Eşitlik bunalımı
Bu ülkede son on yıllarda büyük travmalar, adaletsizlikler, kayıplar yaşandı. Bazılarımız zulümle aramızdan alındı: iş kazaları, yoksulluk, işkence, savaş… Ancak zulme rağmen yaşayanlar, ayakta kalanlar, geleceği kuracak olanlardır.
Modern toplumlar, kurucu mitoslarını büyük kavramlar etrafında inşa eder: özgürlük, adalet, eşitlik… Bu kavramlar, anayasal metinlerde, eğitim sistemlerinde, seçim ritüellerinde ve gündelik dilin yüzeyinde sıkça tekrar edilir. Ne var ki, bu yüksek sesle ilan edilen değerlerin fiili yaşamdaki karşılığı çoğu zaman sınırlı, kırılgan ve yüzeysel kalır. “Eşitlik” de bu kavramlardan biridir: her bireyin doğuştan haklara sahip olduğu, yasa önünde eşit olduğu ve toplumun her üyesine eşit fırsatlar sunduğu bir ideal olarak yüceltilir. Ancak bu ideal, çoğu birey için erişilmesi mümkün olmayan bir beklenti, zamanla da bir hayal kırıklığına dönüşür.
Gündelik hayat, yapısal eşitsizliklerle örülüdür. Cinsiyet, sınıf, etnisite, din ve vatandaşlık gibi kategoriler, eşitlik vaadinin ne denli kırılgan olduğunu her gün yeniden hatırlatır. Modern toplum, eşitliği vaat eder ama bu vaadi tutamaz. Bunun yerine, bireylere eşitmiş gibi hissettiren semboller, ritüeller ve dilsel formlar sunar. Seçim sandığı, “bir kişi bir oy” ilkesiyle herkesin sesinin eşit olduğu yanılsamasını yaratırken; gündelik dildeki “sayın” hitabı, sınıfsal ve kültürel hiyerarşileri görünmez kılmak için seferber edilir. Böylece eşitlik, içerikten çok forma; adaletten çok temsil biçimine dönüşür.
Modern toplum, bireyleri çeşitli bağlamlarda dışlar; bu dışlanmalar ise mağduriyet yaratır. Hayal kırıklıkları ve dışlanma zamanla öfkeye dönüşür. Ancak bu öfke çoğu zaman doğrudan ifade edilemez çünkü modern toplumda mağduriyeti doğuran “faili” belirlemek kolay değildir. Toplum, yapısal olarak eşitsizlik üretir ama bu eşitsizliklerin izini sürmeyi güçleştirir. Örneğin, bozulmuş bir ürünün sorumluluğunun kimde olduğunu bulmak zaman alabilir; çoğu zaman da bir “fail”e ulaşılamaz. Bu nedenle öfke bastırılır ya da yanlış hedeflere yöneltilir. Bastırılan öfke ise psikanalizde tanımlanan savunma mekanizmalarıyla dışa atılır. Bu mekanizmalardan biri yansıtmadır (projeksiyon): birey, içindeki öfkeyi başkasına atfeder. Özellikle paranoyak fantezilerde bu mekanizma yoğun biçimde işler. Kişi, karşısındakini —onun gerçek niyetinden bağımsız olarak— düşman ilan eder. Bu, ötekini kendi iradesi dışında “kötü” pozisyonuna yerleştirdiği için bir tür psikolojik şiddettir. Aslında bireyin içinde olan saldırganlık, bu şekilde dışsallaştırılır; kişi kendi şiddetini meşrulaştırır. Artık kötülük kendisinden değil, karşısındaki “düşman”dan gelmektedir.
