Düdüğü kim çalacak?

Erdoğan’ın ‘gece yatarken duymak istediği bekçi düdüğünü’ bu denli sisli bir iklimde, kilitlenmiş bir sistemde kim çalar bilinmez.

Parlamentonun açılmasının amacı ‘demokrasinin’ temel bir organını çalıştırmak değil, iktidar için demokrasiyi tümden budayacak yeni aparatlara kılıf uydurmak, malumunuz. İlk yaptıkları; bekçilere geniş yetki verilmesi için hazırladıkları yasa tasarısını Meclis’e getirmek oldu.

Pek çok yanıyla Anayasa’ya aykırı olan bekçi tasarısında, silah kullanma, arama, müdahale etme gibi son derece tehlikeli ve muğlak yetkiler var. Dahası araya sıkıştırılmış maddelerin birinden anlaşılıyor ki, mesai saatleri geceyi işaret etse de İçişleri Bakanlığı isterse, ‘gerek görürse’ gündüz de göreve çağırabilecek.

Halen 20 bin kişilik bekçi kadrosunun şimdilik 50 bine çıkarılması isteniyor. 

Oysa, AB'de 314 kişiye bir polis düşerken, Türkiye'de 185 kişiye bir polis düşüyor. 2020 Yılı Bütçe Teklifi görüşmeleri sırasında CHP İzmir Milletvekili Kamil Okyay Sındır’ın sorusuna yazılı yanıt veren İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya göreyse bu sayı 211. Yine Soylu’nun yanıtına göre jandarmada bu rakam 121’den 92’ye inmiş. Siz buna sivilleri de ekleyin.

Yani jandarma ve polisten oluşan kolluk gücünün sayısı yetiyor da artıyor bile. Kaldı ki, hâlâ ihtiyaç varsa polis sayısını artırmalarında bir engel yok şükür! 

O zaman soru şu; Erdoğan niye böyle bir güce ihtiyaç duyuyor?

Eldekiler yetmiyormuş gibi bir ‘paralel orduya’ ihtiyaç duyulan bu zaman dilimindeki siyasal atmosfere bakın bir de…

Gündemde muhaliflerin ne kitlesel protestoları, ne gösterileri, ne çatışmalar var. Tersine gündem hortlayan JİTEM’in yazar, sanatçı ve gazetecileri tehdit etmesiyle, Hrant Dink Vakfı’na yönelik silsile halinde tehditlerle, polisler ve bekçilerin naklen işkencesiyle dolu.

Bu da yetmiyor, iktidar ortakları bir gün hayali bir darbeye karşı, bir gün hayali ezan- bayrak saldırılarına karşı, bir gün hayali iç ve dış düşmana karşı sefere çıkıyor! 

Komik geliyor değil mi, böyle sıralayınca. Hakikaten şizofrenik bir durum. Tabii muhalefet de bu iddialara gülüp geçmek yerine üstüne atlayıp köpürtmese daha komik olabilir. Ne yazık ki onlar da daha "camide Çav Bella" denir denmez önden gidip ülkeyi iktidarın istediği gündeme kilitlemek için yeterli katkıyı sunuyor. 

Oysa, Ankara odaklı siyasetten geri çekilip ülkeye bakanlar tam da Hrant Dink Vakfı avukatlarından Fethiye Çetin’in altını çizdiği gibi "İçinde yaşadığımız konjonktür ve koşulların Hrant Dink cinayeti öncesi dönemle neredeyse aynı" olduğunu görür. Ve sorar: Hedef ne?

Hrant Dink suikastı çekirdek devlet, Gülen ve ortaklarının içinde yer aldığı kolektif bir cinayetti. 

Dink cinayetine yönelik kitlesel tepkinin yarattığı dalga en çok AKP’ye yaradı ve ‘derin devlet’ şiddetinden, hukuksuzluğundan, cinayetlerinden, işkencelerinden bıkmış kitlelerin sokağa dökülmesi AKP iktidarını tahkim etti.

Ne acı ki, 13 yıl sonra geldiğimiz yer aynı. 

