İnci Hekimoğlu
İpek bize ne anlattı?
17 yaşında bir çocuk daha kayıp gitti aramızdan. Hakkında bildiklerimiz o kadar az ama o kadar dehşet verici ki. Asla duymak, bilmek, öğrenmek, istemeyeceklerimizden. Bedeni, ruhu lime lime edilerek öldürüldü. "İntihar" dediklerine bakmayın, O’nu bal gibi bu çürümüş düzen öldürdü.
"İ.E", iki harften ibaretti kamuoyu O’nu duyduğunda. Büyük çoğunlukça hâlâ öyle. Onun adı İpek’ti. Taşıdığı o güzel isimle nasıl da zıt, nasıl da can yakıcı sürüklendiği son.
Musa Orhan adlı bir uzman çavuşun zorla alıkoyarak tecavüz ettiği ve İzmir’de kadın tüccarlarının eline bırakmaya çalıştığı İpek çocuktan, ancak intihar girişimi sonrası haberimiz oldu. Jin News ve olayı başından itibaren takip eden muhabiri Medya Üren sayesinde.
Belki tam da buradan başlamak gerekir, İpek’in bize anlattıklarına.
Bir çocuğun çareyi ölmekte bulan yardım çığlığını duyan ve kamuoyuna duyuran Jin News haber sitesi, benzer haberler nedeniyle ondan fazla kez erişime engellendi. Doğrudan bu haber nedeniyle Jiyan Haber Gazetesi hakkında da soruşturma açıldı. Gazetenin İmtiyaz Sahibi İdris Yayla "halkı kin ve düşmanlığa sevk etme ve aşağılama" suçundan tutuklandı.
Burada "halk" TSK üniforması giydirilmiş bir fail, "tecavüz, zorla alıkoyma, fuhuşa sürükleme" gibi iddiaları yazmak ise "kin ve düşmanlığa sevk etme" oluyor.
Aslında böylece, bir kişinin işlediği yüz kızartıcı bir suça Türk halkının ve yargısından ordusuna bütün Türklerin sahip çıktığı kanısı uyandırıldığı gibi, mağdurun bir Kürt çocuğu olduğu göz önüne alındığında, fail de tutuklanmayarak "halkı kin ve düşmanlığa sevk etme suçu" şiddeti örtbas etmeye çalışanlarca işlenmiş oluyor. Resmi bir görevlinin işlediği ağır suç iddialarına rağmen elini kolunu sallayarak dolaşması bir halkı kin ve düşmanlığa sevk eder gerçekten ama o hangi halk olur acaba?
Şunu da eklemek gerekir elbet, kadına yönelik şiddetin dünyanın her yerinde olduğu Türkiye’de de ırk, din, mezhep, eğitim, yaş, meslek gibi ayrımları yok.
Ama bu olayda bir kez daha tanık olduğumuz iki önemli olguyu görmezlikten gelemeyiz.
Kürt coğrafyası çok uzun yıllardır çatışma bölgesi. Ve insan hakları savunucusu Avukat Eren Keskin’in sosyal medyadan attığı mesajda söylediği gibi 90’lı yıllardan beri polis, asker, korucuların işlediği cinsel saldırı suçları hep cezasız kaldı. Eren Keskin’in " Yıllar önce, Musa Orhan’dan önce bir Musa Çitil vardı. 90’lı yıllarda Mardin’de komutandı. Ş.E ye cinsel saldırıdan, tutuksuz yargılandı, beraat etti. Sonra, yıllar sonra Diyarbakır ‘Sur’ da komutandı??!!!" mesajında hatırlattığı gibi, bu döngü hiç değişmedi.
Haberi yapanlar yargılandı, mağdur avukatları yargılandı ama saldırganlar cezalandırılmadı. Bugün bir uzman çavuşun "ben başka kızlara da yaptım, bana bir şey olmaz. İstediğin yere şikayet et" sözlerindeki cüret, yılların şeytanlaştırma, düşmanlaştırma ve süregelen cezasızlık politikasıyla oluşmuş kirli bir belleğin yansıması. Ve henüz cezasızlık politikasının sürmediğini de göstermiyor.
"Silahlı çatışmalarda sivil halkı ve özellikle de kadınları yaygın veya sistematik ırza geçme ve cinsel şiddet şeklinde etkileyen, devam edegelen insan hakları ihlallerinin mevcudiyetinin ve gerek çatışmalar esnasında gerekse çatışmalardan sonra toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin artma potansiyelinin bilincinde olarak…"
İstanbul Sözleşmesi’nde bahsedilen, tam da Kürt coğrafyasındaki kadınların uğradığı cinsel saldırı sistematiğinin özeti gibi.
İpek’i yalnız bırakan ve ölüme sürükleyen sadece bu da değil. Erkek egemen sistemi ayakta tutan "namus" ve "töre" gibi kavramların hâlâ kadınlar için pranga olmaya devam etmesi.
Bu olayda da İpek ve ailesi aşiret baskısına direnerek, Musa Orhan’ın tehditlerine rağmen kapı kapı dolaşıp yetkili kurumlara başvuruyor, şikayetçi oluyorlar. Ama bu aşamada da İstanbul Sözleşmesi’nin getirdiği "Soruşturma ve yargılama sürecinde mağdurların özel koruma tedbirlerinden yararlanmalarının sağlanması" yükümlülüğü yetkililerce yerine getirilmiyor. Görev ihmal ediliyor!
İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkanlar bu yükümlülüklere, yani Musa Orhanların cezalandırılmasına, aşiretlerin, cemaatlerin, tarikatların kadın üstünden sürdürdüğü hükümdarlıklarının sona ermesine karşı çıkıyorlar.
Aynı zamanda İstanbul Sözleşmesi’nin getirdiği "Gelenek, töre, din, yada ‘namus gerekçelerinin, herhangi bir şiddet eyleminin bahanesi olarak kabul edilmemesinin sağlanması" yükümlülüğüne karşı çıkıyorlar.
Sözleşmeyi tartışmak yerine, imzalandığı yıldan bu yana devletin tüm kurumlarıyla içselleştirilmiş, gerekleri yerine getirilmiş olsaydı Musa Orhan kendi ifadesiyle pek çok kadının hayatını mahvetmemiş, İpek’i ölüme sürüklememiş olacaktı.
Aile "din, devlet, töre, namus, gelenek" gibi gerekçelerle var olduğu günden beri korunuyorken aileyi korumaktan söz etmek, kadını şiddete mahkum etmeye devam etmek.
İşte İpek giderken bize tek tek bunları anlattı. Görüyoruz ki hepsi de sizin karşı gerekçelerinizi yalanlamakla kalmıyor zihniyetinizi ve niyetinizi de teşhir ediyor!