Koray Düzgören

Koray Düzgören

Her gün savaş çığlıkları atılan bir ülkede barışseverler nerede?

Savaş  söylemlerine  ‘ama, yani, fakat’ demeden karşı çıkmalıyız. Ulusal çıkarları desteklemek adına iktidarın faşizan  politikalarına destek olmayı bırakalım artık…

Bu erken yazılmış bir ‘1 Eylül’ yazısıdır.

Aslında iktidarın, Doğu Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölge tartışmalarıyla birlikte başlattığı donanma destekli arama faaliyetleri ve dozu giderek artırılan savaşçı söylemleri üzerine yazmaktı amacım.

Ama bu yazının yayınlanacağı günün bir gün sonrası da 1 Eylül’dü. Yani Dünya Barış Günü...   

Her gün savaş tamtamlarının çalındığı, savaş söylemlerinin en keskin, en hamasi dozda dile getirildiği ve düşman ilan edilen komşu ülkeler için kahredici açıklamaların yapıldığı bir ülkede barışseverler ne yapar, savaş karşıtları niye susar, muhalefet bu söylemlere niçin destek verir, bunu tartışmak istiyordum.

Konu bu olunca, hemen Avrupa’da ve dünyanın değişik bölgelerinde değişik vesilelerle yapılmış anti savaş gösterilerini hatırladım. 

Söz gelimi, Birleşik Krallık’ın 15 Şubat 2002’deki Irak savaşına katılması kararına karşı çıkan savaş karşıtlarının  Londra’da düzenlediği ve benim de katıldığım yaklaşık iki milyon kişinin katıldığı muhteşem gösteri geldi aklıma…

Unutulması olanaksız bir gösteri idi...     

O dönemde Roma’da yapılan ve 3 milyon savaş karşıtının katıldığı gösteri ise tarihteki en büyük savaş karşıtı eylem olarak tarihe geçmişti.

Irak savaşı öncesinde 3 Ocak – 12 Nisan 2003 tarihleri arasında dünya çapında düzenlenen 3 bin savaş karşıtı gösteriye 36 milyon insanın katıldığını açıklamıştı.

Görüldüğü gibi savaş karşıtlarının sayısı sanıldığının aksine bir hayli fazla. Çünkü özellikle iki büyük savaşı ve bu savaşların yıkımını yaşayan Avrupalıların savaşa karşı özel bir duyarlılıkları var.

Buna rağmen Tony Blair’in İngiltere’yi, tarihin belki de en haksız savaşına sürüklemiş olması hala tartışılan bir konu. 

Tabii Başbakan Tony Blair, ABD’nin peşinden giderek bu kanlı savaşın başlıca sorumlularından biri olarak tarihe geçti. Ayrıca siyasi kariyerini de bir nefret öğesi olarak noktalamış oldu.

Savaşlar sanıldığının aksine her zaman liderleri kahraman yapmıyor. 

BİZİMKİLERİN SAVAŞ SEVERLİKLERİNİN NEDENİ İKTİDAR

Bunlar kuşkusuz ilginç örnekler.

Bizimkilerin savaşseverliği, savaş tutkunlukları tamamen iktidar bağımlılıklarıyla ilgili.

AKP iktidarının (şimdi AKP-MHP) ilk yılları hariç, neredeyse tamamında  ayrımcı, düşmanlaştırıcı ve halkları, toplumu bölücü, ayrıştırıcı bir politkanın uygulandığını gördük.

Barış masasının iktidar hesapları uğruna devrilmesiyle Kürt meselesinde klasik savaş konseptine dönüldü.

İktidar, ülkenin meseleleriyle baş edemeyip sürekli vahim hatalar yaptıkça ve yolsuzluklar da inanılmaz boyutlara ulaşınca halkın desteğini yitirmeye, oy kaybetmeye başladı. 

Tek adam rejimine geçiş ve bütün yetkilerin tek adamda toplanmasıyla ülkenin faşizme yönelmesi hızlanınca bu düşüş de hızlandı.

Bunu durdurabilmek amacıyla Suriye’de ve Libya’daki iç savaşa müdahil olundu.

Ama bu müdahaleler ile Türkiye, Suriye ve Libya bataklığına saplanmış oldu.

İktidar dış politikadaki hamleleri ve uyguladığı politikaları tümüyle iç politikanın devamı olarak görüyor. Dışarıdaki başarısızlıklarını iç politikaya hamaset eşliğinde yutturmaya, milliyetçiliği körükleyerek ulusalcı ve devletçi muhalefeti kendi cephesi altında toplamaya çalışıyor. 

