İntikam alınmadan barışılmaz

“Üzerini örtelim gitsin” tavrı, meseleleri çözmez. Burada iki kardeşin oyuncak kavgasından değil, milyonlarca insanın yaşadığı zulümden söz ediyoruz. Zulüm, “unutuyorum” demekle unutulmaz. Travmanın en temel özelliği zaten unutulamamasıdır.

Burada vakalardan alıntıladığım bölümler kurmacadır. Terapiye ait herhangi bir hikâyeyi rahatça anlatmayı etik açıdan sorunlu buluyorum. Danışanlar bana geldiklerinde ilk olarak çocuklarıyla ilgili bir meseleden söz ettiler. İlerleyen seanslarda ise kadının derin bir yarasına temas edildi: Eşi onu yıllar önce aldatmıştı. Zaman zaman konuşmalar sırasında adamın “işlediği suç” ona hatırlatılıyor; adam ise bu anlarda suçunun farkında olan, altına kaçırmış bir çocuk gibi yere bakan, regresif bir tavır takınıyordu. “Bu kadar incindiniz, gururunuz kırıldıysa neden devam ettiniz?” diye sordum. “Affettim,” dedi. Ancak affetmemişti. Sadece affetmiş gibi yapmıştı. Gerçekten affetseydi, bu incinme yıllar sonra hâlâ yaşanıyormuş gibi yüzüne vurulmazdı. Yarası hâlâ tazeydi. Görünürde affetmişti, ancak içeride başka bir şey vardı. Bu tür durumlarda affetme sürecinde roller genellikle nettir: bir mağdur ve bir fail vardır. Adam hem suçlu olduğunu kabul etmiş hem de affedilmeyi dilemiştir. Yani suç bilinci oluşmuştur: “Ben suçluyum, yapmamam gereken bir şeyi yaptım. Özür diliyorum ve bir daha yapmayacağım.” Bu itiraf anı çok kritiktir. Güç dengesi değişir, mağdur güçlü konuma gelir. Çünkü affetmeme hakkı vardır; bu hak, ona yeni bir güç alanı sunar. Af dilendiğinde fail adeta suçluluk kartını masaya koyar: “Cezama razıyım.” Bu anda mağdur psikolojik bir üstünlük elde eder. Ancak bağışlama gerçekleştikten sonra mağdur artık ahlaki üstünlüğünü de terk eder/kaybeder. Affetmek, “mağduriyetimden vazgeçiyorum, ilişkiyi eşitliyorum” demektir de. Fakat söz konusu kadın gerçekte affetmemişti. Affetmiş gibi davranmış, ama adamı “suçlu sandalyesinden” kaldırmamıştı. Her çatışma anında, geçmişteki bu suçu tekrar tekrar hatırlatarak onu yaralamış, bu yolla intikamını sürekli kılmıştı. Burada dikkat çeken şey, mağdur konumunu bırakmak istememesi.

“Bize ne senin eş terapilerinden?” diyebilirsiniz. Haklısınız. Ancak eğer barıştan söz ediyorsak, bu süreçte en önemli meselelerden biri, kimin suçlu, kimin masum olduğuna karar vermektir. Barışmanın önkoşulu, suç bilincinin oluşmasıdır. On binlerce insan öldü, milyonlarcası doğrudan, toplumun tamamı ise dolaylı olarak etkilendi. Suçlu kim? Bu soruyu atlayarak barış mümkün değildir. Gözlemlediğim kadarıyla bu süreçte her iki taraf da birbirini suçlamakta. Yani iki tarafın da kendisini mağdur olarak gördüğü, ama hiçbir tarafın suçlu olarak kabul edilmediği bir durum söz konusu. Peki, böyle bir durumda kim kimden özür dileyecek? On yıllardır süren bu çatışmada her iki taraf da artık masumiyetini yitirmiş, bu kirli savaşta herkes bir ölçüde kirlenmiştir. Belki de soruyu şöyle koymak gerekir: Bu savaş neden başladı? İnsanlar neden “terörist” oldular? Sonuçta doktor olmak, mühendis olmak, zengin olmak istenir bir şeydir. Ama “terörist” olmak? Bana göre bu konuda en büyük sorumluluk ve dolayısıyla suç da devlete aittir.