Madımak Katliamı bu dinamiklerin somut bir örneğidir. Pir Sultan Abdal Anma Şenlikleri’ne katılanlar konuşmalar yapıyor, türküler söylüyor, semah dönüyorlardı. Etkinlikte herhangi bir düşmanlık ya da şiddet yoktu. Aksine, bu bir anma, yas tutma ve kolektif hafızayı ritüel yoluyla canlı tutma etkinliğiydi. Ancak bu etkinliğe katılanlar, Sivaslı bazı gruplar ve devlet tarafından “düşman” ilan edildi. Bu kişilerin dine tehdit oluşturduğu ve kötülük yapmak için şehirde oldukları iddia edildi. Böylece bu insanlar “kötü niyetli düşmanlar” haline getirildi ve yakılarak öldürülmeleri meşru görüldü. Katliamı gerçekleştirenler, bu vahşeti işlerken kendilerini “masum” konumunda tanımladılar. Burada öfkenin dışa vurulmasında yer değiştirme (kaydırma) mekanizması da devrededir. Birey, öfkesini asıl hedefe yöneltemediğinde —çünkü cezalandırılma korkusu taşır— bu öfkeyi daha zayıf bir hedefe yönlendirir. Tıpkı kendisine hediye alınmadığı için annesine ya da babasına kızamayan çocuğun, kardeşinin hediyesini bozması gibi. Yetişkinler de benzer şekilde, kızgınlıklarını doğrudan güçlü figürlere yöneltmektense, güçsüz grupları hedef alırlar. Bu nedenle ülkede yaşanan birçok sorun, kolay hedef haline getirilen azınlık gruplara mal edilir. Ne de olsa “Silivri soğuktur…”
Eşitlik Bunalımı
Trakyalı Spartaküs’ün direnişi, çoğu anlatının iddia ettiğinin aksine, eşitlik ya da adalet için değil; kölelik koşullarından kurtulmak içindi. Kölelik tarih boyunca yalnızca bir emek sistemi değil, aynı zamanda üretim, cinsellik ve tahakkümün de temel bir parçası olmuştur. Dolayısıyla köleliği yalnızca kolonyal dönemle sınırlamak ya da geçmişe ait bir mesele olarak ele almak, günümüzdeki kölelik biçimlerini görünmez kılmak anlamına gelir. Tarih boyunca egemen sınıflar, toplumsal farklılıkları doğallaştırarak kendi ayrıcalıklarını meşrulaştırmışlardır. Aristokratik toplumlarda yönetme hakkı, “doğal yeterlilik”le ilişkilendirilen soylulukla gerekçelendirilmiştir. Buna karşılık Hristiyanlık, herkesin Tanrı önünde eşit olduğu düşüncesiyle seküler eşitlik taleplerine ahlaki bir dayanak sunmuştur.
Modern eşitlik fikri, tarihsel olarak her zaman evrensel bir hak değil, bir mücadele alanı olmuştur. Fransız Devrimi’nin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganı, başlangıçta yalnızca aristokrasiye karşı burjuva taleplerini meşrulaştırmak için kullanılmıştı. Devrimin aktörleri olan tüccarlar, avukatlar, doktorlar ve diğer meslek sahipleri, önemli ekonomik güce rağmen soylularla eşit statüye sahip olmadıkları için bu ideali sahiplendiler. Ancak eşitlik mücadelesi, kölelerle ya da kadınlarla eşit haklar talep eden bir dayanışma pratiğinden ziyade, aristokrasiye karşı bir statü eşitlemesi anlamına geliyordu. Bu da aslında bir anlamda eşitliğin sekülerleşmesidir.
Fransız Devrimi’nin düşünsel etkileri Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda da belirgindir. Ancak burada “özgürlük” ve “eşitlik” fikri, sadece İngiliz Krallığı’na karşı uygulanmıştır. Siyahlar, yerli halklar ve kadınlar bu taleplerin dışında bırakılmıştır. Dolayısıyla eşitlik talebi evrensel değil, sınırlı ve dışlayıcı bir pratik içinde gelişmiştir (bkz. Pierre Rosanvallon, Die Gesellschaft der Gleichen, 2013). Fransa’da eşitlik mücadelesi, burjuva sınıfının kendi içindeki statü eşitsizliklerine karşı gelişmiştir; hedef, kölelerle ya da kadınlarla eşitlenmek değil, aristokrasiyle eşit haklara sahip olmaktı. Eşitlik mücadelesi beyaz erkekler arasında daha fazla eşitlik arayışı olarak şekillenmiştir. Devrim sonrası Fransa’da düzenlenen halk festivalleri, eşitlik bilincini pekiştiren pedagojik araçlar olarak işlev görmüştür. Bu ritüeller, yurttaşlık bilincini derinleştirmek ve bireyleri ortak bir ulusal cemaat içinde konumlandırmak için kullanılmıştır. Daha sonra özellikle sosyalist düşünce eşitlik ve adalet fikrini sahiplenmiş ve bu fikri daha farklı alanlara taşımıştır. Federico Finchelstein, Türkçeye de çevrilen Faşist Yalanların Kısa Tarihi (2020) adlı kitabında, “eşitlik faşizmin kitabında yazmaz” der. Burada yazdıklarımdan faşizmi savunduğum anlaşılmasın. Anlatmak istediğim, modernizmin verdiği eşitlik sözünü yerine getiremediği, bu nedenle bir kriz yaşandığı ve faşist hareketlerin de bu krizi kendi lehlerine kullanmayı başardıklarıdır. Eşitlikten vazgeçmek değil, bu durumun bambaşka bir şekilde tartışılması gerektiği kanaatindeyim.
