İnci Hekimoğlu
Elçi ve Kozağaçlı ‘terörist’ Metin Feyzioğlu ‘Başkan’
Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin kameralar önünde infaz edilmesinin yıldönümü 28 Kasım.
O gün üzüntülerini bildirdi, başsağlığı mesajları yayınladı, cinayetin mutlaka aydınlatacağı sözünü verdi iktidar kadroları. Her siyasi suikast sonrası dillendirilen klişeler sırayla tekrarlandı. Kimse umutlu değildi bu sözlerin tutulacağından, ama kimse de Tahir Elçi’nin "terörist" ilan edileceğini aklına bile getirmedi.
Herkesi "terörist" ilan ederek ülke yönetmenin kolaylığını görmüş bu iktidar için zor olduğundan değil, 1990’lı yılların en vahşi savaş koşullarında bile Tahir Elçi’ye "terörist" diyebilen tek bir merci çıkmadığından.
Diyarbakır Başsavcılığı, avukat Tahir Elçi’nin cenaze törenine ait bir fotoğrafı paylaşan yurttaş hakkında hazırlanan iddianamede "Terör örgütü mensubunun cenazesine ait olan bir fotoğraf" ifadesini kullandı.
Ki o Tahir Elçi, yıllarca OHAL altında inletilmiş Kürt coğrafyasındaki neredeyse bütün yargısız infaz suçlarının, işkencecilerin peşine düşmüş, daha hava kararmadan insanların korkudan eve kapandığı o yıllardan bile çıkıp, AKP’nin ‘ileri demokrasi’ dönemine kadar sağ salim gelmişti.
Tahir Elçi, Lice’de 1993'te 16 kişinin öldürüldüğü, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın karanlık bir cinayete kurban gittiği davada, dönemin Diyarbakır Jandarma Alay Komutanı emekli Albay Eşref Hatipoğlu ile Üsteğmen Tünay Yanardağ’a karşı, Cizre’de 21 kişinin zorla kaybedilmesiyle ilgili davada emekli Jandarma Kıdemli Albay Cemal Temizöz’e karşı, Roboski’de Genelkurmay’a karşı yüreğiyle durmuş bir hukukçuydu.
Askeri vesayet dönemiyle böylesine ağır bir mücadeleye girişmiş Elçi’nin öldürülmesi ve ardından "terörist" ilan edilmesi ise ‘sivil’ idare döneminde mümkün oldu.
Bu ‘üniformasız’ iktidar güçleri soruşturmayı, soruşturacak savcıyla birlikte ‘meçhul’e göndermeyi de başardı.
Şaka gibi, ama değil.
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, HDP Adana Milletvekili Meral Danış Beştaş’ın Meclis Başkanlığına verdiği soru önergesine "…soru önergesinde bahsi geçen olayın soruşturmasının hangi Cumhuriyet savcısı tarafından yürütüldüğü bilinmediğinden, görev yerinin değişip değişmediği hakkında bilgi verilemediği bildirilmiştir" karşılığını verdi.
Elçi’nin öldürülmesi üzerine onun, "Türkiye'nin iç savaşa sürüklenmek istenen bir noktada, kasten, hedef gözetilerek öldürüldüğünü" söyleyen, "kurşunun tesadüfen isabet ettiğini kim iddia ediyorsa bize çok çok sağlam delil göstermek zorundadır" diyen Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu ise bütün sözlerini yutarak, sessizliğe gömülmüş durumda.
Onlarca avukatın üstlendikleri davalar nedeniyle ‘terörist’ ilan edilmesi, iktidarın savunma hakkını iğdiş etmeye yönelik operasyonları da Feyzioğlu’nun ağzını açmayı başaramadı.
Bir kaç gün önce "terörist" suçlamasıyla tutuklanan ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı, tıpkı Elçi gibi güç sahiplerinin değil halkın avukatıydı. Örneğin açlık grevindeki Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın, Soma mağdurlarının savunmasını üstlenmişti.
Kozağaçlı’dan önce de Nuriye Gülmen ve Semih Özakça'nın diğer avukatları duruşma öncesi gözaltına alınmış, 16 avukattan 14'ü tutuklanmıştı.