Gelinen noktada her iki cephede de bunu yapamadı. Her iki coğrafyada da büyük bir hüsran yaşanıyor.

İKTİDARIN SAVAŞLARINA EN BÜYÜK DESTEK MUHALEFETTEN

Suriye ve Libya’da iktidar tam bir çıkmazda. Suriye’de cihatçı örgütlere, Libya’da ise Müslüman Kardeşler tandanslı Serrac yönetimine verilen ve ülke kaynaklarını ciddi anlamda zorlayarak yapılan sınırsız ve hesapsız desteklerin hiçbir işe yaramadığı ortaya çıktı.

Libya’da Erdoğan’ın kayıtsız şartsız desteklediği Serrac yönetimi Ankara’ya rağmen ateşkes ilan etti. Ve muhtemelen Batı kaynaklı başka bir planın parçası olmayı kabullenerek iktidarın adamı olarak bilinen İçişleri Bakanı'nı ve Genelkurmay Başkanı'nı görevden aldı. 

Neler olup bittiğini yakında öğreniriz.

Ayrıntılar bir yana, iktidarın Libya hesapları boşa çıkmış görünüyor. 

Buradan seçmenlerine, taraftarlarına ve Libya’nın petrol kaynaklarından  yararlanılacağı masalına inanan ulusalcılara verilecek bir ‘Müjde’ kalmadı.

Karadeniz’de bulunduğu ileri sürülen gaz yatakları da seçmen için, halk için, milli ‘müjde’lere meraklı ulusalcılar için pek bir heyecan yaratmadı.

Önceki yazımda da belirttiğim gibi yine Doğu Akdeniz ve özellikle de Yunanistan düşmanlığına dönüldü.

Aslında son gelişmelere bakıldığında, AB’nin (Avrupa Birliği) Almanya Başbakanı Merkel’in ağır açıklamasıyla Yunanistan’dan yana kesin bir tavır aldığını gördük.

Ayrıca bir süre sonra yaptırımlar da devreye girecek.

Buna rağmen ülkeyi yönetenlerin özellikle Yunanistan’a yönelik ağır suçlamaları, savaş tehditleri hız kesmiyor.  Dozu giderek artıyor.

İktidara en büyük gazı iktidarın ortağı MHP veriyor. Genel Başkan Bahçeli işi 12 adaların statüsünün sorgulanması ve yeniden değerlendirilmesi için bir kampanya örgütledi.

Erdoğan hemen hemen her gün Yunanistan’ı adeta mindere davet ediyor. Tam bir sokak ağzıyla , "Sıkıysa gemilerimize dokunun bedelini ağır ödersiniz"  diyerek hamasi politika yürütüyor.

Bunları zaten izliyorsunuz.

Önemli olan bu söylemlerin, Doğu Akdeniz ve Ege’deki son derece tehlikeli askeri faaliyetlerin ve tehditlerin sadece iktidar cephesinde değil, muhalefet içinde de destek buluyor olması.

Bu savaş söylemleri muhalefet cephesinin HDP hariç bütün partileri tarafından değişik derecelerde destekleniyor. Milli mesele denilen bu dış politika konularında inanılmaz bir ittifak görülüyor.

Muhalefet partileri, başta ana muhalefet olmak üzere, iktidarın ayakta kalabilmek uğruna giriştiği bu savaş boyutlu oyunları, girişimleri milli mesele diyerek desteklediğini görüyoruz.

İktidarın bu konuda den büyük destekçisi muhalefet partileri.

Oysa sonunda bir savaş olmasa bile - Kaldı ki her an Ege’de ya da Akdeniz’de bir kaza olabilir ve iki ülke savaşa tutuşabilir- bu savaş söylemine karşı çıkmak gerekiyor.

Peki nerede bizim barışseverlerimiz. Savaş karşıtlarımız?

Kabul ediyorum. Geçmişte çeşitli barış örgütlerinde çalışmış bir savaş karşıtı olarak  bu ülkede barıştan söz etmenin, savaşlara, militarizme karşı çıkmanın ne kadar zor olduğunu bilen biriyim.

Barışseverlik, savaş karşıtlığı çifte kriteri kaldırmaz.

Bu mesele savaş karşıtlığına girer, şu mesele milli meseledir diyemezsiniz.

Savaş  söylemlerine  ‘ama, yani, fakat’ demeden karşı çıkmalıyız. 

Ulusal çıkarları desteklemek adına iktidarın faşizan  politikalarına destek olmayı bırakalım artık…

1 Eylül Dünya Barış Günü’nde gerekçesi ne olursa olsun savaş politikalarını ve savaş söylemlerini kınayalım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Koray Düzgören Arşivi