderek keyfileşir ve şaibeli hâle gelir.
Devletin kendisi artık kendi yasalarına bile uymamaktadır. Anayasa Mahkemesi, giderek iktidarın bir tehdit ve cezalandırma aracına dönüşmüştür. Cezaevleri yalnızca muhaliflere açıktır. Muhaliflere karşı adeta feodal döneme ait düşman hukuku uygulanmakta; muhaliflik, “teröristlik” ile eşdeğer hâle getirilmektedir. Terörle mücadelenin amacı artık terörü ortadan kaldırmak değil, terör söylemi üzerinden sürekli bir korku hali üretmektir. Oysa terörizmin amacı zaten korku yaratmaktır. Devletler, bu korkuyu alır ve kendi iktidarlarını meşrulaştırmak, muhalefeti bastırmak için araçsallaştırır. Türkiye’de bu nedenle çoğu zaman “terörsüz bir terör retoriği” var. Her gün yeni “teröristler” icat edilir; iktidar kimin sevilip, kimin nefret edileceğini belirler. Bu çizginin dışına çıkanlar için Silivri yaz aylarında bile soğuktur. Bu iklim, toplumda ahlaki normların da çürümesine yol açar. Yoksullar artık sınıfsal bir kategori olarak değil, kişisel eksiklikler üzerinden tanımlanır: tembellik, asalaklık, sorumsuzluk, iş beğenmemek… Aynı sistem, zaman zaman yardım kampanyaları düzenleyerek bu çelişkili yaklaşımını “vicdani” bir maskeyle örter.
Korku, Sadece Özgürlük Kaybı Değildir
Korkudan söz ederken yalnızca özgürlük kaybı, düşüncelerini ifade etmekten çekinme ya da politik baskı korkusu anlaşılmamalıdır. Toplumun çok katmanlı ve gündelik hayatla iç içe geçmiş farklı korkuları da vardır. Örneğin büyük depremlerin ardından deprem korkusu toplumun her kesiminde yeniden yükselişe geçer. Ancak bu tür doğrudan fiziksel tehditler, zamanla bastırılabilir ya da inkâr edilebilir hâle gelir. Ute Frevert, Mächtige Gefühle=Güçlü Duygular (2020) adlı çalışmasında, Almanya örneği üzerinden kolektif korkuların tarihsel ve toplumsal dalgalanmalarına işaret eder. Ona göre belli dönemlerde bazı korkular ön plana çıkar; örneğin savaş, enflasyon, göç ya da iklim krizi gibi. Ancak bazı korkular zamanla şekil değiştirir, başka duygulara evrilir. Yine de kapitalist toplumda değişmeyen, yapısal bazı korkular vardır ve bunlar, sistemin sürdürülebilirliği açısından merkezi bir rol oynar. Bu sürekli varlığını koruyan korkular arasında şunlar yer alır: İşsiz kalmak, yoksullaşmak, toplumsal prestij kaybı, başkalarına muhtaç duruma düşmek, hastalanmak ve hastalıkla baş başa kalma endişesi, çocukların ‘kötü yola düşeceği’ korkusu, yaşlılıkta anne babaya bakmak zorunda kalma sorumluluğu, madde bağımlılığı, boşanma ve yalnız kalma. Bu korkular, sadece bireysel psikolojiye ait değil; aynı zamanda toplumsal denetim mekanizmalarının da temelidir. Devlet ve sistem, yalnızca baskı ve yasalarla değil; bu korkular üzerinden de bireyler üzerinde hâkimiyet kurar. Korku, neoliberal toplumda yönetmenin en inceltilmiş biçimlerinden biridir: Sessiz, görünmez, ama derinlere işleyen bir denetim rejimi. Şunu unutmamak gerekir: Toplumsal düzeyde yaygınlaşan korkular, yalnızca edilgen bir duygulanım biçimi değil, aynı zamanda belirli psikolojik