Eşi de gözaltına alınanlar arasında olan Avukat Duygu Mandacı, DW Türkçe'ye verdiği röportajda "Bu kadar avukatı gözaltında, tutuklu olan bir Baro, resmen saklandı, kaçtı. Arkadaşlarımızı sahiplenmekten korktu. Barolar tarafsız olmak zorundadır. Hangi görüşten olursa olsun, arkadaşlarına haksızlık yapıldığı zaman karşı durmaları gerek. Türkiye Barolar Birliği Başkanı da telefonlarımıza çıkmıyor. Türkiye'de bu kadar avukat gözaltındayken, tutukluyken hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ediyor" diyordu.
Ürkütücü gerçekten.
Avukatlar duruşma salonlarından atılıyor, gözaltına alınıyor, beşer onar tutuklanıyor, ama meslek örgütlerinden etkili bir ses yükselmiyor. Savunmanın bir hak olmaktan çıkarılıp, işlevsiz hale getirilmesi ve kriminalize edilmesi, savunmanın en önemli örgütlerini harekete geçirmeye yetmiyor.
ÇHD 90’lı yıllarda da yargısız infazlar, ev baskınları, işkence gibi davaların değişmez adresiydi. Ama ne ÇHD Başkanı tutuklandı, ne de barolar savunma hakkına yönelik saldırılara sessiz kaldı.
Hak ihlallerine ve hukuk dışı uygulamalara tek vücut olarak karşı duran baroların itibarı bugünle karşılaştırılamayacak kadar yüksekti. Hele İstanbul Barosu, efsane başkanlarıyla askeri mahkemelerde de DGM’lerde de adeta tarih yazmıştı.
Nitekim İstanbul Barosu eski Başkanı Turgut Kazan, Birgün gazetesine yaptığı açıklamada bugünkü durumdan "utanç duyuyorum" diyerek, şunları söylemiş: "Savunma hakkına yönelik ihlaller, OHAL’in ilan edildiği günden beri yaşanıyor ve Türkiye Barolar Birliği ile baroların önemli bir bölümü buna seyirci kalıyor. Her gün atılan tweetleri okuduğumuz zaman, Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın başka âlemlerde yaşadığını görüyoruz. O başka âlemlerde yaşarken, avukatların özgürlüğü kalmıyor. Ne yazık ki böyle bir süreç yaşanıyor."
Metin Feyzioğlu’nun hangi ‘âlemi’ tercih ettiğine ilişkin ipucunu, yoğun bakımda tedavi gören eski güreşçi Naim Süleymanoğlu için attığı tweette bulabiliriz.
Daha açık söylemek gerekirse Feyzioğlu’nun 2014 yılında Danıştay’ın kuruluş yıldönümünde Cumhurbaşkanı Erdoğan ile tartıştığı sırada iktidardaki güçlerin dizilimi pek net değildi.
15 Temmuz’dan sonra ise ‘darbe’ gerekçesiyle adeta 180 derece dönüş yapan Feyzioğlu, yanına topladığı 70 baro başkanıyla Saray’a gitmiş ve şu açıklamayı yapmıştı:
"Devlet kurumları arasındaki ilişki, konu-komşu gezme, gelin-kaynana ilişkisi değildir. Devletin, milletin ve vatandaşların menfaatleri için sürekli bir işbirliği ve istişare gerekir. Hele hele ülkenin başındaki tehdit bu boyutlardayken kişisel duyguları, hırsları, öfkeleri, kırgınlıkları bir kenara bırakmak Atatürk’ün bize emridir. Atatürk’ün ‘Vatan söz konusuysa gerisi teferruattır’ sözünü yürekten söyleyenler bunu anlar."
Yani Feyzioğlu safını ta o zaman deklare ederek, iktidarın sonraki ortağı ‘baba yadigarı’ devletin yanında yer almıştı.
Velhasıl Saray’a çıkarak "Yenikapı Ruhu"yla hemhâl olan Feyzioğlu’nun, savunmanın en yüksek makamını işgal eden biri olmasına rağmen, savunma hakkının gaspı, meslektaşlarının uğradığı saldırılar, inanılmaz boyutlara varan hukuk katliamları karşısında ‘ölü taklidi’ yapmasından daha doğal ne olabilir?
Sonuçta insanlık tarihi adalet için değil, devlet için var olan hukukçuların mimarlarından olduğu Hitler Almanyası, Franco İspanyası, Pinochet Şili’si gibi örneklerle doludur.