Terörist: Kimlik çalma, hiçleştirme…

Fail, mağdurun kimliğini siler, onu bir “şeye” indirger. Naziler Yahudileri birer Davut Yıldızı’na, toplama kamplarında ise sadece bir sayıya dönüştürdüler. Artık isimleri yoktu. Sadece birer sayıydılar. Bu kimlik silme, yani kişi olmanın yok edilmesi, başka bir zalimliği de içinde barındırıyordu: O rakamlar, insanların derilerine kazındı. Anne ve babalarının verdiği isimler silinirken, sistemin verdiği rakamlar asla silinmesin diye bedenlerine kazındı. Bu çok bilinen ve çeşitli kontekslerde kullanılan bir yöntemdir. Sünni-Türk ulus devlet, Dersim’i “Tunceli” yaparken açıkça şunu dayattı: “Seni nasıl tanımlıyorsam, bunu kabul edeceksin.” Yani “Senin Aleviliğini ben tanımlayacağım; yalnızca benim çizdiğim sınırlar içinde Alevi olabileceksin ve haddini bileceksin.” Tanımlama gücünü elinde tutan devletti. Böylece kişi, kendi kimliğini belirleme hakkından da mahrum bırakıldı. Devletin söylemi şuydu: “Senin kendini nasıl tanımladığın umurumda değil. Ben sana kim olduğunu söylüyorsam, sen osun.” Ve bu tanımın nihai ifadesi şuydu: “Sen Tuncelilisin… Bu kadar.” Bu, sadece bir isim değişikliği değil; aynı zamanda tarihsel hafızanın, kültürel kimliğin ve kolektif aidiyetin sistematik olarak bastırılmasıydı. Bugün yaşadığımız savaşta devlet benzer bir yol izliyor: Artık onlar Ahmet, Mehmet, Baran değiller. Sadece “terörist”ler. Hiçbir bireysel özellikleri kalmadı. Aynılaştırıldılar. Onları tanımlayan tek şey, “terörist” olmaları. Ve bu sıfat da beraberinde şu çağrışımları getiriyor: bebek katili, cani, canavar, katil, pislik, mikrop… Bu şekilde, uygulanan zulüm göreceleştirildi, üzeri örtüldü, makulleştirildi. Yıllarca bu ölümler birçok insanın umurunda bile olmadı. Görmezden gelindi. Çünkü devlet şöyle diyordu: “Sen artık sen değilsin. Kimliğini senden alıyorum. Seni sen yapan her şeyi siliyorum. Artık sadece benim atadığım kimlikle varsın: Teröristsin.” Bu söylem, insanın bireyliğini elinden alarak onun yok edilmesini kolaylaştırdı. Türk devleti bu filmi böyle kurguladı. Ve bu kurgu, o insanların öldürülmesini de meşrulaştırdı, kolaylaştırdı. Devletin bu tavrına karşılık Kürtler de kendi stratejilerini geliştirdiler: PKK’liler takma, sahte isimler kullanmaya başladılar. Bu da bir tür kimlik değişimiydi. Devlet isimleri silerken, onlar da kendi isimlerini gizlediler, yeni kimlikler icat ettiler. İki taraf da bir kimlik savaşının içine girdi.

Barışma ritüelleri

Kültürler barışma süreçlerini ritüelleştirir. Yan odada kavga eden çocuklara “kesin lan zırıltıyı” denmesi gibi… Bu, mevcut durumu olduğu gibi kabullenip hayatına devam et demektir. Yani: affedin, suçlu-masum aramayın, susun ve sürdürün. Aynı tavrı soykırım tartışmalarında da görürüz: “Olmuş bitmiş, tarihçiler konuşsun.” Kürtler, Aleviler ne istiyor? “Geçmişte kaldı, önümüze bakalım.” Bu söylem, tartışmayı sona erdiren otoriter bir müdahaledir ama barış getirmez. “Üzerini örtelim gitsin” tavrı, meseleleri çözmez. Burada iki kardeşin oyuncak kavgasından değil, milyonlarca insanın yaşadığı zulümden söz ediyoruz. Zulüm, “unutuyorum” demekle unutulmaz. Travmanın en temel özelliği zaten unutulamamasıdır. Bir başka barışma ritüeli: “Öpüşün barışın.” Otorite burada devreye girer ve “kardeşsiniz” diyerek barışı dayatır. Ancak tartıştığımız meselede, otoritenin kendisi zaten savaşın tarafıdır. Yani sanık sandalyesinde oturan da otoritenin ta kendisidir. Bu da süreci daha da karmaşıklaştırır. “Barış içinde yaşayalım” diyenlerin, dinsel bağlamlarda ortaklık vurgusu yapmaları tesadüf değildir. Yanlış anımsamıyorsam Kur’an’da “barış” kelimesi altı kez geçer ve bu atıfların çoğu Müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerine yöneliktir. Yani burada söz konusu olan, içsel bir barıştır: kardeşler arası barış. Oysa benim sözünü ettiğim barış, ötekiyle barıştır. O öteki ise İslam’ın tarihsel bağlamında çoğu zaman “gavur”, “kâfir” ya da “Müslüman olmayan” olarak kodlanmıştır. Ve bu ötekilere yönelik tutum, çoğu durumda ne eşitlikçi ne de barışçıldır. Bu nedenle barış isteyenler, dinsel referanslar üzerinden konuşurken aslında ötekini “öteki” olmaktan çıkarma çabası güderler. Yani “din kardeşliği” vurgusuyla, farklı olanı ortak bir kutsalın çatısı altına alarak yeniden tanımlamaya çalışırlar. Ancak bu, gerçek anlamda bir eşitlik ya da adalet ilişkisi değil; ötekiyle benzeştirme yoluyla ötekiliğin iptali girişimidir. Diğer bir ritüel ise ortak kutsal bağlamlarda, dini/kutsal otoriteye boyun eğmektir. Örneğin bayramlarda, suçlu kim, masum kim bakılmaksızın küçük kardeş büyüğün elini öper ve barış sağlanmış olur. Bu bağlamda kutsal otorite, ahirette mutlak adaleti sağlayacağı vaadiyle dünyevi olanın devamını mümkün kılar. Zaten ahirette bir mahkemenin varlığı düşüncesi, yeryüzündeki adaletsizliklerin varlığını örtük biçimde kabul etmez mi? Ayrıca bu vaat, intikamdan vazgeçmeyi de kolaylaştırır, daha doğrusu burada intikamın kutsala havale edilmesi vardır.

Tüm bu ritüellerin ötesinde asıl soru şudur: İnsan kendi içinde barışabilir mi? Affetmek, aynı zamanda insanın kendisiyle hesaplaşmasıdır. Bir özür geldiğinde, mağdurun kendisiyle yüzleşmesi başlar. Dinsel söylem burada devreye girerek, bu hesaplaşmayı “ben yaparım” diyerek kutsala havale eder.