Modern toplum ise eşitliği vaat eder, fakat bu sözü tutamaz. Modern toplumlarda eşitlik, biçimsel ve sembolik düzeyde sürekli sahnelenen ama içeriksel düzeyde sürekli ertelenen bir idealdir. Anayasal metinlerde, seçim sistemlerinde, hitap kalıplarında ve yurttaşlık törenlerinde görünür olan eşitlik, çoğu zaman toplumsal gerçekliğe nüfuz etmez. Günümüz bireyleri ve kimlik grupları, diğer gruplarla eşit olmak ister; ancak toplumsal yapı bu talebi karşılayamaz. Günlük yaşamda bile eşitlik yanılsaması yaratılır. Örneğin alışverişte karşılıklılık ilkesi geçerlidir. Bu, görünürde adil ve eşit bir ilişki biçimi gibi sunulur; fakat üretim süresi, emek miktarı ve mülkiyet farklılıkları bu eşitliği anlamsız kılar. Bir kişinin bir yılda ürettiği, başka bir kişinin birkaç saatlik emeğiyle “eşitlenir.” Bu, eşit görünen ama temelde eşitsiz olan bir düzenin ifadesidir. Sembolik eşitlik, bireylerde geçici bir haz, narsistik bir tatmin üretse de yapısal adaletsizlikleri çözmez. Dahası, bu eşitlik illüzyonu, mevcut eşitsizlikleri görünmez kılarak onları meşrulaştırır. Bireyler, sistemin içinde yer aldıklarını düşündükçe, sistemin kendisini sorgulamakta zorlanır. Seçimle yönetime katıldığını düşünen yurttaş, iradesi yok sayıldığında bile sisteme inanmaya devam eder. Eşitmiş gibi hissettirilen birey, eşit olmadığı gerçeğini bastırır. Bu noktada artık eşitliğin bir hak değil, bir gösteri haline geldiğini kabul etmek gerekir. Gerçek bir eşitlik tahayyülü, yalnızca biçimsel düzenlemelerle değil, aynı zamanda yapısal dönüşümlerle mümkündür. Eşitlik, bir yasa maddesinden ya da seçim pusulasından ibaret değildir. O, aynı zamanda kolektif bir bilinç, etik bir yönelim ve dayanışmaya dayalı bir tahayyüldür.
Modern toplum, eşitlikten çok “eşitmişiz” duygusu verir.
Rosanvallon’a göre, günümüzde en yaygın kabul gören eşitlik biçimi fırsat eşitliğidir. Bu anlayış, yüzeyde eşitliği amaçlıyor gibi görünse de gerçekte toplumsal statü farklılıklarını yeniden üretir ve “meşru eşitsizlikler” ideolojisini pekiştirir. Modern demokrasilerde “bir kişi, bir oy” ilkesi, eşitliğin en sembolik ifadesi olarak öne çıkar. Ancak bu tür biçimsel eşitlik, yapısal toplumsal eşitsizlikleri görünmez kılma işlevi de görür. Seçme hakkı bireylere toplumsal aidiyet kazandırır; ama bu aidiyet çoğu zaman bir katılım yanılsaması yaratır. Oy kullanma hakkına sahip olmayanlar, toplumun tam üyeleri olarak kabul edilmez. Bir anlamda, bir ülkenin vatandaşı olmak, seçim hakkıyla taçlandırılır ve bu hak, yurttaşa “seçkin biri olduğu” duygusunu pompalar. Mesela Alman ya da Türk olmak, bu bağlamda bir ayrıcalık ve statü göstergesi olarak inşa edilir. Bu anlayış, ülkedeki azınlıklar üzerinde baskı aracı olarak işlev görür (Örneğin Almanya’da doğup büyüyen ama Türk vatandaşı olanların seçme ve seçilme hakkı yoktur). Birçok Sünni Türk, Alevilerin neden Alevilikten ya da Kürtlerin neden Kürtlükten “vazgeçmediklerini” anlamakta zorlanır. Zira Sünni Türklük, bir ilerleme, bir medenileşme ve üstünlük hali olarak sunulur; bu kimliğin reddi ise neredeyse bir geri kalmışlık ya da irrasyonellik göstergesi gibi algılanır. Böylece egemen kimlik, norm haline gelir; diğer kimlikler ise sapma ve direnç olarak kodlanır.
