Özgün Enver Bulut
Dilin zarafeti olmayınca
"Kimse kimseyi anlamıyor, herkes telaş içinde koşturuyordu… herkes gerçeği kendinin bildiğini düşünüyordu… Neyin iyi neyin kötü olduğunda anlaşamıyorlardı… İnsanlar anlamsız bir hınç ve öfkeyle birbirlerini öldürüyorlardı…" Suç ve Ceza’dan aldım bu satırları. Genç bir performans sanatçısı, belki de gençlik enerjisiyle, mizah malzemesi yapılmayacak bir yerden sahneye çıkmış ve yaptığının mizah olduğunu düşünerek, kâh gülerek, kâh da anlatmak istediği Sivas katliamını, katliamcıların sözleriyle eleştirmeye çalışıyordu. Bu performansın görüntüleri internette yayılınca da kıyametin kopması zor olmamıştı. Suç ve Ceza’nın yukarıdaki satırları yaşanmaya başlamıştı. Kimse kimseyi dinlemiyordu.
Bir bilardo turnuvası düzenleniyordu orta yerde. Bilardo masasının etrafında toplanan bilardocular ıstakalarıyla tek bir topa vurma yarışına girerken, etraflarında ne kadar seyirci varsa, ağza alınmayacak küfre başlamışlardı bile. Olmayacak sözcükler sosyal medya üstüne hanedan kuruyordu. Ortalık bir tükürük vadisiydi artık. Aman Allah’ım! İktidar medyasının yerleştirdiği dil, ötekiyle canlanıyordu bu kez. Benim kutsalım, halkımızın hassasiyeti, değerler… Yargı, ceza, gereken yapılacaktır… Herkes bıçak çekme telaşındaydı. ‘Anlamsız bir hınç ve öfkeyle’ genç bir kadın kurban seçilmişti. Kopyala yapıştırla büyük bir gürültü vardı. Akıl tutulması da böyle bir şey değil miydi zaten.
Sözcükler zenginliğini yitirmiş, parmaklar devreye girmişti. Yüz kırk karakteri bulmayan bir dil dolaşıyordu ortalıkta. Değerler söz konusuydu çünkü. Evde olmanın sıkıntısı mıydı? Her şey bir anda olmuştu. Dil tırtıklıydı, dil zehirli bir ok haline bürünmüştü, dil zenginleşeceğine yoksullaşıyordu. Dilin kimin elinde olmasının önemi kalmamıştı.
Bunları niçin yazıyorum. Önyargı ve eksik okumanın, anlamak istememenin, yüzeysel geçmelerin yarattığı sonuçlar için yazıyorum bunları. Fadıl Öztürk’ün Artı Gerçek’teki Linç yazısı tam da bu durumu aktarıyordu. Erkenciliğin, hızlı konuşmanın öngörülmeyen yıkıcı sonuçlarını anlatıyordu sevgili Öztürk. Vicdanlara bir kez olsun sorulması gereken o son sorudan söz ediyordu. Sorulmamış olacak ki istenmeyen durumlar oldu. Hani ‘o son kadehi içmeseydik’ havası yerleşmişti. Benzemek istemediklerimize benzedik o andan sonra. Futbol maçlarında gözü dönen fanatik seyircilerin arasına karıştık çoktan.
İnsanlar gözleriyle işitme, kulaklarıyla görme, elleriyle konuşmayı seçmişlerdi bu olayda. Temmuz ayında olsaydı, insanların duygularını anlamak belki daha kolay olacaktı. Ancak burada anlaşılmayan, tepkiden de öte bir yoğunluğun olması durumuydu. Hiçbir olayda ortaklaşmayan, yan yana gelmeyen Aleviler, birden müminleşmenin hikmetini kavramışlardı. Adeta devletin istediği insan, devletin istediği Alevi olmuşlardı.
Yönetmen Rûken Tekeş’in kısa filmi Hevérk’i (Çember) izlemem için tam da bu dönemde göndermişti sevgili Miraz. Ötekinin ötekisi olmanın zorluğunu ilkokul öğrencileri üstünden anlatıyordu RûkenTekeş. Zaten bir sorunu anlatmak istersen bana göre en başarılı dil çocukların dilidir. Hepsi aynı sınıfta olan öğrencilerin Ezidi Zelal’i inancından dolayı çember içine almaları, ‘Ezidi, Şeytan’ sözcükleriyle etrafında dönmeleri, tam da Pınar Fidan olayının benzeriydi. Öteki, kendi ötekisini bastırıyor, korkutuyor ve onu en zayıf olduğu yerden vuruyordu. Zelal ise o dairenin içinde gözyaşlarıyla Melek Tavus’a sığınıyor, yakarıyordu. Öğretmen, Zeki’ye ‘O’ harfi ile başlayan bir sözcük sorduğunda Zeki’nin pişmanlığını dile getirmek için "poşman" demesiyle Zelal’in sınıftaki yokluğunu fark eder ve gidip ona bakar. Geri gelerek çemberi çizen öğrenciyi Zeki’ye sorar ve onun bakışlarıyla, çizen öğrenciyi yanına alarak, çemberi sildirir. Zelal çemberin içinden çıkarak, oradan hızla uzaklaşır.
Zelal, çemberin içerisinde çaresiz olandır. Orada kendi inançlarına sığınmış, korku ve üzüntü içinde dualar ediyor mırıldanarak. Bunu yaparken de istenene karşı direniyor bir anlamda. Sizin gibi olmak zorunda değilimin dualarıdır içinden gelen. İnançlarından dolayı karşılaştığı bu zulme yine inançlarıyla yanıt veriyordu.
Canetti, İnsanın Taşrası’nda şöyle bir cümle kurar. "Karanlıkta sözcüklerin ağırlığı katmerlidir." Oysa öyle olmamıştı. Sözcüklerin ağırlığı kalmadığından katmerli küfürler doldurmuştu geceyi. Şu söylenebilir miydi? Ofansif mizah büyük yaralar için kullanılmamalıydı. Çünkü büyük acılar, dinmeyen sızılar var orada. Bu nedenle performansı yapan genç arkadaşın mizah yaparken daha araştırıcı, irdeleyici ve konuya vakıf olarak yapması istenebilirdi. Böyle bir dil en makul dildi. Böyle olmadı tabi ki. Pınar Fidan’a yapılan bu öfke, hınç, küfrün nedeni ne olabilirdi? Güçsüz ve savunmasız olana vurmak en kolay olandı. O linç gecesinden anladığım, mazlumun da istediğinde kötü olabileceği, istediğinde erke dahil olabileceği, istediğinde her türlü özgürlüğü rafa kaldırabileceğiydi. Yeter ki kullanılan cümleler bir bıçağa dönüşsündü. O zaman çok rahat ihbarcı da olunabiliyor ve güvenilmeyen adalete mendil de sallanabiliyordu.
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sıyla başladık madem, onunla bitirelim yine. "Acaba insanların en korktuğu şey ne? Yeni bir adım atmak, yeni bir söz söylemek; işte en korktukları şey." Yeni adımlara ve yeni sözlere ihtiyaç var. Gerisi siyasetin gölgesinde uçup gidendi.