Bağışlamış gibi yaparak affetme üzerinden güç kazanan ve bu gücü otoriter bir biçimde kullanan kadına dönecek olursak… Adam “aldattığını” söylediği anda, kadın ilişkinin dışına çıkmıştı. Tek eşli ilişkilerin kuruluşunda bu tür durumların kolektifleştirilmesinin sebebi, sadakati korumaktır. Bu tür durumlar, yalnızca iki kişilik bir ilişkiyi değil, ilişkinin dışındakileri de duygusal olarak içine çeker; böylece “aldatma” eylemi, yalnızca bir ihanet değil, çok katmanlı bir kırılma hâline gelir. Kadın aldatıldığı sırada evinde oturup televizyon izliyordur. Yani o anda yaptığı tek eylem, ekran karşısında pasif bir izleyici olmaktır. Olayın tamamen dışındadır; sorumluluğu, bilgisi ya da katkısı yoktur. Aldatma sürecinde aktif hiçbir rolü bulunmaz. Fakat aldatma açığa çıktığında, olayın dışında kalan bu kişi en derin duygusal tepkileri yaşar. Aslında içinde yer almadığı, hiçbir biçimde fail ya da aktör olmadığı bir olayın duygusal faturasını üstlenmiştir. Eylemin faili değil; ama etkisine doğrudan maruz kalan biridir. Aldatılmanın yükünü, hiçbir fiili katkısı olmadığı hâlde sırtlanan kişi. Aldatmanın çeşitlenebilirliğine gelirsek: Erkek, kendisini ya da ilişkiye girdiği kadını aldatabilir; kadın da aynı şekilde hem kendisini hem de partnerini… Hatta her iki taraf, aynı anda birbirini aldatabilir. Ancak burada ilginç olan şudur: İlişkiyi yalnızca iki kişi yaşarken, üçüncü kişiler de — örneğin çocuklar — aldatıldıklarını hissedebilir. Erkek, çocuklarına durumu açıkladığında, çocuklar da anneleriyle birlikte “aldatılmış” olurlar. Aldatmanın duygusal etkisi yalnızca çiftle sınırlı kalmaz; çevresel bağları ve aile ilişkilerini de sarsar. Anne-babalar bile, kendilerine bir şey yapılmış gibi acı çekebilir. Bu duyguların gerçekliğini sorgulamıyorum. Ben burada yalnızca monogaminin ne tür kolektif engeller yarattığını ve bireyin bu engelleri nasıl içselleştirdiğini anlatıyorum. Bu tür durumlarda “aldatan” kişi, eşiyle arasında var olan sözleşmeye sadık kalmamıştır. Aslında, sadece sadakati değil, paylaşma ilkesini de ihlal etmiştir. Eşiyle paylaşma sözü verdiği bir şeyi — bedeni, zamanı, ilgiyi, mahremiyeti ya da duygusal yakınlığı — başka biriyle paylaşmıştır.

Burada ‘aldatılan kadın’ dedim. Bu kadının yerine erkeği de koyabiliriz.

Travma sonrası dünya aynı değildir

Travma unutulamayandır. Travmayı yaşayanların içinde daima bir acı kalır. Travmatik deneyim, insana mutlaka bir şeyleri kaybettirir: Kendine olan güveni, insanlığa duyduğu inancı, ideallerini, sevdiklerini, hatta sevdiği şeyleri sorgulatır. Bazen de tüm bunları fiilen kaybettirir. Dünya, artık güvenilmez bir yer hâline gelir. Kişi, yurdun sunduğu sembolik güvenceyi de yitirir. Bir şeyleri ya da birilerini kaybedenlerin en doğal ve temel tepkisi yas tutmaktır. Ancak savaş gibi yoğun hayatta kalma koşullarında, insanlar kayıplarının yasını ertelemek zorunda kalırlar. Hayatta kalmak, o anın tek meselesi olur. İşte tam da bu yüzden, barışma ve affetme süreçlerinde ertelenmiş yaslar yeniden gündeme gelir. Eğer ‘biz’olamazsak, yitirdiklerimizi “bizim” hâline getiremezsek, birlikte yas tutamazsak, yaşanan barışma da sahte olur. Aldatılma hikâyesine dönecek olursam: O kadın sadece sevdiği adamı değil; dürüstlüğe olan inancını, ortak hayallerini ve geleceğe dair umutlarını da kaybetmişti. Eğer barıştıklarında, bu ortak gelecek projelerine düşen gölgeleri konuşabilselerdi, bambaşka bir yas ve barışma süreci yaşayabilirlerdi. Psikanalistler Alexander ve Margarete Mitscherlich, yas tutma yetisizliğinin (Die Unfähigkeit zu trauern, 1977), Alman toplumundaki etkilerini derinlemesine incelemişlerdir. Yas tutmanın bir erdem olduğunu, psikolojik kirlenmenin yas yoluyla temizlenebileceğini ve suç bilincinin oluşmasına bu sürecin katkı sunduğunu belirtirler. Kişi, kendi içindeki kötüyle – kendi gölgesiyle – yüzleşmeden gerçek bir içsel barışa ulaşamaz. Yas, bu yüzleşmenin en temel alanıdır. Psikanalist Vamık D. Volkan da (Wege der Trauer, 2016, 3. baskı) yas tutma süreçlerini analiz ederken, tutulamayan yasın zamanla bitmeyen bir yasa dönüştüğünü belirtir. Yas tutulmadan ölenleri “biz” hâline getiremeden, acılarımızla yüzleşmeden gerçek bir barış mümkün değildir.

