Barış yazıları (3) - İntikam alınmadan barışılır mı?
Bu topraklarda hepimizi susturacak kadar fazla kötülük var. Yüzümüzü kıpkırmızı yapacak kadar ağır suçlar… Ve içimizde, ömür boyu taşısak da asla ödeyemeyeceğimiz bir utanç: Biz seyrettik.
Birine kötülük yapıldığında, mağdurun kendisini savunmasını, kötülüğe karşı bir sınır koymasını bekleriz. Kendini savunma, yani meşru müdafaa, elbette anlaşılır ve haklı bir tepkidir. Ancak bu savunma, çoğu zaman özgürlük ve bağımsızlığın da kaybı anlamına gelir. Çünkü kişi, kendi arzusu doğrultusunda değil, maruz kaldığı kötülüğe tepki olarak hareket eder. Barbaros Şansal’ın sosyal medyada paylaşılan bir videosunda bunu çarpıcı bir biçimde gördüm. Bir kişi, Şansal’a hakaret etmiş, onu aşağılamış ve bu anı videoya alarak sosyal medyada paylaşmak suretiyle onu bir kez daha aşağılamayı denemişti. Psikanalist Renata Salecl (2000),” (Per)Versionen von Liebe und Hass” adlı eserinde hakaretin yalnızca bir aşağılamadan ibaret olmadığını, aynı zamanda mağduru belirli bir tepki vermeye zorladığını yazar. Yani, örneğin siz yalnızca kahvenizi içmek istersiniz; fakat biri gelir ve sizi bir eyleme, bir karşılığa zorlar. Böylece karar verme özgürlüğünüz elinizden alınır. Artık siz, kendi isteğinize göre değil, karşıdakinin tavrına göre konumlanmak zorunda kalırsınız. Kötülük bu dünyada vardır. Ve ne yazık ki kötü insanlar da. Bazıları, kendilerini mağdur hissedebilmek için bir başka kişiyi mağdur eder. Bazen kötülük sizi öyle bir davranışa zorlar ki, o an kendinizi koruma şansı bile bulamazsınız. Hiç beklemediğiniz bir anda, bir kafede otururken dahi saldırıya uğrayabilirsiniz. Bazen ise güç dengesi baştan bozuksa, örneğin taraflar arasında ciddi bir asimetri varsa, zayıf olan taraf, ötekini kızdırmamak için susar, sineye çeker. Ama işte bu “sineye çekme”, çoğu zaman sinede hazmedilemez. Bastırılmış öfke, içeride birikir ve zamanla katlanarak büyür. Bu öfkenin kökeninde çoğu zaman adaletsizlik vardır. Ve bu adaletsizliğin telafisi, kimi zaman intikam yoluyla olur. İntikam, yaşanan haksızlığı “düzeltmek” ister. Bu düzeltme çabası, haksızlık öncesindeki hâli –yani kişinin henüz mağdur olmadığı, henüz öfke duymadığı, henüz yaralanmadığı durumu– geri getirme isteğidir. Bu nedenle, failin yaşattığını ona yaşatmak, mağdurun zihninde bir denge kurar. Öfkesinden kurtulmak ve mağduriyetinden sıyrılmak için, mağdur bu kez fail olmayı göze alır. Diyelim ki biri beni yaraladı. Suçun kime ait olduğu çok açıktır. Ve ben, benzer bir ceza vererek içsel bir rahatlama ararım. Onu yaralayarak, o ilk dengenin bozulduğu noktaya dönmeye çalışırım. Fakat işte burada, ben de artık fail olurum. Nefret ettiğim failin konumuna geçerim. Ve genellikle, bu yeni failliğim –yani intikamla gelen failliğim– hem kendi içimde hem çevremde bir anlayışla karşılanır. Çünkü bu fail oluş, bağlamı içinde “haklı” gibi görünür. Ancak bu da gösteriyor ki, intikam, fail olmadan başarılamaz. Ve bu durum, psikoanalitik olarak, faille özdeşleşmenin en keskin ve en yaralayıcı biçimidir
İntikamların Eski halleri
Tarihte her intikam duygusu, dökülen kan intikama yol açmıyordu. Philipp Ruch, Ehre und Rache (2016) adlı eserinde, hukuk ile intikam arasında kurulan temel karşıtlığa dikkat çeker. Ona göre, "hukukun olduğu yerde intikam olamaz, intikamın egemen olduğu yerde ise hukuk var olamaz" (s. 253). Bu ifade, hukuki sistem ile intikamın dayandığı normatif yapıların birbirini dışladığını ortaya koyar. Ruch'a göre, tarih boyunca birçok örnekte grupların öfke ve intikamı "satın alabildiği" görülmüştür – Homeros'un anlatıları da bu duruma dair zengin örnekler sunar. Ancak dikkat çekici olan, Homeros'un anlatılarında kan davası (Blutrache) biçiminde bir intikamın yer almamasıdır. Bu, antik anlatılarda intikamın daha çok dengeleyici ve toplumsal ilişkilere entegre edilmiş bir unsur olarak var olduğunu düşündürür.