Seçimler, bu bağlamda yalnızca siyasi katılım aracı değil; aynı zamanda eşitsizlikleri örten bir ritüel işlevi görür. Seçimlerde bir işçinin oyu ile bir milyarderin oyu eşit kabul edilir. Böylece, her ikisinin de toplum üzerindeki etkisi eşitmiş gibi bir algı yaratılır. Seçim günü geldiğinde halk, dört yılda bir egemen olduğunu hissettiği bu kısa anlarda eşitliğin narsistik hazzını tadar. Anlık da olsa bir üstünlük duygusu yaşanır. Oysa bu sembolik eşitliğin ötesinde, gündelik yaşamda yapısal dışlanmışlık ve eşitsizlikler aynı şekilde devam eder.
Seçimlere katılan her toplumsal grup – Aleviler, Kürtler, yoksullar, işçiler – yaşadıkları dışlanmalara rağmen, oy kullanma hakkı sayesinde kendilerini sistemin “eşit” üyeleri olarak görme eğilimi taşır. Bu, sembolik bir eşitlik duygusuna dayanan, fakat gerçekte eşitsizlikleri gizleyen bir yanılsamadır. Tıpkı dinlerin sunduğu başka bir eşitlik anlatısı gibi: “Her insan doğar, her insan ölür.” Bu söylem, yüzeyde evrensel bir eşitlik duygusu uyandırsa da doğum ve ölüm arasındaki derin adaletsizlikleri örtbas eder. Bir çocuk Pakistan’ın yoksul bir köyünde, temiz suya bile erişemeden, bebek ya da çocuk yaşta yaşamını yitirebilirken; başka bir çocuk, tüm olanakların seferber edildiği bir Finlandiya hastanesinde doğar. Ölümler de bu bağlamda eşit değildir: Kimi insan, yaşamının son anlarını İsviçre’de ağrısız ve konforlu bir ortamda geçirirken; bir başkası, Afrika savanlarında çaresizlik içinde can verebilir. Dolayısıyla “her insan ölür” ifadesi, nasıl yaşanıldığı ve nasıl ölündüğü gerçeğini görünmez kılar. Jean Ziegler (Die Lebenden und der Tod, 2011), ölümün bu kaçınılmazlığının yeryüzündeki toplumsal eşitsizlikleri maskelemek için kullanıldığını savunur. Ölüm, sınıflar arasındaki adaletsizlikleri ve yapısal ayrımcılıkları görünmez kılan bir perdeye dönüşür. Dinsel anlatılar bu perdede merkezi bir rol oynar. Eşitliği, ölümün evrenselliği üzerinden tanımlarlar: zengin ya da yoksul, suçlu ya da masum, kadın ya da erkek – herkes ölümü tadacaktır. Ancak bu eşitlik, yalnızca bir sonucun ortaklığıdır; süreçler, koşullar ve yaşantılar derin eşitsizliklerle örülüdür. Dinlerin ölümü “kader” ya da “ilahi sınav” olarak sunması, bu eşitsizliklere kutsal bir anlam yükleme ve onları meşrulaştırma çabasıdır. Sanki Tanrı ya da Azrail, bazılarına görünmez ayrıcalıklar tanıyormuş gibidir… Böylece, en “eşit” olduğumuz düşünülen an bile, aslında eşitsizliğin en derin ifadesine dönüşür.
Eşitlik duygusu yalnızca siyasal alanla sınırlı değildir; dini ritüellerde de görünür olur. Örneğin camide namaz, eşitlik duygusu yaratır. Ancak namaz sonrası bireyler, kendi toplumsal eşitsizlikleriyle örülü hayatlarına dönerler. Hac ritüelinde bu eşitlik daha belirgindir: farklı kıtalardan, kültürlerden, yaş ve cinsiyetlerden insanlar bir araya gelir; kıyafetler sınıfsal farklılıkları siler. Ancak dönüşte kimisi yürüyerek, kimisi özel uçakla ülkelerine döner. Kutsal alan “eşit”tir, ama dünyevi alan “eşitsiz.”
