Hamide Rencüzoğulları
İdlib’te sular yeniden ısınıyor; Koronanın ardı savaş mı?
Suriye krizinin başladığı günden bu yana AKP’nin doğrudan bu savaşın tarafı olduğu biliniyor. Öyle ki, Suriye’ye yönelik müdahale için bir araya gelen ve adına "Suriye’nin Dostları" denilen küresel ittifaktan "rejimi değiştirme" söylemleri yükselirken, AKP "Emevi Camisinde namaz randevusu" vererek fetihçi hayaller kuruyordu. Her ne kadar eğitilip-donatılan vekil savaşçılar üzerinden yönetilen bir savaş olsa da Türkiye giderek asil savaşçı olarak Suriye sahasına girdi ve en son "omuz üstünde baş bırakmamak" üzere doludizgin bir cephe savaşının eşiğine girdiği yer İdlib oldu.
İdlib’te savaş çağrılarının tavan yaptığı ve hatta NATO’nun müdahaleye çağrıldığı bir süreç geldi, geçti. Ancak bu savaş çığırtkanlığının bilançosu fazlasıyla ağır oldu. 36 askerin yaşamını yitirdiği İdlib bataklığı, TSK’nın "son 45 yılda uğradığı saldırılarda tek seferde yaşadığı en büyük kayıp" olarak tarihe geçti. Bu denli büyük kaybın ardından aleni olarak "cihat" çağrısı yapıldı, camilerde Fetih suresi okutuldu. Fetih suresinin okutulması bir ilk değildi. Fırat’ın doğusuna yönelik "Barış Pınarı Harekâtı" başladığında da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın talimatıyla tüm camilerde ‘Fetih Suresi’ okundu. Ancak bu kez farklı olarak bir de cihat çağrısı oldu. İdlib’te yaşamını yitiren askerler için Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan cuma hutbesinde, "Mehmetçiğimiz Peygamber Efendimizin, 'Ellerinizle, dillerinizle ve mallarınızla cihad edin' çağrısına uyarak düşmanın hayasızca akınına dur demektedir" denildi. Bu hutbeden sonra merak edilen şu oldu: Suriye’de savaşan yerli-yabancı bütün militanlara sadece "muhalif" denmesini isteyenler, bunlara "cihatçı" denilince de tepki verenler, şimdi "cihatçı kime denir" sorusunu yanıtlayabilecekler mi?
Hem cihatçı hem fetihçi taraf böylece açığa çıktıktan sonra, 27 Şubat gecesi Suriye ordusuna karşı 'Bahar Kalkanı Harekâtı’nın başladığı ilan edildi. Ancak "bu harekâtın ömrü 48 saat sürdü" denilebilir. Çünkü Suriye ordusuna "misliyle karşılık vermek" üzere başlatılan harekâtta 48 saat boyunca Suriye hedefleri vuruldu. Ve hemen akabinde ateşkes çağrısına tutunarak Moskova’ya gidildi, ek yükümlülüklerin altına imzalar atıldı.
Ateşkesin yürürlüğe girdiği 6 Mart’tan bu yana İdlib’teki durumun öncesine nazaran sakin olduğu söylenebilir. Ancak koronavirüsün dünya ve ülke gündemini meşgul ettiği şu sıralar, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan aniden sözü İdlib’e getirdi, "ateşkesi ihlal eden rejim böyle devam etmesi halinde çok ağır kayıplarla bunun bedelini ödeyecektir" diyerek "Suriye rejimini" tekrar tehdit etti.
Ayrıca "İdlib'teki ateşkes iklimini bozmak için provokatif eylemler düzenleyen karanlık odaklara müsamaha göstermeyeceğiz" de dedi. Bu karanlık odaklar kimler? Ya da TSK’nin İdlib’e intikal ettiği günden bu yana hep oldukları yerde duran bu odakların "karanlık" oldukları yeni mi keşfedildi? Elbette değil. Ancak Erdoğan’ın bu sözlerine temel oluşturan önemli bir hareketlilik var sahada. Cihatçı gruplar arasında ve özellikle bölgede en geniş alana hâkim olan el Kaideci Heyet Tahriri Şah/HTŞ içinde suların ısındığını gözlemliyoruz. Bunun yanı sıra TSK’nin de ciddi bir hareketliliği söz konusu. Bundan nasıl bir anlam çıkarmalıyız? Öncelikle 9 yılda çok fazla bela biriktiren yanı başımızdaki İdlib bataklığına ve AKP’nin buradaki örgütlerle kurduğu ilişkiye bakmak gerekir.