Yaşanan bir zulüm, üzerine düşünülüp çalışılmadıkça geride bırakılamaz. David Becker, uzun yıllardır aynı enstitüde birlikte çalıştığım meslektaşım Annette Simon ile yaptığı söyleşide (Scham, Wut und Trauer, 2024), Adorno’ya atıfla şöyle der: “Geçmiş, ancak çalışıldığında ve üzerine düşünüldüğünde geçmiş olur.” Eğer geçmişi yaratan koşullar sorgulanmaz ve yüzleşilmezse, o geçmiş aslında geçmiş değildir. Yası tutulamayan kayıplar ise zamanla psikolojik bir yüke ve bitirilemeyen bir hikâyeye dönüşür. David Becker, bir başka çalışmasında (Zugehörigkeit, Anerkennung, Entwicklung und Aufarbeitung, 2024), aidiyetin temel bir insanî ihtiyaç olduğuna vurgu yapar. Bu ihtiyacın ancak kabul görmek ve saygı görmek yoluyla doyurulabileceğini belirtir. Aidiyet, aynı zamanda bir farklılığın da altını çizer; benzerlik değil, fark üzerinden tanımlanır. Bazı aidiyetlerin başlangıç noktası yoktur; onlara doğarız. Ayrıca aidiyet, tamamlanmış ya da sabit bir durum değil; içinde bulunduğumuz bağlama göre sürekli değişen bir süreçtir. Bu nedenle bu ülkede barış meselesi, özünde “ötekinin insan yerine konulması” meselesidir. Kabul görmek, sadece sembolik retorik düzeyinde “Aleviler/Kürtler bizim kardeşimizdir” demekle sağlanamaz. Eğer bu gruplar hukuki olarak eşit değilse, eşitlik duygusunu yaşamıyorlarsa ve bu toplumda onlara karşı dayanışmacı değil dışlayıcı bir kültür hâkimse, bu tür retorik sadece durumun çelişkisini daha da belirginleştirir. Kısacası burada asıl sorun, “Alevi sorunu” ya da “Kürt sorunu” değil; bu sorunlara nasıl yaklaşıldığında ve nasıl kavrandığında yatmaktadır. Travma üzerine çalışanlar iyi bilir: Travmayla baş etme süreci, son derece yaratıcı olabilir. Travmadan sonra iç dünyaya hapsolan öfke ve enerji, eğer dönüştürülebilir ve yapıcı bir şekilde dışa vurulabilirse, bu yalnızca bireysel iyileşmeyi değil, toplumsal düzeyde de olumlu dönüşümleri mümkün kılabilir. Daha önce Travma başlıklı yazılarımda da değindiğim gibi: Travmayı mağdurdan dinleyen fail de travmatik bir etkiyle karşı karşıya kalabilir. “Ben bunları nasıl yapabildim?” sorusu, failde derin bir sarsıntı yaratabilir. Bu türden bir fail travması, toplumsal ölçekte büyük bir değişimin tetikleyicisi olabilir. Yıllarca travmayı bastırarak yaşayan, bunu bahanelerle gerekçelendiren ve çeşitli psikolojik savunma mekanizmalarıyla ayakta kalmaya çalışan bir failin, tüm bu yükü taşıyabilmek için harcadığı enerji serbest kaldığında, büyük bir psikolojik rahatlama yaşanabilir. Travma çalışıldığında hem bedensel hem zihinsel düzeyde belirgin bir hafifleme hissi oluşur. Zira bir sırrı saklamak, özellikle de şiddet içerikli bir sırrı, ağır bir yüktür. Bu yükten kurtulmak, yeniden dürüstleşmek, yeniden insan olmanın onurunu kazanmak fail açısından da bir tür arınma ve içsel barış imkânı yaratır. İşte bu tür yaratıcı başa çıkma yolları, travmanın yıkıcılığını aşarak topluma yeni bir etik, estetik ve dayanışma biçimi kazandırabilir. Bu süreçte en temel ilke dürüstlüktür. Gerçekle yüzleşmekten kaçmamak, kendini kandırmamak, bahanelerin ve inkârın arkasına saklanmamaktır. Yani kaytarmamaktır. Ancak bu hiç kolay değildir. Çünkü yıllar boyunca hile, yalan ve inkâr üzerine kurulu bir anlatı inşa edilmiştir — ve bu anlatı, halkın büyük bir kesimini ikna etmeyi başarmıştır. Gerçek, sahte hakikatlerin gölgesinde silikleştirilmiş; yalanlar, toplumun kolektif hafızasına “makul gerçeklikler” olarak yerleştirilmiştir. İşte bu nedenle dürüstlük, yalnızca bireysel bir erdem değil; aynı zamanda siyasi bir cesaret, ahlaki bir meydan okuma ve toplumsal bir yeniden kuruluşun önkoşuludur.

İntikam: Eşitlik Vaadi ile Gerçeklik Arasındaki Yarık

Son yazılarımda da yer yer sözünü ettiğim gibi, intikamın hayatımızda çok belirleyici bir rol oynadığını savunuyorum. Bu kadar yoğun yaşanan bir duygunun yalnızca psikolojinin konusu olamayacağı kanaatindeyim. Ne yazık ki intikam, modern hukuk çerçevesinde sınırlı biçimde konuşulabiliyor. Modern toplum, intikamı uygarlık dışı, ilkel, arkaik ve barbarca bir eylem olarak tanımlıyor. Uygarlık ölçütü, intikam duygusunu bastırabilme becerisine indirgenmiş durumda: Uygar insan, intikam duygusunu aşabilen insandır.