Ama bir soru hâlâ geçerliliğini koruyor. Bu iktidar eliyle yaratılan sözel ve fiziksel şiddet ortamı niye besleniyor, kimin işine yarıyor ya da yaraması umuluyor?

Muhalefeti sokağa çekmek ve OHAL ile seçime gitmek ya da hiç gitmemek bir neden olabilir tabii. Ama yaratılacak iç karışıklığın iç dinamiklerle sınırlı kalmayacağı farklı ülke örneklerinde görüldü. Ki çoğunda sonuç devletin el değiştirmesi oldu. 

Yalnızca iktidarın kendi tabanını konsolide etmek için ihtiyaç duyduğunu söylemek de yetersiz kalıyor. Durup dururken bir darbe gündemi yaratılmasını da…

Ankara kulislerinden bilgi alan gazeteciler iktidar ortaklarının birbirine güvenmediğine ilişkin çokça yorum yazdı ve zaten AKP ve MHP yöneticileri de epey ipucu verdi. Devlet Bahçeli’nin erken seçim tartışmalarına yönelik çıkışı bile yeterli. 

Son çıkış "Fetö borsasını" yazdıktan sonra AKP'nin Tanıtım ve Medya Başkan Yardımcılığına atanan Şamil Tayyar’dan geldi. 

İktidara var gücüyle destek veren Doğu Perinçek, Tayyar’ın tweet’indeki "Cumhurbaşkanımıza ‘İslamcı Kemalist’ diye rol biçen, AK Parti’nin akıl danesiymiş gibi rol çalan Perinçek ve avanesini uyarayım. Sadece FETÖ karşıtlığı sizi değerli kılmaz, ilave meziyetlere ihtiyaç var. Haddinizi bileceksiniz. Darbe seçmeyeceksiniz. Milli olacaksınız" sözleriyle şok olmuştur herhalde.

Bu kadarla kalmıyor ama sayın seyirciler. Perinçekgillerle olan söz düellosuna şunu da eklemiş ki, burası çok önemli!: "Türkiye sevdası Çin, Rusya, İran’dan sonra gelenler... Karanlık odaklara maşalık yapanlar... AK Parti’yle yol alamazsınız, hadi çöplüğünüze..."

Tayyar’ın bu tartışmayı kendi başına açtığını ve sürdürdüğünü düşünmek mümkün değil herhalde. 

Tümamiral Cihat Yaycı’nın tartışmalı istifası, FETÖ gerekçesiyle daha birkaç gün önce 72 muvazzaf askerin gözaltına alınması ve orduya yönelik bitmeyen tasfiyeler, Fatih Tezcan’ın "Bu ülkede hiçbir vatansever, 30 Ağustos 2020 tarihine kadar rahat uyumasın, herkes müteyakkız olsun" sözlerini yeniden ve toplu olarak değerlendirmek gerekir.

Tayyar’ın mesajı yarın silinse, bazı AKP’liler tarafından reddedilecek açıklamalar gelse bile iktidar blokunda bir yarılmanın varlığı apaçık. Yalnız siyasi görüş ayrılıkları değil, Türkiye’nin içine düştüğü ekonomik kriz hatta bazı ekonomistlere göre "iflas eşiği", iç kaynağı olmayan ve artık dış destek de bulamayan iktidar güçlerini kamp seçmeye itiyor.

Henüz birbirlerine karşı üstünlük sağlamış görünmeyen, muhalif dinamiklerin de belirleyici olamadığı bir siyasal sistemden hangi anahtarla çıkılacağı bizim temel sorunumuz. Ama bekçi kadrosuna AKP kadrolarından atanacak 50 bin kişilik "paralel ordu" yalnız bizim sorunumuz olmayabilir. 

Erdoğan’ın "gece yatarken duymak istediği bekçi düdüğünü" bu denli sisli bir iklimde, kilitlenmiş bir sistemde kim çalar bilinmez. 

Son söz, Evrensel Gazetesi’nin ABD’deki isyanla ilgili röportaj yaptığı Kaliforniya Üniversitesinden Sosyoloji Profesörü Cihan Tuğal’dan muhalefete gelsin: 

"Faşizme kayış bir sistem sorunu. Alternatif bir program, alternatif kurumlar olmadıkça durdurulamaz." 
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi