Ahmet Nesin
Görüldüğü yerde anası...........
Okula rahat rahat gidiyorum, tiyatro bütün zamanımı alıyor, daha doğrusu ben öyle olmasını istiyorum, çocukluğumun hayali gerçekleşiyor. Yönetmen Tuncay Özinel benim üstümde çok duruyor. Ben babamdan dolayı sanıyorum ama oyunu seyrettikten sonra babam benim Fenerbahçe'de apartmanda büyüyüp de o köylü şivesini yaptığımı görünce çok şaşırmış. Haklı, çünkü o dönem TV çok az ve etrafımız hep kendi arkadaşlarımızla dolu, yani bugün sığınarak söyledikleri gibi bizler beraber yaşamadık.
Oyunda 2 önemli bölüm var, birincisi Nazım Hikmet'in "Onlar ki suda balık, toprakta karınca ve havada kuş gibiler" şiirini okuyacağız, sahneye 2'şerli, 3'erli gruplar halinde çıtadan yapılmış hapishane demir parmaklıklarıyla geleceğiz, okul yasaklamasın diye de saklıyoruz bu projeyi. Belki de Nazım'ı tiyatroya ilk koyan kişidir Tuncay, tam bilemiyorum. Diğeri de TRT'nin o dönem yasakladığı "Nem alacak felek benim" türküsü. Ancak burada bir sıkıntı var, Tuncay türküyü tek başıma söylememi istiyor. O kadar kulak yoksunuyum ki, olanaksız olduğunu Tuncay'a ancak 4 prova sonrası anlatabildim ve onu da toplu söyledik.
Benim bir görevim daha var, askerli, tüfekli bir sahne var ve askeriyeden tüfek almamız gerekiyor. Okuldan bir yazı verildi ve görev de benim. Kağıdı aldım ve Kartal yada Maltepe'de bir askerî birliğe gittim. Çok gerginim, 12 Mart darbesi sonrası babamın, neredeyse tüm tanıdıklarımın ve Mahir Çayan'ların yattığı yerlere doğru gideceğim, ister istemez gerildim.
Gittim askeriyeye, içeri aldılar ve işlemler yapılıyor. Paso çay getiriyorlar ve ben içimden "Leyn 13 yaşında çocuk bu kadar çok çay içer mi" diye geçiriyorum ama sinirden çıtım çıkmıyor. Daha da gerildim, çünkü duvarlarda arananlar listesi var, fotoğraflarla ve gözümü onlardan alamıyorum. En çok da doğduğumdan beri tanıdığım Sinan ağabeyin (Cemgil) fotoğrafında, çünkü altında "Görüldüğü yerde anası....." yazıyor. Her fotoğrafın altında değişik küfür var, belli ki askerler yazmış ve komutanlar durumdan memnunlar. Gözlerim nemli ama ağlamamak için hep başka yerlere bakıyorum, daha doğrusu bakmaya çalışıyorum ama olmuyor. Mahir Çayan'ın fotoğrafının altında da "Görüldüğü yerde vurulacak" yazıyor.
Ben bunları yaşarken ne kadar devrimciyim, tabii ki yaşımdan dolayı değilim ama sempati 1500. Önce sınıf, sonra da okul arkadaşım Bahadır var, onunla baş başa konuşuyoruz ve Dev-Lis'e üye olmaya karar verdik. O da okulun fırlamalarından ama bu konuları az konuşuyoruz ki şüphe çekmeyelim. Sonunda karar verdik ve 11 Mart 1971'de gidip üye olacağız. Sabah Bahadır okula geldi ama suratından düşen bin parça. Babası hiçbiyere üye olmamamızı söylemiş, her an her şey olabilirmiş. Bahadır'la yıllarca görüştük, meğer babası MİT'tenmiş, sol kanadı, esasında Kemalist kanattan. Bunu Bahadır o kadar devrimciliğinden taviz vermeden anlatmıştı ki Bahadır, ona olan güvenim hiç sarsılmadı. Sonuçta babasının işiydi ve ne yalan söyleyeyim işimize de yaramıştı.
