Armağan Kargılı
Gençlik ayağa kalkınca...
Çoğunluğu genç, 1 milyon kişinin Brexit'e karşı yürüyüşü, sadece Londra sokaklarını değil hem hükümeti hem de bütün parlamentoyu salladı.
Böylesine büyük kalabalıklar, hep 1968 günlerini anımsatır bize. Londra sokakları böyle protestolara alışkın aslında. Ama bu kadar güçlü bir muhalif ses, 2003 yılında, Irak işgaline karşı dünyanın neredeyse bütün büyük kentlerinde yapılan "savaşa hayır" yürüyüşünde yükselmişti. Dünyanın en kalabalığı olmasa da bu yürüyüş, Londra sokaklarının gördüğü en büyük protesto gösterisi olarak tarihe geçmişti.
Birleşik Krallığın bugünkü siyasi tablosunda bile 2003 yürüyüşünün etkilerini görmek mümkün. Neredeyse dünya sosyal demokratlarına umut olan İşçi Partisi'nin o zamanki lideri Tony Blair'in savaştan nemalanan gerçek yüzü, o yürüyüş ve ardından gelişen muhalefet sayesinde kamuoyu tarafından görüldü.
Yürüyüşü, İşçi Partisi'nin bugünkü lideri Jeremy Corbyn'in de kurucuları arasında yer aldığı Savaşı Durdur Koalisyonu (Stop The War Coalition) düzenlemişti. Savaşı Durdur Koalisyonu, bugün bile etkili bir sivil toplum örgütü olarak görülüyor. Grup, Corbyn'in liderliğine de büyük bir destek verdi. Arada başka isimler olsa da sonunda, kendi liderine muhalefet eden ve o yürüyüşlerin savaş karşıtı konuşmacısı Corbyn, bugün Blair'in genel başkanlık koltuğunda oturuyor.
O günden bu yana Londra sokakları defalarca büyük ve etkili protesto yürüyüşlerine tanıklık etti. Her biri kamuoyunun sokağa taşan tepkisiydi ve elbette ki siyasette o gün olmasa da bir karşılığı oldu.
İsrail'in saldırılarına karşı Filistin'le dayanışma mitingi, o döneme damgasını vuran İslamofobi'ye de bir direnişti aynı zamanda. Çünkü çoğunluğunu Hristiyan ve hatta Musevilerin oluşturduğu protestocular, Müslüman bir toplumla dayanışma gösteriyordu.
Üniversite harçlarına karşı yürüyüş de yine oldukça etkili oldu. 2010 yılı seçimlerinde gençlere yönelik bir kampanya yürüten Liberal Demokrat Parti, üniversite harçlarının kaldırılacağı sözü de verdi. Seçimlerde bir oy patlaması yaptı ve kilit parti haline geldi. Ancak beklenenin tersine İşçi Partisi ile değil, muhafazakârlarla koalisyon kurdu.
Hükümetin kurulmasının üzerinden daha 6 ay geçmemişti ki koalisyon hükümeti, üniversite harçlarını 2 katına çıkardı. Yalanla iktidar ortağı olan Liberaller, 2015 yılındaki seçimlerde 47 milletvekilliğini kaybettiler ve ancak 8 milletvekili çıkarabildiler. 2017 seçimlerinde de 12 milletvekili ile parlamentoya girebildiler.
Ama Cumartesi günü yapılan Brexit karşıtı yürüyüş, bunların tümünü solladı. Yürüyüşün sloganı, "halkın oyuna sun" idi. Nedeni şöyle özetlenebilir:
2016 yılı Haziran ayında yapılan referanduma Birleşik Krallık genelinde seçmenlerin yaklaşık yüzde 78'i katılmış ve bunların da 51.9'u "AB'den çıkalım" yönünde oy kullanmıştı. Birleşik Krallık diyorum, çünkü bu referandum Kuzey İrlanda, İskoçya, Galler ve İngiltere'yi kapsıyordu. Sonuçları da en çok özerk yönetimler açısından tartışıldı. İskoçya ve Kuzey İrlanda'da seçmenler Avrupa Birliği'nde kalmaktan yana oy kullanmışlardı. İskoçya yönetimi, Avrupa Birliği'nde kalmak istediğini defalarca ifade etti. Ancak May hükümeti, İskoçya'nın kendi başına karar veremeyeceği konusunda ısrarcı oldu.