AKP’nin iflas eden Suriye politikasındaki son ve en derin bataklığın İdlib olduğunu hep söyledik. Çünkü başlangıçta Suriye savaşındaki bütün cihatçı gruplar bir şekilde dünya ülkelerinin desteğini alırken, Soçi süreciyle birlikte sadece Türkiye’nin garantörlüğü altına girdiler. Ne olduğunu hatırlayalım: Türkiye garantörlüğünde Suriye’nin bütün cephelerinden tahliyeler gerçekleşti ve bu tahliyelerin hepsi İdlib’te birikti. Buradaki devasa cihatçı potansiyel Aralık 2016’dan beri artık Türkiye’nin, yani AKP’nin sorumluluğundadır.
Soçi mutabakatı gereğince yükümlülük altına giren AKP’nin bölgede gerilimi azaltarak "ılımlıları" radikallerden ayırması beklendi. Ancak, hangi örgütün radikal ya da hangisinin ılımlı olduğuna dair bir standart yok. Çünkü Suriye savaşında etkin olan grupların/militanların radikal İslamcı olmadıklarını ve cihat savaşı yürütmediklerini artık kimse söyleyemez. İsimleri ve bayrakları farklı da olsa hemen hepsinin ortak yönü, köklerinin el Kaide’ye dayanmasıdır. Buna rağmen Suriye sahasında askeri varlığını sürdüren grupların küresel güçlerle ilişkilerine göre "radikal" ya da "ılımlı" olarak nitelendirildiklerini biliyoruz. Örneğin İdlib’te alan hâkimiyeti en fazla olan El Kaideci Nusra Cephesi (Cephet-ül Nusra), sonradan adını Heyeti Tahriri Şam (HTŞ) olarak değiştirse de BM ve ABD'nin "terör örgütleri" listesinde yer alıyor. Türkiye de 2018’de HTŞ'yi terör örgütü listesine aldı ve İdlib’e intikal ederken bu ve benzeri terör örgütlerini tasfiye etme taahhüdünde bulundu. Ancak o zamanlar Suriye'nin İdlib vilayetinin yaklaşık yüzde 60'ını kontrol eden HTŞ, ne tasfiye oldu ne de alanı daraldı. Aksine geçtiğimiz yıl Nureddin Zenki militanlarıyla girdiği çatışmaların ardından HTŞ/Nusra, Halep’in batı kırsallarını da kontrol altına alarak, bölgedeki hâkimiyet alanını yüzde 90’a yükseltti. Yani alanının daraltılması beklenen Nusra Cephesi, bu süreçte olabildiğince alan genişletti. Peki, bütün bunlar, yükümlülük altına girerek İdlib’e intikal eden ve bunun için gözlem noktaları kuran Türkiye’nin "Nusra’ya karşı önlemler almasına" rağmen mi gerçekleşti? Elbette ki hayır! Türkiye’nin Nusra Cephesi’ne karşı aldığı herhangi bir önlem olmadığı gibi, bölgede 12 tane gözlem noktası kuran TSK’nin nazarı dahilinde Nusra Cephesi etkinliğini arttırdı. Oysa o zamanlar AKP medyasında İdlip macerasının propagandası, "çatıyı çözerek ılımlıları ayırma ve Nusra’yı yalnızlaştırma" argümanlarıyla süsleniyordu. Ama Türkiye’nin niyet ve hareketlerini takip eden Arap analistler, bunun zaten böyle olacağının ipuçlarını çok erken bir zamanda dile getirdiler. İdlib intikalinin başladığı ilk zamanlarda TSK konvoyları Cilvegözü sınır kapısından giriş yaptılar. Suriye tarafında yer alan Bab el-Hava kapısının kontrolü HTŞ’deydi. Dolayısıyla HTŞ ile ancak ya çatışarak ya da anlaşarak intikal sağlanabilirdi. Fakat görüldü ki, Türkiye’nin intikali gayet sorunsuz gerçekleşti. Hatta TSK konvoyu Nusra Cephesi militanlarının eskortluğu eşliğinde İdlib derinliklerine doğru yol aldı, yine HTŞ’nin onayı ile gözlem noktaları kuruldu. Nereden mi biliyoruz? Türkiye’ye İdlib'te gözlem noktaları kurmasına izin verdiği için diğer cihatçıların HTŞ’yi yoğun bir şekilde eleştirmelerinden biliyoruz. Bu süreçte iki önemli şey açığa çıktı. Birincisi, Nusra Cephesi gibi radikal bir örgütü, Türkiye ile ortaklık kuracak kadar "ılımlılaşmakla" suçlayan "en radikallerin" öne çıkmaları. İkincisi, radikaliyle-ılımlısıyla bütün cihatçıların bölgede yığılmasından sonra Türkiye’nin bu potansiyelle nasıl baş edeceğinin tartışılması yerine, bölgeyi kontrol eden Nusra Cephesi ile bir ittifakının olup olmadığının tartışılar hale gelmesi…