Ancak bu tablo oldukça ikiyüzlüdür. Modern toplum bir yandan intikamı hayatın dışına iterken, öte yandan gündelik yaşamı sürekli olarak intikam duygusunu yeniden ve yeniden üretir. Modern toplumun temel vaadi, herkesin eşit olduğu ve adil bir sistemin içinde yaşadığıdır. Oysa gerçeklik bunun tam tersidir. Dünyada insanların eşit olduğu iddiası büyük ölçüde bir aldatmacadır. İnsanlara eşitlik vaadi sunulmakta, fakat bu vaat tutulmadığında ortaya çıkan eşitsizlik adaletsizlik olarak algılanmaktadır. İşte bu algı, intikam duygusunun temel tetikleyicisidir.

Haklı olmakla hakkını almak arasında fark vardır

Modern toplumda bazen kişi haklı olsa da hakkını aramasına rağmen onu elde edemeyebilir. Bu da yeni bir incinme ve öfke kaynağına dönüşür. İnsan kendini yalnız ve terk edilmiş hisseder. Haklı olmak, hakkını almayı garanti etmez. İşte tam da bu tür durumlarda kutsalın vaadi devreye girer. Mutlak adalet, ahirete projekte edilir. İlahi adalet tasarımında, yeryüzündeki adaletsizlikler bir ön kabul olarak yer alır. Kutsal, insanın kendi çabasıyla çözemediğini “ben çözeceğim” diyerek üstlenir. Böylece kişi, hak ettiği cezayı (intikamı) ahirette Tanrı’nın vereceğine inanır. Beddualarda bu beklenti açıkça görülür: Tanrı’dan adalet ve intikam talep edilir. Beddua eden kişi, kendi gerçekleştiremediği cezalandırmayı kutsalın yerine getirmesini umut eder. Beddua, aslında güçsüzün intikam talebidir. Tanrı’ya havale etmek ikircikli bir tutumdur: Bir yandan kişi “Ben intikam alamıyorum, gücüm yetmiyor” der; ama aynı zamanda “İntikamdan vazgeçmiyorum, sadece onu Tanrı’ya devrediyorum” demektedir. Bu nedenle Tanrı’ya havale etmede – özellikle bedduada – imgesel bir intikam vardır. Kişi, kendisine yapılan haksızlığın cezasız kalmayacağına dair bir kurgu içinde teselli bulur. Zamanla failin yaşadığı herhangi bir olumsuzluk, Tanrı’nın cezalandırıcı adaleti olarak yorumlanır. Böylece kutsal, gecikmiş ama kaçınılmaz bir intikamın teminatı hâline gelir.

İntikam… Kurulu bir düzen vardır ve bu düzen bir kişi tarafından bozulur. İntikam, bu bozulmuş düzeni eski haline getirme girişimidir. Bir kişi diğerinin koyununu çaldığında, mağdur olan da failin koyununu çalar. Bu, yüzeyde simetrik bir düzen kurma çabası gibi görünür. Ancak her zaman böyle birebir bir takas mümkün değildir. Örneğin biri diğerinin kardeşini öldürdüğünde, mağdur failin kardeşini öldürerek bir tür denge kurduğunu düşünebilir. Fakat burada “takas edilen” aslında canlı bir varlıktır ve kayıplar birbirine denk değildir. Eski düzeni aynen yeniden kurmak mümkün değildir. Çünkü ölen geri gelmez. Kısacası, intikam düzeltmeye, eski durumu yeniden inşa etmeye yönelik bir girişim gibi görünse de çoğu zaman bunu gerçekleştiremez. Telafiden çok “telafi edildi” duygusu yaratır — yani gerçek bir onarım değil, simgesel bir denge hissi sunar.

Narsisizm, Aşağılanma ve İntikam

Filmlerde sıkça rastlarız: Mahalledeki haksızlıkları gözlemleyip “yetkili makamlara” bildiren ya da gazetelere yazılar gönderen o adalet sevdalısı karaktere. Bu kişiler mahallenin vicdanı gibidir. Düzenin içindeki düzensizlikleri görünür kılar, bu çarpıklıkları düzenin kendisine bildirerek bir tür iç reformu hedeflerler. Her düzen, kaçınılmaz olarak birtakım aksaklıklar barındırır. Bu kişiler ise “iyi insan” olmanın bazen bir tür muhbirliği içerdiğini düşünür gibidir. Genellikle muhalif bir konumdadırlar; ama bu muhalefet, dışarıdan değil, düzenin içinden yapılır. Yani düzene değil, düzenin içindeki işleyişe muhaliftirler. Haksızlığı tespit edebilmek için kuşkucu ve gözlemci olmak gerekir. Ancak zamanla bu durum bir tür paranoyaya dönüşebilir. Sürekli yanlışları arayan, sürekli hoşnutsuzluk içinde yaşayan insanlar haline gelirler. Zira bir insan neyi sürekli ararsa, sonunda onu bulur. İstanbul’da trafik kontrolü yaparsanız, kurallara uymayan şoförleri bulursunuz; bir köyde yaparsanız, kuralları ihlal eden traktör sürücüsünü tespit edersiniz. Arayan bulur.