Modern toplum, eşitlik vaat eder ama bu vaadi tutamaz. Aksine, ayrıcalıkları derinleştirir ve kurumsallaştırır. “Sünni Türklük” gibi egemen kimlikler, eşit yurttaşlık söylemiyle örtülerek diğer kimlikleri bastırır. Eşitlik, yalnızca bir retorik olmaktan çıkmalı; toplumsal bir tahayyül, kolektif bir bilinç ve etik bir yönelim olarak yeniden tanımlanmalıdır. Aksi takdirde, eşitlik söylemi meşrulaştırılmış eşitsizliklerin perdesi olmaktan öteye geçemeyecektir.
Aslında yazdıklarımın özünde bir saçmalık ve anlamsızlık duygusu var. Çünkü bu ülkede demokrasinin en temel unsuru olan seçimler bile kurallarına göre oynanmıyor. Halk “yanlış” bir tercih yaptığında, devlet devreye giriyor ve düzeltme yetkisini kendinde buluyor: Kayyum atıyor. Üstelik bunu da “halka hizmet” olarak sunuyor. Seçim öncesinde oy kutsallaştırılıyor. “Oy namustur” deniyor, “Oy satılamaz” uyarıları yapılıyor. Oy, bir kişilik göstergesi gibi sunuluyor. “Islak imzalı seçim tutanaklarını sandık kuruluna teslim edene kadar oyunuzu koruyun” çağrıları yapılıyor. Peki sonra ne oluyor? Bu oylar çöpe atılıyor. Yerine kayyum geliyor. Halkın kendi oyuna, yani onuruna sahip çıkma çabasıysa baskı ve tehditle bastırılıyor.
Ulus-devlet, tüm baskıcı uygulamalarına rağmen halk tarafından sevilmek, güvenilmek ister. “Bana güvenin” der. Oysa devletle halk arasında en başından beri karşılıklı bir güvensizlik ilişkisi vardır. Bu ülkede halk, devlete vergi vermek ya da bir kamu hizmetinden faydalanmak istediğinde, öncelikle devlette bir tanıdık bulmaya çalışır. Çünkü devlete doğrudan ulaşmak, çoğu zaman imkânsız ya da risklidir. Devletle kurulan ilişkide var olabilmek için, belli ölçüde “kriminal” bir potansiyele sahip olmak neredeyse zorunludur. Bu durum, kural tanımazlıkla birleşen bir pragmatizmi besler. Örneğin, ırkçılar (milliyetçiler) bir yandan devleti kutsallaştırırken, öte yandan kurallara uymamayı meşru gören bir zihniyeti de içselleştirir. Bu çelişki, devletin hem idealize edilip hem de pratikte sürekli aşılmasıyla kendini gösterir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana seçim, oy hakkı ve temsiliyet üzerine güçlü bir söylem geliştirilmiştir. Ancak devlet, halkın iradesine hiçbir zaman tam anlamıyla güvenmemiştir. Seçilmiş yerel yöneticilerin yanına, onları denetlemek ve sınırlamak üzere merkezin atadığı valiler konumlandırılmıştır. Böylece demokratik meşruiyet, her zaman merkezî otoritenin denetimi altında tutulmuş; seçimler, denetlenebilir bir oyunun parçası hâline getirilmiştir. Oy ve seçimler aslında iyi kurgulanmış bir tiyatronun parçaları gibi. Tıpkı dinî alanda olduğu gibi: Devlet, inanan insanla Tanrı arasındaki ilişkiye de sürekli müdahale etti. İnsanların nasıl inanması, Tanrı’yla ilişkisini nasıl düzenlemesi gerektiğini de devlet belirledi. Aykırılar cezalandırıldı.
Silivri hâlâ soğuk.
Eşitliğin Gündelik Tiyatrosu: Dilsel Ritüeller ve Vasatlık Estetiği
Eşitlik, yalnızca anayasal belgelerde ya da seçim sistemlerinde değil; gündelik dilde, davranışta ve sembollerde de performatif biçimlerde yaşanır. Ancak bu performanslar çoğu zaman ironik bir karakter taşır. Zira eşitlik, yalnızca bir değer olarak değil, aynı zamanda bir gösteri olarak da sahnelenir. Bu sahnelemenin en tipik biçimlerinden biri, vasatlığın eşitlik olarak kodlanmasıdır. Herkesin aynı biçimde konuştuğu, düşündüğü, benzer cümlelerle onaylandığı bir düzlemde farklılıklar, özgünlükler ya da eleştiri, eşitsizlik ya da “fazlalık” olarak görülür. Bu vasatlık, sanki kimse diğerinden “fazla” değilmiş gibi bir eşitlik hissi yaratır. Böylece eşitlik, içerikten çok formda aranır; nitelik değil, hitap tarzı belirleyici olur. Herkes instagram ve tiktokta çok eşittir. Eşitlik aynılaşmak galiba.