İnsanlar geçmişte intikamı rasyonelleştirerek duygusal borca ya da tazminata da dönüştürmüşlerdir. Ruch'un analizine göre, deliktik suçlara ilişkin borç çoğu durumda maddi yollarla çözülebilir (s. 288). Suçlu, işlediği fiilden kaynaklanan öfke, kin, adaletsizlik hissi ya da intikam arzusunu tazmin yoluyla "satın alır"; yani bu duygusal borçtan maddi bir ödeme ile kendini kurtarır. Bu durumda intikamın rasyonel hedefi, suçlunun cezalandırılması ya da rehabilitasyonu değil, şiddetin satın alınması, yani eylemin tazmin yoluyla telafi edilmesidir. Şayet failin maddi durumu böyle bir telafiyi mümkün kılmıyorsa –örneğin yoksulsa– bu durumda genelde kişi öldürülmez, toplumdan dışlanarak uzaklaştırılır (s. 291). Burada şiddet yalnızca cezalandırıcı değil, aynı zamanda düzenleyici ve dışlayıcı bir araç hâline gelir.
Ruch, intikamı dört ana biçimde sınıflandırır (s. 293):
Tazminata Yönelik İntikam: Suçun para ya da değerli bir hediyeyle telafi edilmesiyle şiddetin sona erdiği intikam biçimidir.
Öldürmeye Yönelik İntikam: Failin fiziksel olarak ortadan kaldırılmasına dayanan doğrudan şiddet biçimidir.
Yıldırmaya Yönelik İntikam: Gözdağı vermeyi, düşmanı sindirmeyi ve başkaldırıyı önlemeyi amaçlayan simgesel şiddet biçimidir.
Geliştirmeye Yönelik İntikam: İntikamın kolektif kimliğin pekiştirilmesi, birlik duygusunun artırılması gibi işlevlerle toplumu dönüştürücü bir araç olarak kullanılması.
İntikamın Esrikliği: Rausch Olarak İntikam
Bazı filmlerde tekrar tekrar karşımıza çıkan belirli bir intikam sahnesi vardır. Hikâye genellikle uzun süre intikam peşinde koşan esas oğlan etrafında gelişir – örneğin Cüneyt Arkın, Kadir İnanır gibi karakterler. Bu figürler, "iyi adam" olarak tanımlanır: merttirler, dürüsttürler, öfkelerini bastırırlar, zamanla biriktirirler; ancak içlerindeki bu öfkeyi, iyi kalmanın gereği olarak bastırırlar, erteleyerek taşırlar. İntikamı arzulamakla birlikte, doğrudan dile getirmez, adeta meşruiyet kazanmasını beklerler. Bu anlatılarda kötü adam ise karikatürize bir şekilde "mutlak kötülük" olarak çizilir: sürekli kalleştir, sürekli zalimdir, sınır tanımaz. Nihayetinde kaçınılmaz karşılaşma yaşanır: iyi adam ile kötü adam yüzleşir, bir tür düello sahnesi başlar. Bu finalde, iyi adam sonunda intikamını alır ama bunu yaparken her bir kurşunu bir gerekçeyle atar. "Bu kurşun anneme yaptıkların için," der. Ardından: "Bu da babamın kanı için," ve devam eder: "Bu da karıma yaşattıkların için." İntikam burada kişisel olmaktan çıkar, kolektif bir hesaplaşmaya dönüşür: "Bu da köylümüzün/mahallemizin çektiği çile için." Ve nihayet, sahnenin zirvesinde, son kurşun gelir: "Bu da benim için!"
Bu sahne, yalnızca bir öldürme anı değildir. Aynı zamanda intikam almanın verdiği coşku, esriklik, doyum ve neredeyse törensel bir kutlama hâlidir. İntikam, burada şiddetin arınmacı, dönüştürücü ve hatta haz verici biçimine dönüşür. Seyirci, bu sahnede yalnızca adaletin yerini bulduğunu değil, aynı zamanda bastırılmış kolektif öfkenin doyurulduğunu deneyimler.
Bu durum, Georg Bruns'un tanımladığı rausch kavramıyla doğrudan ilişkilidir. Bruns, Sehnsucht nach dem leichten Sein – Rausch als Transzendenzerlebnis (2002) başlıklı çalışmasında, insan deneyiminde sınır-aşan bir bilinç hâli olarak "rausch"un iki arketipik formundan söz eder: cinsel rausch ve saldırganlığa dayalı rausch (s. 74). Bu iki biçim, insanın etik, bilişsel ve bedensel sınırlarını aşarak geçici bir "kendinden geçme" hâli yaşadığı alanlardır. Rausch yalnızca bir "sarhoşluk" değil; aynı zamanda kimliğin askıya alındığı, benliğin geçici olarak dağıldığı bir bilinç hâlidir.
Bruns'un örneği olan Akhilleus, Troya Savaşı'nda intikam esrikliğiyle (Racherausch) hareket eden bir figürdür. Bu hâlde birey yalnızca düşmana yönelmiş değildir; toplumsal normlara, kendi etik ölçütlerine ve benliğine karşı da duyarsızlaşmıştır. Bruns'a göre, bu durum sadece bireysel bir "dışa taşma" değil, aynı zamanda kolektif şiddet anlatılarının, kahramanlık mitlerinin ve savaş ideolojilerinin yeniden üretildiği bir yapıdır.
Benzer biçimde, Türk sinemasındaki bu intikam sahneleri de sadece dramatik adaletin sağlandığı sahneler değil; aynı zamanda seyircinin bastırılmış adalet, öfke ve hınç arzularının estetik ve duygusal bir boşalım aracılığıyla tatmin edildiği ritüellerdir. İntikam, burada bir etik cevap değil, bir duygusal vecd hâlidir – yani bir rauschtur.
Travmanın Gölgesinde Yükselen Figür: Batman’in Dönüşüm Hikâyesi
Kahramanlık yalnızca Yeşilçam’ın konusu değildir; sanatın ve mitolojinin en temel meselelerinden biri olan intikam, çağdaş anlatılarda da karşımıza çıkar. Ulrich Sachsse’ye göre Batman anlatısı, temelde bir süper kahraman efsanesi değil, derin bir çocukluk travmasının hikâyesidir. Henüz sekiz yaşındayken yaşadığı iki olay Bruce Wayne’in benliğini belirleyici biçimde şekillendirir. İlki, oyun oynarken çöken bir kuyunun içine düşmesi ve burada bir yarasa sürüsü tarafından kuşatılmasıdır. Bu olayın ardından Bruce, klasik Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) semptomları gösterir: kabuslar, kaçınma, uykusuzluk, emosyonel kopukluk ve sürekli tetikte olma.
İkinci travma ise, ailesiyle birlikte gittiği operada yaşadığı panik sonrası dışarı çıkmak istemesiyle başlar. Operadan erken ayrıldıkları gece, anne ve babası gözlerinin önünde öldürülür. Bruce, bu ölümleri tetikleyenin kendi korkusu olduğunu düşünerek derin bir suçluluk duygusu geliştirir. Bu suçluluk, onu sessiz, içe kapanık, soğuk ve öfkeli bir yetişkine dönüştürür.
İntikamın Coşkusu: Racherausch Olarak Kahramanlık
Bruce’un içsel dönüşümünün merkezinde, suçluluğun öfkeye dönüştürülmesi yer alır. Sachsse, Bruce’un kendi ifadesine yer verir:
“Öfkem, suçluluğumun üstünü örtüyor.”