NUSRA İLE ATEŞTEN İTTİFAK
Zamanında bu gerçeğin altını kalın çizgilerle çizen ve bu duruma "Türkiye’nin Nusra Cephesi ile ateşten ittifakı" diyen analistler oldu. Örneğin Suriyeli Uluslararası İlişkiler Uzmanı Akil Said Mahfud, İdlib intikali sırasında "Türk ordusuyla HTŞ arasında bir koordinasyon olduğunu ve taraflar arasında müzakereler yapıldığını" söylemişti. Yazara göre "ilk olarak ana gövdesini Nusra’nın oluşturduğu cihatçı çatı örgütü olan HTŞ’nin dağıtılması, sonra ‘yeni isimle, yeni bir yapı’ oluşturulup, bu yapının Nusra Cephesi’nden farklı olduğunun ilan edilmesi" müzakere edildi. Ancak BM’nin terör listesinde yer alan radikal bir örgütün isim değiştirmekle "ılımlılaşmayacağı" açıktır. Bu konunun da müzakere edildiğini söyleyen yazara göre, HTŞ çatısı çözüldükten sonra yeni oluşumun Nusra Cephesi ya da HTŞ damgası yememesi için öncelikle Nusra militanlarının İdlib merkezinden uzak tutularak kırsallara kaydırılması söz konusu olacak. Yani özetle HTŞ içinden "daha fazla radikal" olanların örgütten ayrılması ve bu "en radikallerin" HTŞ’deki grupları "ılımlı olmakla" suçlamaları bekleniyor. Böylece bu "ılımlıların" İdlib’te oluşturulacak sivil yönetime iştirak etmelerinin önü açılmış olacak, hem de AKP’nin Soçi taahhüdü olan "ılımlıları radikallerden ayırma" işi de çözüme kavuşmuş olacak!..
İdlib intikali sırasında çokça konuşulan AKP-Nusra Cephesi ortaklığına dair yazarın bu tespitlerini zamanında abartılı bulanlar da oldu, ancak süreç içerisinde gözlemlenen gelişmelerin yazarı haklı çıkardığını söyleyebiliriz. TSK’nin sorunsuz intikali, onaylı gözlem noktalarının kurulması, bölgenin hâkimi durumundaki HTŞ ile TSK arasında hiçbir gerilimin yaşanmaması, "Barış Pınarı Harekâtı"na HTŞ lideri Ebu Muhammed Colani’nin destek vermesi ve İdlib’te savaş ilan ettiği için Türkiye’ye teşekkür etmesi vb. gelişmeler bu analizi doğruluyor. Şimdilerde yazarın aktardığı HTŞ ile müzakere edilen bir gelişme daha yaşanıyor; hem HTŞ ile diğer cihatçı gruplar arasında hem de HTŞ içinde bir gerilim söz konusu.
HTŞ’DEN TÜRKİYE’YE TEŞEKKÜR, TÜRKİYE YANLISI MİLİTANLARA TUTUKLAMA
Moskova ek protokolünün imzalanmasının ardından 15 Mart'ta M4 Lazkiye -Halep ticaret yolu üzerinde kısa mesafeli ortak devriyeler başladı. Ancak cihatçıların bu devriyeleri engellemek için yol kesme eylemleri başlattıklarını da gördük. Lastikler yakıldı, oturma eylemleri yapıldı, yolun ortasına çadırlar kuruldu… HTŞ lideri Colani'nin Türkiye'ye teşekkürü ile başlayan eylemlerde, genelde Türkiye'ye sevgi gösterileri vardı, "sevgiden" TSK tanklarının üstüne çıkıldı, Arapça-Türkçe pankartlar açıldı… Ancak bir süre sonra TSK tankları taşlanmaya başladı ve 13 Nisan günü TSK, yolu kesenlere göz yaşartıcı bombalarla müdahale etti, M4'te kurulan 20'ye yakın çadır kaldırıldı.