ve davranışsal savunma tepkilerini tetikler. Korkuya karşı verilen tepkiler arasında, bireylerin kendi yaşamları üzerinde denetim kurma çabaları öne çıkar. Bu çabalar ise çoğu zaman obsesif davranışlar, aşırı kontrol ihtiyacı, ritüelleşmiş güvenlik arayışları gibi formlarda tezahür eder. Ayrıca bireyler, karmaşık toplumsal sorunlara rasyonel yanıtlar geliştiremediklerinde, içinde bulundukları belirsizlik ortamında çeşitli savunma mekanizmaları geliştirirler. Bu bağlamda komplo teorilerine yatkınlık, doğaüstü güçlere ve mucizelere inanma, dinsel anlatıların güç kazanması ya da paranoyak düşünce kalıplarının olağanlaşması gibi eğilimler yaygınlaşabilir. Belirsizlik ve korkunun yoğunlaştığı dönemlerde “her şeyin arkasında bir plan vardır” düşüncesi, bireyin hem güvenlik duygusunu yeniden kurma çabası hem de yaşadığı edilgenlik karşısında bir kontrol illüzyonu yaratma arzusuyla ilgilidir. Bu eğilim, yalnızca modern çağlara özgü değildir. İnsanın tarih boyunca irrasyonalizme eğilimi, komplo düşüncesini kolaylaştıran kültürel ve bilişsel altyapının varlığına işaret eder. Tarih boyunca sorgulanmaksızın içselleştirilmiş en yaygın komplo teorilerinden biri, dinî anlatılardır. Poseidon, denizlerde olup biten her şeyin hâkimiydi. Öfkelendiğinde denizleri kudurtur, fırtınalar estirirdi. Zeus ise Olimpos’ta oturur, herkese yukarıdan bakar, göklerden hükmederdi. Yağmurun tanrısı ayrıydı, aşkınki apayrı. Mahrem alanımızdaki sevişmelerin bile tanrıçası vardı. İçimizi, dışımızı, hayallerimizi, kalbimizden geçen en gizli arzuları bile bilen tanrılarla çevriliydi evren. “Tanrı her şeye kadirdir, her şeyi bilir ve her şey onun iradesiyle gerçekleşir” fikri, tüm evrende olan bitenin bir tür merkezi plana, büyük bir iradeye bağlı olduğunu varsayar. Bu inanç, yalnızca Tanrı’yı değil, insanı ve dünyayı da anlamanın biçimini belirler. Çünkü tanrıların çokluğu, sorumluluğu dağıtırken; tek bir Tanrı’nın mutlaklığı, sorumluluğu tek bir irade ve otoriteye yükler. Bu tür açıklamalar, belirsizlik karşısında bireye hem anlam hem de yön sunar. Benzer şekilde, ezoterik öğretiler, astroloji, fal bakma gibi uygulamalar da bireyin geleceği bugünden görebilme, yani belirsizliği azaltma arzusunun sembolik biçimleridir. “Kişiliğinizin doğduğunuz gün ya da saate göre belirlendiği” veya “bilinmeyen bir yerden gelen enerjilerin psikolojik durumunuzu etkilediği” yönündeki inançlar, rasyonel açıklamanın yetersiz kaldığı alanlarda devreye girer. Modern çağda bilimsel açıklamaların artmasına rağmen, bu irrasyonel inanç biçimleri tamamen kaybolmaz; aksine kültürel olarak dönüşerek varlıklarını sürdürürler. Komplo teorilerinin cazibesi, insanın bakışını uzaklara yönlendirebilmesidir. İşsiz biri, işini yıldızlarda arar; terk edilen birinin duygularını, yeryüzündeki sevgili değil, Venüs açıklar. Roland Barthes, Gündelik Hayatın Mitleri adlı kitabında (2023, 7. baskı; orijinal: Mythen des Alltags), astrolojinin yeryüzünün sorunlarına karşılık astral bir cennet