Reinhard Haller, Rache. Gefangen zwischen Macht und Ohnmacht (İntikam: Güç ile Çaresizlik Arasında Mahkûmiyet) adlı kitabında, narsistik kişilik yapısının en sinsi biçimlerinden birinin, adalet duygusunun aşırı ve saplantılı dışavurumu olan “Querulanz” (aşırı dilekçecilik) olduğunu yazar. Bu kişiler, kendi adalet anlayışlarını başkalarınınkinden üstün görürler. Diğer insanlar onların yargılarına katılmadığında bunu düşmanca bir eylem veya intikamı gerektiren bir kötülük olarak algılarlar.

Modern toplumda narsistik şiddetin araçları arasında mobbing (psikolojik yıldırma) ve stalking (rahatsız edici takip) de yer alır. Bu davranışlar fiziksel şiddet içermese de mağdurlar tarafından yoğun bir psikolojik terör olarak deneyimlenir. Bu tür eylemlerin temelinde çoğunlukla hayali bir incinme yatar. Psikolojik şiddet uygulayan kişi, kendisine yapılmış bir haksızlığa —örneğin görmezden gelinmeye, önemsenmemeye, reddedilmeye ya da değersizleştirilmeye— tepki verdiğini sanır. Aslında, yaptığı şey kendince bir “intikam”dır. Zamanla başkasını mağdur etmenin hazzını tatmaya başlar.

Reddedildiğinde kendisini güçsüz hisseder; güç, kendisini reddedende toplanmıştır. Ama mobbing sürecinde kendisini güçlü hisseder, çünkü bu kez o mağdur eden taraftadır. Bu noktada üstünlük ve “akıllı” olduğunu düşünme arzusu devreye girer. Karşısındaki kişiye zarar verme planları kurar. Mağdur işten çıkarılmıştır ve evine doğru gitmektedir. Onu yolda bekleyen kişi, bir eşitsizlik yaratır: Fail olan kişi durumu önceden kurgulamıştır; mağdur için ise bu an bir sürprizdir, hazırlıksızlıktır. Bu hazırlıksızlık ile hazırlıklı olma arasındaki fark, fail tarafından bir üstünlük ve zekâ göstergesi olarak yaşanır. Ve bu üstünlükten haz duyulur.

Her intikamdan önce bir kırılma, bir “Kränkung” yani bir aşağılanma yaşanır. Bu aşağılanma, kişinin benliğinin merkezine —sevgiye muhtaç, kırılgan öz benliğe— doğrudan saldırır. Dışarıdan önemsiz gibi görünen bu deneyimler, kişinin iç dünyasında derin yaralar bırakabilir. İntikam, bir eşitleme eylemidir. Birinin beni küçümsediğini, aşağıladığını hissettiğimde, intikam alarak eski dengeyi —aşağılanmadan önceki durumu— yeniden kurmaya çalışırım. Beni aşağılayanı ben de aşağılayarak “oh, canıma değsin” hissini yaratırım. Ancak mobbing gibi durumlar, eşitleyici intikamın ötesine geçer. Bu eylemlerde, sadece adalet arayışı değil, mağdur etmenin kendisinden alınan haz ön plandadır.

Kötülük, Acı ve İntikam Arzusu Üzerine

İntikam arzusunu doğuran haksızlıkların çoğunda belirgin bir “kötülük” unsuru bulunur. Peki, kötülüğü tanımlayan ölçüt nedir? En temel tanımıyla kötülük, bir kişiye kasıtlı olarak acı vermektir. Ancak her acı kötülük değildir; dolayısıyla her acı da intikam duygusu doğurmaz. Örneğin bir cerrah, ameliyat sırasında hastaya acı verebilir; ama bu, iyileşmeye hizmet ettiği için “kötü” olarak nitelendirilmez. Aynı şekilde, iyilik amacıyla iğne yapan bir hemşire de acı verir ama kötü değildir. Burada belirleyici olan, acının amacıdır. Eğer acı, kişinin iyiliği gözetilerek veriliyorsa, bu bir zarar değil, tedavidir. Ancak bazen kötülük, iyilik kisvesi altında gizlenir. Acı verme niyeti, “senin iyiliğin için” denilerek meşrulaştırılır. 1980 askeri darbesi sırasında uygulanan işkence ve baskılar “halkın selameti” adına sunulmuştu. Günümüzde de iktidarın uyguladığı birçok baskı ve eşitsizlik, benzer şekilde “milletin menfaati” ya da “devletin bekası” söylemleriyle gerekçelendirilmektedir. Bu tür ikiyüzlü kötülük biçimleri yalnızca devlete özgü değildir; kültürel olarak da içselleştirilmiştir. Örneğin, bazı ebeveynler çocuklarını “terbiye etmek” ya da “adam etmek” amacıyla döverler. Burada da yine kötülük, çocuğun “yararı” söylemiyle maskelenir.

