Canım ciğerim Ayı Mete abimin ardından

Canım ciğerim Ayı Mete abim, İstanbul Valiliğine bağlı Etiler Emekli Sandığı yaşlı bakım ve rehabilitasyon merkezinde yatıyordu ve o zeka, bilim ve espri abidesi insana herhalde en yakışamayacak şey de Alzheimer idi.

Cezaevinde yatmanın zevki mi olurmuş demeyin, Ayı Mete abimle cezaevi yatmak büyük zevk idi. Çok iyi bir “hapishaneci” olmasının yanı sıra, koğuşta otururken ve özellikle de bahçede volta atarken geçtiğimiz gırgırları ve kendisinden öğrendiklerimi Nerde O Eski Mahpushaneler kitabında uzun uzun anlattım. Bunlar tabii sadece “içeride” birlikte bulunduğumuz 1971 yılına aittir, ama onun bikaç satırı bile yeter Ayı’mı anlamaya.

Aşina olmayanlar için hemen söyleyeyim, Mülkiye terminolojisinde “Ayı” lakabı bir mertebedir. Şöyle ki, sadece iri-yarı bir cüsse yetmez; çok sevimli, esprili, şakacı, konuşkan olmak ve dahası, kuş gibi bir kalbe sahip bulunmak lazımdır. Zor iştir, yani. Devam edelim.

***

Mülkiye’den 58 mezunu Mete Abi’yi ben talebeyken (68 mezunuyum), kendisi yeni doçentken tanıdım. Yedek subaylığını Genelkurmay’da yapıyordu, yıl galiba 1969 veya 70, oradan izin alarak doktora seminerimize geliyordu.

Ama fazla uzun sürmedi. Okulda Komandoların (bugünkü adları: Ülkücü) duvardaki “MT” (Milliyetçi Toplumcular) isimli panolarını görüyor, çenesini tutamaz ya, “Ne ulan bu, her yerde Me-te, Me-te? Bu gerizekalılar benden habersiz benim inisyallerimi nasıl kullanmışlar!” diye espri patlatıyor. Tabii, hemen Genelkurmay’a yetiştiriyorlar ve bir daha izin nanay. Yerine Deniz Baykal geldiydi.

***

Ben üçüncü sınıftayken “gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet”ten gözaltına alınmıştım. Dava, 7 ay mahkumiyetle sonuçlanmıştı asistanken. Bugün müze olan Ankara Merkez Cezaevine gönderdiler.

Canım ciğerim Ayı Mete abimin ardından - Resim : 1

Tecrit felaketti, ama “Hacettepe’yi işgal”den getirilmiş gençler hemşerileri gardiyanlardan haber alınca beni hemen yanlarına, 7. Koğuş’a aldırdılar. Komünlerine dahil ettiler. Cehennemden cennete geçmiş gibi olmuştum. Bu “komün” denilen şey, herkese dışarıdan yollanan para veya yiyeceğin ortaya konup birlikte yendiği, birlikte sohbet edildiği oluşum.

Kısa süre sonra Mete Abi’nin de tecride geldiği haberi ulaştı. Tabii, hemen bilinen usulle transfer ettik aramıza. İngiliz Prof. Bottomore’un Marx seçmelerini SBF Dergisi’nde yayınlamış, hiçbir sorun çıkmamış, ama 12 Mart cuntası geliyor ve makale Özer Ozankaya’nın yaptığı derlemede yer alınca, Ozankaya’nın “Çeviriyi ben yapmadım, M. Tunçay’ındır” demesi üzerine Özer’in yanı sıra Mete’yi de alıyorlar içeri. Komünizm propagandası raporunu veren: Ord. Prof. Dr. Recai Galip Okandan.

Üstelik, baskı dönemlerinde Yargı gibi Akademinin de nasıl teslim oluverdiğini gösteren bir örnek: M. Tunçay bir olay üzerine hocaların cüppeleriyle yürüyüş yapmalarını SBF’de öneriyor, Org. Semih Sancar’ın “cüppelileri önledik” mealindeki bildirisinin ardından Ankara Ü. Senatosu toplanıp Mete hakkında soruşturma açılmasına karar veriyor. Neyse, lütfen vazgeçiliyor, filan. Lafı lüzumsuz uzattık, 7. Koğuşumuza dönelim.

***

Cezaevi 600 kişilik, tutuklu ve hükümlü sayısı bunun iki mislinden fazla. 1 ranzada 2 kişi yatılıyor, yerde yatmak da yasak. Ayı Mete’yi benim yanıma verdiler ama adı üstünde, bi dönüyor, olacak gibi değil! Neyse, “kenarda yatan (düşmemek için) tek yatar” usulü icabı onu kenara yatırdılardı da canım kurtulduydu.

Birlikte volta atıyoruz durmadan. İnsanın başı dönüyor, ilk seferlerde sarhoş gibi oluyor. Ama muazzam bir rahatlama ve vücudu yorup 70 kişilik koğuşta gece uykusuna hazırlanma olanağı. Mete’yle olunca da muazzam bir eğlenme ve öğrenme cümbüşü.

Hemen kuralı koyuyor: Galiba Kemal Tahir’den okumuş, 5 veya tercihen 7 adım atılacak, sonra geri dönüp aynen devam edilecek. Dönerken, dikkat, içerden döneceksin yani birbirine sırt değil yüz çevirerek; artık yorumunu siz yapın. Daha bile önemlisi: Asla kimselerin voltasını kesmeyeceksin ve kimseye kestirmeyeceksin. Cızz!