vaadinde bulunduğunu yazar. Astroloji, doğrudan bir çözüm önermez ama çözümü ima eder. Kişiyi evrende gezdirirken anlattığı her hikâye aslında yeryüzüne aittir. İşte bu bağ, kişide astrolojinin ‘gerçek’ olduğuna dair bir his uyandırır. Geleceği görme ya da okuma vaadi, hiçbir zaman kesin bir dille konuşmaz. Tam tersine, kesinlikten kaçar; ima eder, sezdirmeyi tercih eder. “Üç-beş güne kadar belki para gelecek” gibi belirsiz ifadeler kullanılır. Bu tür belirsizlik, kehaneti hem esnek hem de inandırıcı kılar. Çünkü bu ima, bir biçimde gerçeklikle temas hâlindedir; bu yüzden ‘gerçekmiş gibi’ kabul görür. Kehanetin dili, tam da bu muğlaklık sayesinde işler. Yarı-açık, yarı-kapalı kapılar bırakır; boşlukları dinleyenin arzuları, korkuları ve beklentileri doldurur. Bu yüzden söylenen şey, bazen gerçekleşmese bile ‘gerçekti’ gibi hatırlanır. Venüs, Mars’tan, yıldızların hizalanmasından söz ederken muhatabı aslında işsiz biri, sınavda kalmış bir öğrenci ya da işten atılma korkusu yaşayan bir sekreterdir. Venüs üzerinden, gündelik hayatın gerçek sorunları dile getirilir. Byung-Chul Han’ın Psychopolitik (2014) adlı eserinde vurguladığı gibi, irrasyonel eğilimler yalnızca bireysel düzeyde değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde işlevsel hâle gelir. Korku ve belirsizlik, bireyin zihinsel kaynaklarını tüketir; birey giderek rasyonel düşünme kapasitesinden uzaklaşır ve enerjisini “görünmez düşmanlara” karşı seferber eder. Bu dinamik hem bireyin içsel denetimini sağlar hem de politik iktidarların manipülasyonuna açık bir toplumsal zemin oluşturur. Bu tür savunma mekanizmaları, bireysel düzeyde geçici bir psikolojik rahatlama sağlasa da toplumsal düzeyde eleştirel düşüncenin zayıflamasına, otoriter yapılara duyulan güvenin artmasına ve irrasyonel inanç sistemlerinin meşrulaşmasına katkıda bulunur. İktidarın söylemleriyle çelişen her şey, kolayca “düşman”, “sapkın” ya da “terörist” olarak yaftalanabilir hâle gelir. Byung-Chul Han, Infokratie: Digitalisierung und die Krise der Demokratie (2021) adlı eserinde, modern devletin bireyleri yalnızca korku politikalarıyla değil, aynı zamanda eğlence yoluyla da denetleyebildiğini örneklerle açıklar. İktidar, sadece Silivri’yle korkutmaz; aynı zamanda güldürerek, oyalayarak, dikkat dağıtarak da yönetir. Her gün onlarca sansasyonel haberin yayılması binlerce trolün bu işler için maaş alması… Bir kasaba hocasının ya da camisinde cemaat bulmakta zorlanan bir imamın YouTube’da sansasyonel ya da kışkırtıcı bir söz etmesi ve bunun günlerce ciddiyetle tartışılması tesadüf değildir; önemli bir işlevi vardır. İktidar, sadece yasama ya da yürütme gücünü değil, gündem belirleme ayrıcalığını da elinde tutmak ister. Bu sadece korku yaymakla ilgili değildir. İnsanları öfkelendirerek de onları denetim altına alabilirsiniz. Nitekim iktidarlar, bu nedenle ‘öfke politikaları’ geliştirir. Sabah uyandığınızda niyetiniz yalnızca kahvenizi içmektir; ama o sırada telefonunuza bir haber düşer – ve