Bu söz, travmanın kökensel duyguları olan korku, yas, çaresizlik ve utancın, organize edilmiş bir intikam duygusuna (racherausch) dönüştüğünü gösterir. Bu noktada Bruce, bir kahraman olmanın değil, bir intikamcıya dönüşmenin eşiğindedir. Sachsse’ye göre intikam, soğukkanlılıkla tadılmalıdır. İyi adam, kötüyü alt edebilmek için onun araçlarını öğrenmek zorundadır. Kahraman, failin tekniklerine, stratejilerine ve karanlık tarafına erişmeden onunla baş edemez. Bruce, kötülüğün bilgisiyle donanarak ahlaki dengesini kurmaya çalışır. Travma kurbanı Bruce, bir dönüşüm geçirir; artık mağdur değil, faildir – yani Batman. Bu failliğini ise adalet adına, kötülüğe karşı savaşma iddiasıyla örter. Kendini fail konumuna yerleştirirken, aynı zamanda haklı olduğunu iddia ederek bu failliği meşrulaştırır. Böylece intikamı adaletin kisvesiyle örter. Batman’in kostümü yalnızca fiziksel bir zırh değil, aynı zamanda ikinci kimliğini gizleyen bir örtüdür. Maskesi, mağduriyetten failliğe geçişteki travmatik kırılmayı görünmez kılar. Bu geçiş anında Bruce artık sadece Bruce değildir – o başka biri olmuştur. İntikamın failliğinde, kimliği de dönüşür. İntikamla başkalaşır. Çünkü artık sadece bir birey değil, “adalet dağıtan” bir figürdür. Öfkesine meşruiyet kazandırdığını düşündüğü her an, bir başkasına dönüşür. Bu başkalaşma ise, çoğu zaman adil olduğuna inanılan eylemlerle gerçekleşir. Oysa bu inanç, çoğu zaman içsel yaralanmanın bastırılmasından ibarettir.
Liseli bir genç gibi derin bakan Kadir İnanır ya da renkli gözleriyle içimize akan Cüneyt Arkın… Bu figürler, intikam anında yalnızca cesur değil, aynı zamanda zalim ve acımasızdır. O an, bir başkasına dönüşürler. Artık sadece mağdur değildirler; faildirler. Dahası, kendilerine kötülük edenle şaşırtıcı biçimde benzeşirler. Ama biz, seyirci olarak, bu failliği bağışlarız – hatta çoğu zaman alkışlarız. Çünkü Erol Taş bunu “hak etmiştir.” İşte burada intikamın merkezine oturan bir mesele belirir: Hak etme meselesi. İntikamın adalet gibi görünmesini sağlayan da budur. Çünkü yalnızca haksızlık büyüdüğünde, kötülük yeterince keskinleştiğinde, zulüm ayyuka çıktığında, intikam haklılaşır. Küçük bir kabalık yüzünden Cüneyt Arkın’ın zalimleşmesi seyircide hoş karşılanmaz. Ama sürekli kötü Erol Taş sahnedeyse, işler değişir. Türk sineması bu dengeyi iyi bilir. Kötülüğün dozunu o kadar yükseltir ki, izleyici olarak intikamı ve bir cinayeti değil, adaleti seyrettiğimizi sanırız. Böylece Cüneyt Arkın’ın öfkesine ortak olur, Erol Taş’ın boğazını keserken sergilediği sadizmi/hazzı bile haklı görürüz. O anda artık Cüneyt Arkın değil; halkın birikmiş öfkesinin vücut bulmuş halidir. Erol Taş ise yalnızca bir “kötü adam” değil; kötülüğün kendisidir. İşte bu noktada, psikoanalitik olarak şöyle bir denklem kurulur: Sürekli yinelenen kötülük, faile dönüşen mağduru mazur gösterir. Adalet arayışı ile saldırganlık iç içe geçer. Erol Taş’ın mutlak kötülüğü, Arkın’ın zalimliğini meşrulaştırır. Seyirci artık yalnızca bir hikâyeye değil, adaletin sağlandığına tanıklık etmektedir. Erol Taş kötüdür ama Arkın’ı öldürmez. Arkın ama öldürür. Arkın’ın da sonunda gerçek katil olduğu ise, sessizce göz ardı edilir.