Neyse, işlemler bitti ve benim elime 4 tane piyade tüfeğini tutuşturdular, bir de taşıyacağıma dair bir belge ve dönüş tarihini yazan başka bir belge. Şimdi beni getirin gözünüzün önüne, 13,5 yaşında bir delikanlı, elinde 4 piyade tüfeği, cebinde 5-10 adet kurusıkı mermi ve trene binmiş Erenköy'e doğru yol alıyor taaaa Kartal'dan. Bu halk nasıl bir halksa, kimse yadırgamıyor, darbe dolayısıyla heryer asker ve polis ama beni çeviren yok. Öyle çocuk olduğuma dair yorum yapmayın, benden 2 yaş büyük arkadaşım Hakkı, Dev-Lis'ten dolayı yıllarca kaçak gezdi, af çıkınca teslim oldu, haftalarca sokaklarda yattı, şaka söylemiyorum, solucan yiyerek doyduğu dönemleri anlattı bana.
Trenden inip okula geldim ama nasıl geldiğimi bir ben bilirim, bir de kimse bilemez. Bu kez provalar tüfekli yapılıyor ve yarışmadan önce ilk olarak okulda sahneleyeceğiz. Heyecan dorukta çünkü babamla Recep Bilginer yan yana seyredecekler. Biz daha doğrusu yönetmen yardımcısı olarak ben tüfeğe kuru sıkı koymayı unutmuşum. Tam silah patlayacak, "Click" diye sade bir tetik sesi geldi ve saniye geçmeden muhtarı oynayan Alican durumu fark edip bastonunu mermi sesi gibi yere vurdu. Vurdu ama kimse repliğini birbirinin yüzüne bakarak veremiyor, çünkü bir gülüşme kahkaha tufanına dönüşecek. Öyle bir sahne ki, bütün oyuncular orada, olası rezaleti varın siz düşünün. Kafalar önde 3-5 dakika oynadık ve kulise gider gitmez kahkaha tufanı koptu ve Alican'ı zekâsından tebrik ediyoruz.
Oyun bitti, giyindik ama ben çıkmak istemiyorum, çünkü babamla Recep amca bizi bekliyor. Şiir ve türküden dolayı kısa da olsa kimi bölümleri çıkardık ve Recep amca oyunu çok beğendiğini ama ezberimizi yarışma öncesi düzeltmemizi söyledi. Ben hemen anladım durumu, çıkardığımız bölümleri söylüyor, o bölümler de benim ilan-ı aşk bölümlerim. Kolay mı bir oyun sahnelemişiz, Nazım bilem var içinde yasaklı türküyle, anlayacağınız bende hava yine 1500, gayet emin bir ses tonuyla döndüm ve "Recep amca ezberde sorun yok, şiir ve türküden dolayı kimi gereksiz yerleri çıkardık" dedim ve söyler söylemez yaptığım rezilliğin farkına vardım ama iş işten geçmişti.
Olgunluk sanırım böyle bişey ve bizde yok, hele bizden sonraki nesilde iyice azalmış durumda. O günden sonra Recep amcayla ne zaman karşılaşsak beni hep Garip Ali diye sevdi, terbiyesizliğimi kimseye anlatmadı, Gazeteciler Cemiyeti'nde ve lokalinde çok karşılaşırdık, hele oğlu gazeteci Engin'le içiyorsak bizi baş başa bıraktı. Engin'le ortak noktamız İsyancılar Recep amcanın en iyi oyunuydu. Engin evlilik sonrası nikah dairesinde şeker yerine kitap veren ilk arkadaşımdı ve erken ayrıldı aramızdan.
Yarışma günü tam bir roman gibi geçti, büyüklerin jüri oyununa biz liseliler bile geldik. O günden sonra yarışma ve jürilik bana hep tuhaf geldi.