Toplumsal hitap biçimlerinde de benzer bir yanılsama iş başındadır. Birine “abla”, “ağabey”, “paşa” ya da “ağam” gibi hiyerarşik unvanlarla değil de “sayın” diye hitap etmek, eşitlikçi bir dil kullanımı olarak yüceltilir. Çünkü “bu ülkede herkes sayın olduğundan”, herkes eşittir(!). Ancak bu yüzeysel sembolizm, toplumsal hiyerarşileri ve eşitsizlikleri görünmez kılmakla kalmaz, aynı zamanda dilsel bir disiplin mekanizmasına da dönüşür. Bu kalıbın dışına çıkanlar, örneğin biri diğerine sınıfsal veya kültürel konumunu ima edecek bir hitapla seslendiğinde, hemen “ayıplanır.” Yani dil, eşitliğin değil, eşitmiş gibi görünmenin muhafızıdır. Bu bağlamda daha önce bazı yazılarımda değindiğim Pierre Bourdieu’nün “sembolik şiddet” kavramı hatırlanabilir: Dildeki bu eşitlikçi yüzeysellik, aslında sınıfsal ve kültürel hiyerarşileri perdeleyen bir ideolojik işleve sahiptir. Eşitlik, burada bir hakikat değil, bir ritüel, bir gösteri, bir normatif kalıp olarak işler. Tıpkı seçimlerde olduğu gibi, gündelik dildeki bu sahte eşitlik de toplumun farklı kesimlerine “eşit yurttaşlar” oldukları hissini verir. Bu hissin kendisi, bir tür narsistik tatmin üretir: Herkesin “sayın” olduğu yerde kimse ötekinden üstün değildir — ama kimse gerçekten eşit de değildir. Dolayısıyla eşitlik, modern toplumda bir ahlaki ideal olmaktan çok, bir dilsel performans, bir etiket yönetimi, bir gösteri siyaseti haline gelir. Ve bu gösteri, eşitsizliklerin üzerini örterken, onları yeniden üretmeye devam eder.
Eşitliğin Normu ve Adaletin İmkânsızı
Herkesin eşit olduğunun toplumsal bir norm olarak kabul edilmesi, fiilen yaşanan eşitsizlikler karşısında, çoğu zaman hakkaniyet eksikliği olarak algılanır. Jacques Derrida (Gesetzeskraft: Der “mythische Grund der Autorität”, 2002) adil olmanın, esasen imkânsızı deneyimlemek olduğunu yazar. Adaletin ön koşullarından biri, günümüzde sıklıkla özgürlükle, daha doğrusu özgürce karar verebilme kapasitesiyle ilişkilidir. Derrida, adil olmanın yalnızca yasaya uygunlukla meşrulaştırılamayacağını vurgular. Zira yasaya uygun olan şey, kimi zaman adaletsiz olabilir. Bu nedenle adalet, sadece hukuki bir düzenleme değil, aynı zamanda bir iletişim biçimidir. İktidarlar, adalet aracılığıyla topluma mesaj verir; cezalandırarak sınır çizer, ihlal edenle sadık olanı birbirinden ayırır. Ve bu mesaj soğuktur. Çok soğuk. Silivri kadar.
Barış, Dayanma Gücü ve Toplumsal Yeniden İnşa
“Vatan için ölmek” söyleminin, vatanı yurt edinme –yani insanın kendisini huzurda, güvende ve ait hissettiği bir mekânda yaşama hakkı– ile yer değiştirmesi gerekiyor. Saygı göstermeyi öğrendik; artık saygı hissetmeyi öğrenme zamanı. Bu ülkede son on yıllarda büyük travmalar, adaletsizlikler, kayıplar yaşandı. Bazılarımız zulümle aramızdan alındı: iş kazaları, yoksulluk, işkence, savaş… Ancak zulme rağmen yaşayanlar, ayakta kalanlar, geleceği kuracak olanlardır. Bu toplumda bu kadar şeye rağmen dayanma gücü de var. Yani sadece mağdur değil mağduriyete direnenler. Farklılıkları bastıran, herkesi aynılaştıran bir kültür yerine; farklılıkları zenginliğe dönüştürebilecek bir demokratik kültür inşa etmek mümkündür.