Korkuyla Özdeşleşmek: Batman’in Doğuşunda Travma ve Sembol
Bruce’un dönüşümündeki en kritik adım, kendi korkusuyla özdeşleşmesidir. Onu eğiten karakter, şu sözlerle temel ilkeyi verir:
“Korkuyu yenmek istiyorsan, korkunun kendisi olmalısın. İnsanlar en çok göremediklerinden korkar. Sen görünmeyen bir düşünceye, bir gölgeye, bir hayalete dönüşmelisin.” Batman, bu öğretiyi radikal biçimde içselleştirir. Yarasalardan korktuğu için, simgesel kimliğini bir yarasa figürü olarak kurar:
“Yarasalardan korkuyorum. Düşmanlarım da benim korkumu yaşamalı.”
Bu noktada Bruce, korkusuyla savaşmaz; onunla birleşir, onunla kendini yeniden kurar. Bu, sadece travmayla yüzleşmek değil, aynı zamanda onunla bir olmaktır. Sachsse’ye göre bu süreç, iyi planlanmış bir in-vivo konfrontasyon olarak okunabilir: kişi, travmanın kaynağıyla doğrudan yüzleşerek ondan kaçmak yerine onunla dönüşür (s. 147).
Karanlığın İçinden: Suçluluk, Yas ve Hıncın Estetik Formu
Bruce Wayne’in intikamcı figüre dönüşmesi, onun yalnızca bir kahramanlık yolculuğu değildir. Aynı zamanda duygusal bir yeniden yapılanma, karmaşık bir içsel müzakere sürecidir. Travmanın barındırdığı suçluluk, yas, çaresizlik ve öfke, Batman kimliğinde estetikleştirilmiş, düzenlenmiş ve dışa vurulabilir hâle getirilmiştir. Bu dönüşümün tehlikeli sınırı, Sachsse’nin deyimiyle, faşist çözüme sapma olasılığıdır: tüm ahlaki olmayanın, yozun ve suçlunun acımasızca ortadan kaldırılması. Batman bu sınırda durur. Şiddeti araçsallaştırsa da katliamı ilke edinmez. Travmanın kahramana dönüştürdüğü “korkak çocuk”, şiddeti adaletle dengede tutmaya çalışır (s. 148).
Faşizme Direnen Kahraman: Batman’in Sınırda Duran Öfkesi
Batman, sistematik bir biçimde eğitilmiş, şiddeti bilen, zalimle denk hâle gelmiş bir figürdür. Ancak onu diğer intikamcı figürlerden ayıran şey, şiddeti mutlaklaştırmamasıdır. Katil değildir; ama öldürmekten de geri durmaz. Burada kahramanlık ile zalimlik arasında ince bir çizgi vardır – Batman o çizgide yürür. Sachsse’nin çözümlemesine göre, Batman anlatısı yalnızca bireysel bir travma anlatısı değildir; aynı zamanda modern toplumda adalet, intikam ve travmanın ahlaki sınırlarını tartışmaya açan bir kültürel semboldür. Batman, intikamı dönüştürerek yaşayan, karanlığı ahlaki sorumluluğa çeviren trajik bir figürdür.
Hınç, İntikam ve Kinci Nesiller Üzerine
Bazı intikam biçimleri, gerçekleştiğinde sona ermek bir yana, kendini yeniden üretir; intikam arzusunu ve hıncı daha da büyütür. Bu konuda detaylı bir çözümlemeyi Hınç, Öfke, Haset: Bir Başka Türkiye Hikâyesi başlıklı kitabımda yapmıştım (Şahap Eraslan, 2022). Burada yalnızca ana hatlarıyla değinmek istiyorum.