Kuzey İrlanda açısından ise durum daha da karmaşıktı. Çünkü Theresa May, Büyük Britanya sınırları dışındaki İrlanda adasında yer alan İrlanda Cumhuriyeti ve Birleşik Krallığa bağlı özerk yönetim Kuzey İrlanda arasındaki sınırın ne olacağı konusunu bir türlü çözüme bağlayamadı.
2016 yılındaki referandumdan beri ülke, sadece Brexit meselesine odaklandı. Dönemin Başbakanı David Cameron'ın istifasının ardından Theresa May, hem Muhafazakâr Parti liderliği hem de başbakanlık koltuğuna oturdu. Koltuğunu sağlamlaştırmak için 2017 yılında kendi isteğiyle girdiği erken seçimi kaybetti ama Kuzey İrlanda'nın ırkçı milliyetçi partisi DUP'un desteği ile azınlık hükümeti kurdu.
May, her ne kadar Muhafazakâr Parti'nin Avrupa Birliği'nde kalalım yönünde kampanya yapan grubunun bir üyesiydi ama başbakanlık koltuğuna oturur oturmaz ya da bu koltuk ona sunulur sunulmaz ateşli bir Brexit yanlısı oldu. Neredeyse her konuşmasına, "Britanyalılar bana Brexit görevi verdi ben de bu görevimi yerine getireceğim" diye başlıyordu.
Ama bu görevi, muhalefet ve meslek odaları, sendikalarla birlikte yerine getirmektense kapalı kapılar ardında AB yöneticileri ile pazarlık yaparak sürdürdü. Ülkede artık tek gündem vardı. Ardı ardına kapanan fabrikalar, iflas eden ülkenin en köklü şirketleri bile bu gündemi değiştiremedi. Hükümet, son haftalarda kısır bir döngü içerisinde parlamentoya sürekli bazı teklifler oylatıyor ama her birini kaybediyor. Bu nedenle karikatüristler May'i artık "zombi" olarak çiziyorlar, ama o yılmıyor. Parlamento, haftada en az bir kez artık içeriğini bile kimsenin tartışmadığı oylamalara devam ediyor.
Son olarak AB'den süre uzatımı isteyen Theresa May'in artık yeni bir teklifi oylatmasına, Muhafazakâr Partili Meclis Başkanı John Bercow bile karşı çıktı.
İkinci bir referandumun ise artık imkânsızlığı konuşuluyordu, ancak çözümsüz kalan hükümet, bu kez AB'den süre uzatımı istedi. AB'nin bu talebi kabul etmesi üzerine yapıldı Londra'daki yürüyüş.
1 milyonu aşan kişi, "Siz hakkınızı kullandınız ve Brexit'i gerçekleştiremediniz, o zaman dönüp halka soracaksınız" dedi.
Bunu söylerken aslında birkaç haklı noktası da var ikinci referandum isteyenlerin.
2016 yılı referandumunda harcanan paranın kaynağı konusunda ülkede hâlâ ciddi tartışmalar sürüyor. ABD ve Rusya'dan kampanyaya para akıtıldığını gösteren, örneğin Facebook hesaplarının ele geçirilip kullanıldığı Cambridge Analytica soruşturması gibi kampanyaya ciddi gölgeler düşüren iddialar henüz açıklığa kavuşturulmadı.
Bunlar bir yana, referandumda Brexit için oy kullananlardan bazıları, bu işin bu kadar ciddi olacağını, ülkeyi krize sürükleyeceğini göremediklerini de açıkça dile getiriyorlar.
Bütün bu karşı çıkışlara ve ülkenin içinde bulunduğu duruma rağmen, Brexit konusundaki ısrar, belki de göçmen karşıtlığı üzerinden dünyada bir salgın gibi yayılan milliyetçilik ve ırkçılıkla açıklanabilir.
Cumartesi günü yapılan yürüyüşün siyasi sonuçları şimdiden konuşulmaya başlandı. Kendi Bakanlar Kurulu'nun Theresa May'e karşı bir darbe hazırlığı içinde olduğu haberleri yayılıyor. Maliye Bakanı Philip Hammond yeni bir referandum fikrine desteğini açıkça ilan etti. Hammond'ın emanetçi Başbakan rolüne soyunduğu söyleniyor.
Bir ülkenin gençliği, kendi geleceği hakkında konuşmazsa o ülkenin karanlıktan çıkması kolay değil. Geleceği hakkında konuşmak, korkup, sesini kısıp, iktidarın eteğine yapışıp ondan nemalanmak değil tabii ki.
Yenikapı mitingine katılan gençlerle Londra yürüyüşüne katılan gençleri karşılaştırmaya kalkmaz kimse umarım...