aniden öfkelenirsiniz. Oysa sizin sabahki varoluşsal amacınız ‘kahve içmek’ti, öfkelenmek değil. Fakat kimin, ne zaman, neye kızacağını organize eden bir sistem kurulduğunda, kişinin iç dünyası istila edilir. Devlet ya da iktidar, o kişinin o gün ne hissedeceğine bile karar verebilir. Böylece kişi, farkında bile olmadan kendi özgürlüğünü, hatta duygusal özerkliğini kaybeder. Yoksul halk, saatlerce Zuhal Topal’ın yemek programını izleyerek karnını sanal olarak doyurur. Biraz daha ‘entelektüel’ ve ‘sanatçı ruhlu’ olanlar içinse Yılmaz Erdoğan vardır. Futbol programlarındaki kavgalar, hakaretler ve küfürler, çoğu zaman oyunun kendisinden daha sansasyoneldir. 90 dakikalık bir maçın günlerce tartışılması bir tesadüf değil, kurgulanmış bir stratejidir. Spor, özellikle de futbol, artık yalnızca bir oyun değil; duygu üretim ve yönlendirme aracıdır. Taraftarlık üzerinden kimlik inşa edilir, öfke biriktirilir ve kamuoyu dikkatle yönlendirilir. Asıl gösteri sahada değil, ekranın diğer tarafındadır. Günümüz demokrasileri, disiplin toplumundan performans toplumuna geçerken, denetim teknikleri de değişmiştir. Artık cezalandırma değil, sürekli uyarılma, dikkat dağılması ve haz odaklı yönlendirme esastır. Devlet, bu bağlamda bir eğlence endüstrisi üretir; bu endüstrinin oyuncuları ise politikacılar, gazeteciler, televizyoncular, ekran yüzleridir. Bu medya-mekanik yapılar yalnızca bilgi üretmez; aynı zamanda söylenceler/anlatılar (narratifler) üretir ve bu söylenceler aracılığıyla yeni türden egemenlik biçimleri tesis edilir. Reality show’lar, televizyon mahkemeleri, futbol programları ya da “analiz” adı altında bağırış çağırışla yürütülen tartışma formatları, adeta modern çağın gladyatör arenalarıdır. Halk bu gösterileri izlerken hem duygusal olarak boşalır hem de politik olarak etkisizleştirilir. Acun Ilıcalı’lar, Müge Anlı’lar bu endüstriyel düzenin yalnızca popüler figürleri değil; aynı zamanda duygusal düzenleyici ve politik dikkat dağıtıcı işlevler üstlenirler. Bu düzen, iktidarın karşısında hak talep etmeyen; yalnızca izleyen, oylayan, oyalayan bir yurttaş tipi yaratır. Bazı programlarda izleyicilere oy hakkı tanınır. Böylece izleyiciye karar verici olduğu, belirleyebildiği hissi sunulur. Oysa bu katılım sahte bir etkililik duygusudur; çünkü bu programlar tesadüfen ilerlemez, çoğu detay önceden planlanmıştır. Kendisini etkin ve bilgili sanan bu izleyici tipi, YouTube ya da televizyon yayınlarına katılıp fikir beyan ettiğinde, toplumda sanki eşitlik ve fikir özgürlüğü varmış gibi bir izlenim doğar. İnsanlar futbol maçlarını veya siyasal gündemi tartışırken, yaşadıkları yoksulluğu bu oyunlarla telafi etmeye çalışırlar. Ortaya çıkan ise şişirilmiş bir narsistik hazdır. Ve böylece gerçek sorunlar – yoksulluk, adaletsizlik, işkence, sosyal dışlanma – gündem dışı kalır. Her şey gösteriye dönüşür. Her şey eğlence, her şey denetim, her şey korku… Ve tüm bunlar, sanki ahlaki bir düzen varmış gibi sunulan estetik bir illüzyonla perdelenir.