Yoksul bir genç, akşam saatlerinde işten çıkıp evine dönerken sahilde gitar çalan, dans eden, kahkahalarla eğlenen bir grup gençle karşılaşır. O an onları yalnızca gözlemlemez, aynı zamanda onlardan nefret etmeye başlar. Bu nefretin altında, farkında olunmadan işleyen güçlü bir dinamik vardır: haset. Haset, genellikle bizim sahip ol(a)madığımız ve içten içe arzuladığımız şeylere yönelir. Haset bir eksikliğe işaret eder. Bu genç, onların sahip olduğu şeye –özgürlüğe, neşeye, hafifliğe, aitliğe– sahip olamadığı için, onları dışlayarak, küçümseyerek ve düşmanlaştırarak arzusunu inkâr eder. Böylece kendini arzudan korur; ama o arzunun bastırılmış hâli, öfkeye ve hınca dönüşür. Burada kendisini arzudan ne kadar korusa veya uzak tutarsa arzuyu daha az arzulayacağını umar. Bastırdığımız arzu yok olmaz içimize hapsedilir. Bu grupla birkaç kez daha karşılaştığında, bu bastırılmış arzu daha da büyür. Arzu büyüdükçe onu dengeleyebilmek için öfkenin, hıncın da büyümesi gerekir. Ve artık o genç, içinde sessizce ama yıkıcı biçimde taşıdığı yıkıcı bir şeyle dolaşmaktadır: hınç.
Bu duygulanım, zamanla toplumsallaşır, ideolojik ve kültürel bir forma bürünür. Bugün sokakta eğlenen insanlara yönelik müdahalelerin, kamusal neşeye duyulan tahammülsüzlüğün ardında çoğu kez bu dinamik yatar. Bazı inanç sistemleri ve ideolojiler, hazzı ve arzuyu yalnızca belli alanlara hapseder – örneğin yalnızca yeme ve cinselliğe. Dans etmek, flört etmek, birlikte şarkı söylemek ya da neşe içinde bir arada olmak, bu kültürel yapılarda ayıp, günah ya da ahlaksızlık olarak kodlanır. Bu nedenle, kamusal alanda eğlenme pratiği yalnızca bastırılmaz; aynı zamanda düşmanlaştırılır.
Bu bastırılmış arzu ve haset, zamanla politik bir sermayeye dönüşür. Faşizan figürler, bu bastırılmış öfkeyi kin üzerinden seferber eder ve yönlendirir. Bu figürlerin etrafında toplanan kinci nesiller, ölmeye ya da öldürmeye hazır hâle gelir. Onların içinde taşıdığı hınç artık kişisel olmaktan çıkmıştır; ideolojik, kutsallaştırılmış ve organize edilmiştir. Nietzsche’nin kavramsallaştırdığı şekliyle, bu durum ressentiment olarak tanımlanır: bir eyleme değil, bir karakter yapısına dönüşmüş hınçtır. Bu tür bir hınç, dışa vurulduğunda bile sona ermez – aksine çoğalır. Öfke çoğalır. Çünkü hıncın doğduğu an ile dışa vurulduğu an arasında geçen sürede, o duygu artık yalnızca ilk haliyle kalmaz; saklandığı yerde büyür, kabarır, şekil değiştirir. Bastırıldıkça yoğunlaşır, içeride döner, döner, içeriyi yakar. Bu nedenle, dışa vurulduğunda çoğu zaman orantısızdır. Zamanın içinde hapsedilmiş öfke, çıktığında yalnızca geçmişe değil, geleceğe de saldırır. İntikam duygusu, bu bastırılmış enerjiyi fanteziler aracılığıyla bir dengede tutmaya çalışır. Bu fantezilerde bir intikam hazzı inşa edilir. Birey, bu hazzı zihninde defalarca yaşar; planlar, canlandırır, şekillendirir. Bu, Freud’un deyimiyle dürtünün hayalde doyurulmasıdır. Ancak intikam anı geldiğinde, gerçek, fantezideki gibi değildir (çünkü hayal gerçeklikten daha haz dolu ve doyurucudur). O tatmin edici sahne, o kusursuz haz gerçekleşmez. Gerçeklik, fantezinin yükünü taşıyamaz. Ve tam da bu noktada, kişi bir hayal kırıklığı yaşar – ama bu sıradan bir düş kırıklığı değildir; bu, özne için fanteziyle bütünleşmiş kimliğin çökmesidir. İşte bu çöküş, intikam alan kişiyi daha da öfkelendirir, hatta kimi zaman çıldırtır. Haz gelmemiştir; boşluk artmıştır. Bazı sadistik psikopatların işlediği kadın cinayetlerinde bu dinamiğin çarpıcı örnekleri görülür. Tecavüzcü, kurbanı üzerinde olağanüstü bir haz yaşama fantezisi kurmuştur. Ancak eylem anı, fantezinin tatmini değil, bir eksiklik ve hayal kırıklığı getirir. Bu farkı tolere edemeyen fail, kurbanı şiddetle cezalandırır. Çünkü kendi doyumsuzluğundan onu sorumlu tutar. Fakat bu şiddet de fantezideki hazza ulaşmasını sağlamaz – aksine daha büyük bir boşluk, daha derin bir delik açar içinde. Her eylem, yeni bir doyumsuzluk üretir. Ve artık bu kişi, yalnızca bir fail değil, yaşadıkça çıldıran bir figürdür. Sakinleşemez. Çünkü hiçbir gerçek, onun zihninde büyüttüğü hayali öldüremez ama doyuramaz da.