Kötülüğü tanımlayan en önemli ölçütlerden biri, eylemin keyfî oluşu ve doğrudan acı verme amacıdır. Paul Ricœur (Das Böse,2006) kötülüğü özellikle masumiyetle ilişkilendirir. Ona göre kötülük, masuma yönelen acıdır. Yani, haksızlığa uğrayan kişi savunmasız, suçsuz ya da güçsüzse, yaşadığı acı daha derin bir kötülük hissi doğurur ve bu da intikam dürtüsünü besler. Bu noktada, acının kendisi kadar acıların eşitsizliği de dikkate değerdir. Thomas Macho (Das Leben ist ungerecht, 2010) mitolojide kötülüklerin kaynağının sıklıkla tanrılar olarak sunulmasına dikkat çeker. Ona göre, en adaletsiz olan şey yalnızca kötülüğün varlığı değil, kimin ne ölçüde acı çektiğindeki eşitsizliktir. Bazı insanlar baş edilebilir, hatta anlamlandırılabilir acılar yaşarken; bazıları, açıklanamaz derecede yıkıcı ve absürt acılara maruz kalır. Dini anlatılar bile eşitsizliklerle doludur. Örneğin, doğal afetlerde suçlu ya da suçsuz ayrımı yapılmaz; herkes ölebilir. Bu tür felaketlerde adaletin dünyada değil, ancak “öte dünyada” gerçekleşeceği söylenir: ahirette masumlarla günahkârlar ayrışacaktır. Ancak bu tür bir inanç, yaşadığı acının nedenini şimdi ve burada anlamaya çalışan insan zihni için çoğu zaman yeterli bir teselli sunmaz. Öte yandan, kutsal metinlerde bireysel intikam neredeyse istisnasız şekilde kınanır. İntikam, yalnızca Tanrı’ya ait bir haktır: “İntikam benimdir, ben karşılık vereceğim”. İnsan, ancak Tanrı tarafından yetkilendirilmişse – yani ilahi adaletin bir aracı kılınmışsa – cezalandırma hakkına sahip olabilir. Bu sınır, dünyevi intikam dürtüsünü bastırmak ve bireyin cezalandırma hakkını keyfî biçimde kullanmasını engellemek amacı taşır. Ne var ki, bu ilahi yetkilendirme iddiası zaman zaman istismar edilir. Özellikle radikal dinî yapılanmalar, kendi şiddet eylemlerini Tanrı adına gerçekleştirdiklerini iddia ederler. Cihatçılar, bireysel ya da kolektif şiddet eylemlerini “ilahi adaletin uygulanışı” olarak meşrulaştırır. Böylece aslında Tanrı’ya ait olması gereken intikam hakkı, dünyevi bir güç arayışına dönüştürülür. Richard Kearney, Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar adlı eserinde (2023, 4. Baskı), katletmenin insanlık tarihindeki en büyük vahşet biçimlerinden biri olmasına rağmen, nasıl kutsal söylemlerle meşrulaştırıldığını tartışır. Kutsal ile şiddet, tarih boyunca farklı biçimlerde birbirine bağlanır. Mesela şehitlik, gazilik gibi kavramlar aracılığıyla şiddet kutsanmıştır. Kearney, kutsalla ilgili korkunçluğun genellikle “korkunç” olarak adlandırılmadığını, aksine kutsallığın içinde eritilerek görünmez kılındığını söyler. Tanrısal olanın “tarifsizliği”, insanı dehşete düşüreni görmezden gelmeye neden olur. Kutsalın içinde saklanan şiddet, bu yolla meşruiyet kazanır. Oysa her ne kadar kutsal söylemlerle örtülmeye çalışılsa da kötülük en temelde insanın insana – ve doğaya – yönelttiği bilinçli zarar verme eylemidir. Kutsallık kılıfı, kötülüğün kökenini maskeleyebilir ama onu ortadan kaldırmaz.

Rezil Olmak, Utanç ve İntikam Dürtüsü Üzerine

Bir tanıdık, alışveriş sırasında çocuğunun yüksek sesle ağlamasından dolayı “rezil oldum” diyor. Bu duygu, çevredeki insanların bakışlarıyla pekişiyor. Oysa burada açık bir fail yoktur. Bu olumsuz duyguyu doğrudan bir kişi—Ali, Hans ya da John—yaratmıyor. Duyguyu üreten, içselleştirilmiş toplumsal normlardır. Kendi dilimde söylersem: bu, ideal-ben ile gerçek-ben arasındaki farkın yarattığı bir utanma hâlidir. Toplumsal düzlemde ideal olan, kamusal alanda anne-baba ile çocuk arasında uyumlu, “terbiye edilmiş” bir ilişki beklentisidir. Mutlu ve kontrollü aile imgesi, kültürel olarak olumlanırken; çocuğun ağlaması bu görüntüyü bozar ve negatiflik olarak kodlanır. Bu bozulma, “rezil oldum” duygusunu doğurur. Fail belirsizdir; ama genellikle suç, çocuğa yöneltilir. Oysa çocuklar ağlayarak büyür. Ağlamak, onların temel iletişim yollarından biridir ve bir “suç” olarak değerlendirilemez. Bununla birlikte, pek çok ebeveyn bu gibi durumlarda çocuğu suçlar. Bu suçlama açıkça dile getirilmese bile, duygusal düzeyde aktarılır. Sonuçta çocuk, kendi duygusal ifadesinden ötürü sorumlu tutulur. Bu tür yaşantılar yoğun duygulara neden olur. Aşağılanma deneyimleri çoğu zaman bastırılır, konuşulmaz ve utançla örtülür. Oysa bu duyguların açıkça ifade edilmesi, onların yıkıcı etkilerini azaltmanın en etkili yollarından biridir. Ancak birçok insan, “küçük” gibi görünen olaylardan incindiğini dile getirmekten çekinir: bir bakış, alaycı bir söz, eksik kalan bir teşekkür bile ciddi duygusal kırılmalara yol açabilir. Aşağılanma yaşayan bireyler, çevrelerinde suçluluk duyguları da yaratabilir. Bu duygu, bir başkasına zarar verildiği ya da onun beklentilerinin karşılanmadığına dair bir inançla beslenir. İncinmek, bazı insanlar için zayıflıkla eşdeğerdir. Bu kişiler incinmişliklerini gizler; böylece zayıf olduklarını da gizlediklerini düşünürler. Çünkü bir insanın incindiği yer, aynı zamanda onun en savunmasız yanıdır — ve burada yeniden aynı yerden incitilme korkusu da yatar. İşte bu tür gizlenen incinmeler zamanla bastırılmış öfkeye ve intikam arzularına dönüşebilir. Bu nedenle eğer barıştan söz edilecekse, muhatap sadece PKK’liler ya da açıkça siyasal mücadele yürütenler değil, acısını bir sır gibi içinde taşıyanlar da olmalıdır. Toplumsal barış, ancak bu insanların yaralarını gösterebilecekleri, bunu yaptıkları için utanç duymayacakları güvenli alanlar yaratıldığında mümkün olabilir.