Eskinin tanrıları uzaklarda değildi; halkın arasındaydı. İnsani özellikler taşıyorlardı: kızıyor, bazen güzel insanlara tutulup çocuk sahibi oluyor, reddedildiklerinde ise tecavüze dahi başvurabiliyorlardı. Yunan mitolojisinde tanrı tecavüzünden doğan çocuklar vardır. Roma tanrıları da benzer özellikler taşır. İktidarlar, bu tanrıların yeryüzündeki temsilcileri olarak görülürdü; tanrı adına yönetirlerdi. İbrahimi dinlerin anlatısında ise tek bir Tanrı var ve bu Tanrı’nın insanla benzerliği yok. Tanrı, insanlardan uzaktadır. Mezopotamya ya da Yunan uygarlıklarında olduğu gibi halkın arasında değil, çok daha yüksekte, ulaşılamaz bir yerde tasavvur edilir. Üstelik yalnızca uzakta değil; insanlarla doğrudan ilişki de kurmaz. Tanrı, kullarıyla birebir diyalog halinde değildir. Uzaklara gönderilirken yüceliği gerekçe gösterilmiş, bu nedenle göklere, hatta uzaya yerleştirilmiştir.
Belki de insanların en temel gereksinimlerinden biri irrasyonalitedir: gökyüzü, yıldızlar, evren, uzaylılar, cinler, periler, tanrılar, nazar, büyü… Bu irrasyonal boşluk, tarih boyunca politikacılar, ideolojiler ve dinler tarafından doldurulmuş. Hayatı rasyonel temellerle sürdüren insanlar bile irrasyonale bir alan bırakırlar. Modern toplum bugün güvence sunamıyor. Güvencesizlik ortamı, irrasyonel alanların kapısını sürekli aralık bırakıyor. Bu ortamda güvensizlik, kuşkuyu artırıyor; kuşku ise güven yitimine yol açıyor. Şunu anlatmaya çalışıyorum: Korku, çok insani bir duygudur. Bizi önlem almaya yönlendirir, alarm işlevi görür. Böyle bir korkuyu rasyonel gerekçelerle azaltmak mümkündür. Ancak korku nevrotikleştiğinde, onu artık rasyonel açıklamalarla veya alınan önlemlerle yatıştırmak mümkün olmaz. Örneğin ben Mars’tan gelecek uzaylılardan korkuyorsam, bu korku paranoyak bir düzeye vardığında hayatın her alanında onları aramaya başlarım. Yönetim bana bu konuda akla uygun açıklamalar sunsa da bu açıklamaları korkularımın ciddiye alındığının kanıtı olarak görürüm. Böylece korkum daha da pekişir. Komplocu kişilerle konuştuğunuzda da benzer bir durum yaşanır: Her rasyonel gerekçe ve kanıt, onlar için komplo teorilerinin bir onayıdır. Bu da onları daha da komplocu yapar. Yani, normal koşullarda “normal” insanlara gerçeği göstererek güven tesis edebilirsiniz. Ancak komplo teorisyenleriyle bu mümkün değildir. Korkudan beslenen otoriter rejimler, iktidarlarını sürdürebilmek için korkuyu bilinçli biçimde üretir. Böylece komplo kuramcıları için adeta ideal koşullar yaratılmış olur. Bu nedenle onlarla mücadele etmek de son derece zorlaşır.
Bebek, annesinin kendi dışında biri olduğunu fark ettiğinde, “ben” ve “ben olmayan” ayrımı ortaya çıkar. Yani bebek, benliğiyle annesini ayırmaya başlar: “Ben” ve “annem” iki ayrı varlığız. Ancak başlangıçta bebek annesini “anne” olarak kavramaz; onun varlığını önce sadece “ben olmayan” biri olarak deneyimler. Daha sonra “ben” ve “sen” ayrımı gelişir. “Ben” ve “sen” ayrı kişilikleriz ama aynı zamanda “biz” de olabiliriz. “Biz”in dışında kalanlar ise “siz” olurlar. Bu tür ikilikler, insanın dünyayı anlamlandırma ve sistemleştirme sürecinin temelini oluşturur. Claude Lévi-Strauss’un yapısalcı kültür kuramında da benzer yapılar karşımıza çıkar: ben/sen, biz/siz, sıcak/soğuk, yukarı/aşağı, dost/düşman gibi karşıtlıklar, düşünmenin temel strüktürlerini oluşturur.