Güncel basında buna dair çok sayıda örnek bulmak mümkündür: Karısını defalarca bıçaklayan, öldürdüğü hâlde saplamaya devam eden bir adam. Ya da bir okul basarak onlarca çocuğu kurşunlayan bir genç. Bu örneklerde görüldüğü üzere, hınç boşalmaz, doygunluğa ulaşmaz, tam tersine şiddetle birlikte derinleşir. Dolayısıyla intikam burada yalnızca bir eylem değil, bir varoluş hâline, bir duygulanım rejimine dönüşmüştür. Ressentiment, yalnızca bireysel bir öfke değil; kolektif travmaların, bastırılmış arzuların ve dışlayıcı ideolojilerin kesişiminde biçimlenen tehlikeli bir iç dinamik olarak karşımıza çıkar. Ressentiment işlenmemiş/çalışılmamış kırgınlıkların içimizde kalıcılaşmasıdır… Bu, uzun ve çok katmanlı bir tartışmadır. Şimdilik yalnızca bu kadarına değinmekle yetineceğim.
Bunları neden yazıyorum? Çünkü Taybet Ana vardı. Vuruldu. Ve ölümü — günlerce süren, acıyla yoğrulmuş o ölüm — yalnızca fail günlerce izlemedi, bu ölüm, bu can çekişme ailesine de izlettirildi. Bu kadar öfke, bu kadar kin, bu kadar hınç… Neden? Günlerce o sahne izlendi. Soruyorum: Taybet Ana’dan neyin intikamı alındı?
Berkin Elvan… Bir çocuk. Sokakta, elinde ekmekle. Vuruldu. Öldü.
Yıllar sonra hâlâ öfke bitmedi. Onlarca yıl geçse de öldürülen o çocuktan bile alamadıkları intikam neyin kiniydi?
Madımak… Saatler süren çığlıklar, tehditler, gözdağları… Dışarıda bir kalabalık: ellerinde benzin, bidon, çakmak. İçeride insanlar, düşünceler, türküler, halaylar, hayatlar. Alevler saatlerce sürdü. İtfaiyeye izin verilmedi. Kimse “dur” demedi.
Bu bir intikam değildi yalnızca. Bu, sıradan bir hınç da değildi.
Bu, patolojikleşmiş bir yıkım arzusuydu. Bu, vicdana ve insana düşman bir eylemin kolektifleşmiş hâliydi.
Ve sonra: hâlâ ‘kinci nesil’ güzellemeleri… Hâlâ öfkeyi miras gibi aktaran bir dil…
Bu topraklarda hepimizi susturacak kadar fazla kötülük var. Yüzümüzü kıpkırmızı yapacak kadar ağır suçlar…
Ve içimizde, ömür boyu taşısak da asla ödeyemeyeceğimiz bir utanç:
Biz seyrettik.
Durmadık.
Unutmadık ama hatırlarken de çoğu zaman yanlış yerden baktık.
İntikam aslında rahatlama getirir. Yapılan haksızlık, adaletsizlik intikamla giderilir. Bu saydıklarım böyle bir şey değil… Bu insanın toplumun cinneti gibi.
Devam edecek…