TSK'nın M4 yolu üzerindeki eylemcileri dağıtıp barikat ve çadırları kaldırmasının hemen sonrasında HTŞ, Ebu Ali Cercenaz isimli Türkiye yanlısı muhalif grup liderini tutukladı. Bu tutuklama ile birlikte HTŞ ve diğer cihatçı gruplar arasındaki gerilimin tırmandığı, keza TSK öncülüğündeki Suriye Milli Ordusu/SMO’nun batı İdlib’e askeri sevkiyatları yoğunlaştırdığı gözlemlendi. Ancak bunun hem öncesi hem de sonra var. 7 Nisan’da HTŞ’nin Şura Konseyinden 2 istifa gerçekleşti. Şura Konseyi başkanı Bessam Sahyuni ve konsey üyesi Ebu Malik el Tali, hiçbir gerekçe sunmadan istifa ettiler. Nureddin Zenki ve Ensarül Din adlı cihatçı grupların HTŞ’den ayrılmasından sonra ilk örgüt-içi çözülmelerin yaşandığı görüldü. Muhalif kaynaklara göre Şura Konseyinden istifa edenler örgüt içinde sevilen isimlerdir. İslami emirlik projesine uygun Şeriat hukuk sisteminin egemen kılınması konusunda kuşkuları olduğu ve örgüt lideri Ebu Muhammed Colani'ye bu konuda güven duymadıkları için istifa ettiler. 14 Nisan’da da bir Şura konseyi üyesine suikast düzenlendi. İdlib’in kuzeybatı kırsalında el yapımı patlayıcıyla hedef alınan bir araçta HTŞ’li hakimi dahil iki kişi öldü. "HTŞ çözülmeye mi başladı" derken, örgütten üç yeni askeri birlik kurulduğu açıklaması geldi. Bu üç yeni askeri birliğin isimleri şöyle: Talha bin Ubeydullah, Zubeyr bin Avvam ve Ali bin Ebi Talib. Yeni askeri birliklere verilen bu isimlere bakınca deniliyor ki, örgüt bir yandan çözülüyor, bir yandan kendini yeniliyor. Yani bir yandan örgütün lideri Colani’yi, şeriatın uygulanması konusunda yeterli bulmayan "radikaller" örgütten istifa ediyor, diğer yandan bir askeri birliğe Ali bin Ebi Talib ismini vererek bir "açılım" gerçekleştiriyor!..
Bu gelişmelerle birlikte, TSK’nin İdlib’e askeri sevkiyatlarının yoğunlaştığının da altını çizelim. Bir yandan askeri sevkiyatlar devam ediyor, diğer yandan yeni gözlem noktaları oluşturuluyor. Son verilere göre ateşkesten sonra 2750 araçlık sevkiyat yapıldı. Şubat’tan bu yana toplam sevk edilen askeri araç 6155, intikal eden TSK mensubu asker sayısı 10 bin 300’e, gözlem noktaları sayısı da 62’ye ulaştı. Bu kadar yığınak neden ve neye hazırlık? Hem TSK hem SMO’nun askeri yığınaklarından İdlib savaşının yeniden kapıda olduğu anlamı çıkar. Lakin bu hareketliliği sadece gözlemekle yetinen Rusya’nın da "mutlaka bir bildiği vardır" dedirten bir sakinliği söz konusu. O zaman bu sevkiyatların HTŞ’nin çözülmesi ile bir alakası var mı, yani yazar Mahfud’un dediği "radikal-ılımlı ayıklaması" için vakit geldi mi? Bunu zaman gösterecek, ama Türkiye’nin bu yoğun hazırlığı, Suriye ordusuna yönelirse yeni bir bataklık, cihatçı gruplara yönelirse apayrı bir bela demektir. Zira AKP ile kurdukları ilişki karşılıklı işbirliğine ve dahi müzakerelere de dayansa, bütün el Kaideci grupların sıranın kendilerine geleceğini bilen bir yerden daima tetikte olduklarını, dolayısıyla öfkenin ve namlunun her an Türkiye’ye yönelebileceğini tahmin etmek zor değil. Suriyeliler bu durum için derler ki, "sihir döner, sahibini vurur"!.. İdlib böylesi bir saatli bomba gibi yanı başımızda duruyor.