Benim dünyamda “dostlarım” var ama “düşmanlarım” yok. Düşmanlık için, bir kişinin başka bir kişiyle negatif, saldırgan ya da denetleyici bir ilişki içinde olması gerekir. Düşmanlık, çoğu zaman paranoyak bir yapıya işaret eder. Bu yapı, birinin beni izlediği, bana kötülük yapacağı varsayımıyla başlar. Bu varsayım doğrultusunda kişi, düşman sandığı kişiyi izlemeye, onu kontrol etmeye ve hatta ona zarar vermeye yönelir. Aslında, kendi içindeki düşmanca eğilimleri dışsallaştırır; bu eğilimlerden kurtulmak ve içsel gerilimini boşaltmak için onları bir “düşman figürüne” yansıtır. Ancak düşmana yansıtılan bu negatif duygular, kısa süreli bir rahatlama sağlasa da beraberinde yeni bir korku doğurur: düşmandan gelecek kötülük korkusu. Bu korkuyu azaltmanın bir yolu da düşmanı zayıflatmaya, kontrol altına almaya ve nihayetinde yok etmeye çalışmaktır. Düşmanın ortadan kaldırılması, kişinin iç dünyasında geçici bir rahatlama yaratır. Ancak bu yok ediliş, aynı zamanda psikolojik bir boşluk bırakır. Bu boşluk bir süre sonra yeni bir düşmanla doldurulur. Ve bu süreç sürekli tekrarlanır. Sonunda, herkes potansiyel düşman haline gelir. Çünkü paranoyak korkularla hareket eden birey ya da topluluklar, son derece dikkatli ve kuşkuludur. Bu aşırı dikkat ve hassasiyet, yaşanan olayların yanlış bağlantılandırılmasına neden olur. Böylece kuşku büyür, paranoya derinleşir. Melanie Klein’ın “paranoid-şizoid konum” olarak tanımladığı yapı tam da budur: içsel bölünmenin dış dünyaya yansıtılması, sevilen ve nefret edilen nesnelerin sert bir ayrımla kodlanması ve korkunun bir düşman imgesine sabitlenerek yönetilmeye çalışılması. Yakın tarihe baktığımızda, kimler düşmanımız olmadı ki? Kürtler, Aleviler, komünistler, dış güçler, gayrimüslimler, “gavurlar” … Sonunda mesele, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” cümlesiyle kapatıldı. Oysa bu söz, yalnızlaşmanın ve herkesin potansiyel düşman sayıldığı paranoyak yapının bir sonucudur. Ben öfkelendiğim, kızdığım insanlar olduğunu elbette kabul ediyorum. Ama bu insanlarla düşman değilim. Düşmanlık çoğu zaman yapay olarak üretilen bir konumdur; propaganda ile inşa edilir. İdeolojiler ve dinler, genellikle bu boşluğu doldurmak üzere “düşman” figürünü tanımlar, adlandırır ve bu figürü hedef gösterir. Bu yazdıklarımın nedeni, “dost” ve “düşman” dikotomisinde insanın, düşman hanesini farkında olmadan çok kolay doldurabiliyor olmasıdır. Bu boşluk; kişinin ideolojisi, inancı, kimliği tarafından hızla doldurulabilir. Ulus-devletler de bu düşman boşluğuna adaylar sunar: teröristler, komünistler, Kürtler… Bazen bu düşmanlar görünmezdir: uzaylılar, cinler, dış güçler gibi. Benim dostlarım var; dost olmadıklarım, dost olmak istemediklerim, kızdıklarım, hatta nefret ettiklerim de var. Ama düşmanlarım yok. Bu durum, bir bakıma bebeğin ilk dünyayı ayırış biçimine benziyor: dost ve dost olmayan. Belki bu bir olgunluk göstergesidir, belki de gelişimin erken dönemine ait bir patolojinin kalıntısıdır. Yine de bu ayrımı düşmanlık üretmeden yapabilmek kıymetli bir düşünsel ve duygusal tutumdur.