Bazı kişiler kırılganlıklarını gösterişli biçimde sergiler – bu, narsistik bir savunma mekanizmasıdır. İlgi, onay ve şefkat beklentisiyle kendi incinmişliklerini teşhir ederler. Bu tür yaşantılar yalnızca kırgınlık üretmekle kalmaz; bastırılmış öfkeye ve zamanla intikam fantezilerine de yol açabilir. Mağduriyetin abartılı şekilde sahnelenmesinde, aslında başkasına devredilmiş bir intikam beklentisi gizlidir: Mağdur, güçlü olanı ya da çevreyi bu gösteri yoluyla ahlaki bir tepkiye zorlar. Umut, doğrudan intikam değilse bile, en azından yaşanılan mağduriyetin tanınmasıdır. Günümüzde birçok bağlamda kimin fail, kimin mağdur olduğunu belirlemek giderek zorlaşmaktadır. Dahası, failler sıklıkla kendi zulümlerini geçmişte yaşadıklarını iddia ettikleri mağduriyetlerle gerekçelendirirler. Onların zalimleşmesinin arkasında çoğu zaman sözde bir “ilk mağduriyet” anlatısı yer alır. Bu anlatıya sığınan fail, kendi acısını sürekli gündemde tutarak işlediği zulme meşruiyet kazandırmaya çalışır.

Ülkemizde üzerine açıkça konuşulmayan en etkili ve başarılı popülist eylemlerden biri başörtüsü protestolarıdır. Bu eylemleri o dönem haklı bulmuş, desteklemiş ve kadınların dinsel bağlamda uğradığı haksızlıkların karşısında durmuş biri olarak şunu söyleyebilirim: Mesele bu değildir. Bu haklılık, söz konusu eylemlerin aynı zamanda güçlü bir popülist mobilizasyon aracı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Hâlen bugün bile bu meselenin araçsallaştırılması, o dönemdeki popülist etkisinin sürmekte olduğunu göstermektedir. Günümüzün zulüm failleri, geçmişte kendilerine yapılanları gerekçe göstererek sorumluluktan kaçmaktadır. Uyguladıkları baskıyı, mağduriyet anlatılarının ardına gizlemektedirler. Başörtüsü mücadelesi başarıya ulaştıktan sonra, bu konunun sağlıklı bir şekilde ele alınıp sorgulanmasından bilinçli olarak kaçınıldı. Artık o döneme dair yaşananlar, mağduriyet pelerininin ardına gizlenmeden açıkça konuşulabilir. Çünkü o yıllarda yaşanan travmatik deneyimler, gerçekliğin ötesine geçerek kolektif bir mitolojiye dönüştürüldü. Asıl soru şu: Gerçekten böyle bir toplumsal travma var mıydı? Yoksa Sünni-Türk kimliği, bu mağduriyet mitolojisini tarihte uyguladığı zulümleri aklamak için mi kullandı?

Aradan yeterince zaman geçti. Artık bu konuya duygusal taşkınlık olmadan yaklaşmak mümkün olmalı. Ancak bu tür kurmaca travmaların psikodinamiği, konuşulmalarını zaten baştan imkânsız kılar. Çünkü bu anlatılar, afekte edilerek – yani yoğun duygularla yüklenerek – inşa edilmiştir. Bu yüzden bu anlatıdan duygusal ivme alanlar, kendilerini iktidara taşıyabilmiştir. İslamcıların kin ve intikam söylemini sürekli canlı tutması, mağduriyetin gerçekliğinden ziyade, onun içine gizlenebilme kapasitesiyle ilgilidir. Gerçek bir mağduriyet durumunda, adaletin sağlanması – failin cezalandırılması ya da telafi edici bir eylem – dengeyi kısmen de olsa yeniden kurabilir. Ancak kurgusal travmalarda bu mümkün değildir. Çünkü mesele açıkça konuşulursa, travmanın abartıldığı ortaya çıkar. Üstelik gerçek bir mağduriyet söz konusu olmadığında ne intikam ne de ceza herhangi bir rahatlama sağlayabilir. Yakın ilişkilerde intikam dürtüsü, genellikle güç mücadelelerinden ya da dengesiz fedakârlıklardan kaynaklanır. En güçlü tetikleyici ise kıskançlıktır. Kıskançlık, sevilen kişinin kaybedileceği ya da başkalarıyla paylaşılacağı korkusudur. Bağ ne kadar derin ve yoğunsa, kıskançlık da o ölçüde keskinleşir. Bu durum, kişinin benlik değerinde bir sarsıntıya, özsaygı kaybına ve intikam arzusuna neden olabilir.

Devam edecek…