Bunca sözü, şu gerçeğin altını çizmek için söyledim: Bunalım derinleştikçe, mucizeye, kutsala ve yapay olana duyulan ilgi ve tutunma da artar. Bu yönelim, zamanla yalnızca bir sonuç olmaktan çıkar; bizzat sorunun kendisine dönüşür. Ve en nihayetinde, çözümün önündeki en büyük engellerden biri hâline gelir. Gerçek anlamda barıştan söz edebilmek için yalnızca sistemin dışında bırakılmış olanları değil, sisteme entegre olmuş, onun bir parçası hâline gelmiş bireyleri de bu sürece dâhil etmek gerekir. Ancak bu, son derece müşkül bir iştir. Çünkü sistem içindeki bireyin bunalımı daha görünmezdir; daha rafine, daha incelikli biçimlerde bastırılır ve yapay çözümlerle geçici olarak susturulur. İnsan, nevrotikleşen korkularına doğaüstü çözümler bulma eğilimindedir. Fırtınadan korkanlar, fırtınayı yöneten bir tanrı icat ederek bilinemezi anlamlandırmaya çalışmışlardır. Fırtınaların, tanrının öfkesinin bir tezahürü olduğuna inanmış, bu öfkeyi dindirmek için ona kurbanlar sunmuşlardır. Böylece kontrol edilemeyeni –fırtınayı, depremi, seli– tanrısallaştırarak kontrol ettiklerine inanmışlardır. Cinlerden korkanlar, cin kovucu muskalar taşımış; kötülüğün dışarıda olduğuna inanıp nazar boncuğuyla ona karşı savunma geliştirmiştir. Bu tür pratikler, bilinmeyenle mücadele etmenin, kaotik olanı simgesel düzeyde denetim altına almanın yollarıdır. Her ne kadar mesele çözülmüş gibi görünse de gerçeklikten kopuk korkulara bulunan her çözüm, aslında korkuyu artırır. Örneğin, ofisinde cinlerle uğraştığını düşünen biri, önce bir muska ile kendini korumaya çalışır. Ancak zamanla bu korku hayatın tüm alanlarına yayılmaya başlar. Korku, kendi kendini üretmeye ve çoğaltmaya koyulur. Önce komşular tehdit olarak algılanır, sonra uzak komşular. Ardından, tüm dünya düşman hâline gelir. “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” söylemi baş gösterir. Ama bu da yetmez: Evrenin kendisi bize düşman olur, oradan bize negatif enerjiler gelir. Bu genişleyen paranoya aynı zamanda içe doğru da yönelir. Yakınlarımıza, en sevdiklerimize. Sevgiliye, anneye, babaya, çocuğa. Her şeyden şüphe duyulmaya başlanır. “Çocuğun varsa derdin vardır”, “Senin gibi dostu olanın düşmana ihtiyacı yok” gibi ifadeler, bu içe çöken düşmanlık halinin dile dönüşmüş şeklidir. Korku, yalnızca dışarıda değil; içeride, evin içinde, kalbin merkezinde de kök salar. Burada gizlice gelişen bir narsizmi de var. Dünya, evren… Evrenin benimle uğraştığını sanan paranoyak duygu/düşünce sistemi kendisini olağanüstü önemli bir yere de koymaktadır.