Voltada soruyorum: “Bir gün senin arabanın egzozuna patates tıkamıştık, sen çalıştıramayınca arkaya gidip patatesi çıkarmıştın, nereden anlamıştın?” Cevap: “Bir seferinde egzoz inşaat kumuna girmişti, oradan talimliydim, üstelik hepiniz arabanın arkasına bakıyordunuz şaşkınlar!”

Tam o sırada birden kafayı havaya dikip bağırıyor: “Trident Two!”. Gökyüzünden başka bişey göremiyoruz ya, bu modeldeki bir uçak geçiyormuş yukarıdan. Modelini nereden anlıyorsun diyorum, “Kuyruğuna bak kuyruğuna” diyor. Hiçbir ukalalık fırsatını kaçırmaz benim Ayı Mete abim.

***

Bir ara başka bir koğuşun bahçesine gittiğimde baktım, devrimci çocukların hepsi başına toplanmışlar, Mete bunlara “bağnazlık tedavisi” yapıyor. Allahtan, aradaki bilgi farkı o kadar büyük ki, fazla bişey de diyemiyorlar. Mesela “Şeytanın avukatı olarak 1907 Menşevik Platformunu savun bakayım” diyor. Tabii cevap filan çıkmayınca başlıyor anlatmaya; bildiklerinden fazla emin olmalarının ve kafalarındaki her şeyi apaydınlık bulmalarının aslında çok kötü bir şey olduğunu.

Tam bir Mülkiye dersi anlatıyor. Benim de derslerimde en çok aleyhinde bulunduğum olaydır bu, dünyayı siyah-beyaz algılamak. Bir de, bazı dişle soyulmuş hıyarlar kalkarlar, Siyasal’da hocalar komünizm propagandası yapıyor derler.

Bir gün de, bir kenara çekilip uyurken ve/veya uyanıkken Allah’la kavga eden bir “Necati Bey”imiz var, çok efendi biri ama kafadan kesinlikle gayrimüsellah, onun yargıcına mektup yazdı Mete abi, teşhis ve tedavisi için. Böyle daha nice benzer şeyler.

***

Gece vakti gardiyanlar dolmuş plakları koyuyorlar, çoğu zaman da radyoyu açıyorlar. Bir gece nasıl olduysa kısa bir süreliğine Mendelssohn dinledik! Ölüyordum zevkten, ama tabii derhal yetişti gardiyan, çatt!

Saat 22.00’den sabaha kadar her 2 saatte bir değişmek üzere nöbet tutuyor herkes. Tuvalete gideceklerin tek başlarına gitmelerini sağlamak veya horlayanları uyandırmak için filan. Tabii, en iyi nöbet 22-24 arası, en kötüsü de mesela 02-04.

Bu gece de hamam işlerine bakan şişko, adı Süleyman, boğazlanıyor gibi horlamaya başladı yine. Millet uyuyamıyor. Dürtülüyor, öbür yana dönüp yine horr. Ama anlatacağım şey başka. “Şu hamamcı şişko bana Reichenbach’ın Kant üstüne yaptığı espriyi hatırlattı” diyor Mete. Ben boş bakınca ekliyor:

Hani Kant, Hume’u okuyunca dogmatiklik uykumdan uyandım demişmiş ya, Reichenbach da Hume’un şüpheciliğinin Kant’ı etkilemesinin uzun sürmediğini, Kant’ın yeniden dogmatikliğe kapıldığını kastederek eklemiş: “Kant şöyle bi poposunu çevirip horlamaya devam ediyor”. Yarabbi, nereden nereye!

Şimdi düşünüyorum da herif uyku sersemi kafa tutsa, rahatına bu kadar düşkünse evine defolsun gibilerden bir hıyarlık etse? Ben böyle bir olayı, otobüse biner binmez sigara üstüne sigara yakan bir öküzle yaşamıştım, “Bu otobüste sigara içilmez diye yazıyor mu? O kadar rahatsız olduysan taksi tut git” demez mi herif! Tepem atmıştı: “Sen de bak bakalım, ‘bu otobüse tükürülmez’ diye yazmıyor ama tükürüyor musun?”

***

Mete abi şu sıralarda sıkkın. Biraz dağıtabilmek için güreşiyoruz, fakat Ayı ya, bi boyunduruk taktı ki resmen boğuyor beni. Nefes alamıyorum, ama acaip şey, Fareler ve İnsanlar’daki Lennie gelmez mi aklıma! Son çare, serçe parmağını yakalayıp büktüm. Bir çığlık attı, salıverdi. Alkol veya buz yok ki koyasın. Ekmek çiğneyip koydum, biraz fayda etti. Ertesi gün, “Gel ulan marifetini tamir et. Yavaşça ov bakayım şu parmağımı!” deyip affetti.

İşin matrak tarafı, koğuştaki kafası gayrimüsellahlardan, ki bunlardan ibadullah var, Talat diye biri parmağı ovmaya talip oldu. Ovuyor, uzun uzun ovuyor, sonra Mete’nin gözünün içine bakıp “Ne zaman vereceksin?” diye sormaz mı! Ulan!

Aman neyse, Mete Abi “Neyi?” diye sorunca, “Benim tahliyemi yazıp verecektin ya!” Hey yarabbi, cezaevinde miyiz tımarhanede mi belli değil, buna benzemez daha neler!

***

Ayı Mete abimi bi de kızdırmayı başardım, onun sohbeti bitmez ama anlatayım.

Zayıflayıp, dışarı çıkınca kendini beğendireceği hatuna yakışıklı görünmek için sadece akşamları yemek yiyor. Ama cezaevinde böyle kötü beslenirken diyet mi olur; sinirleri zayıfladı. Bir akşam verilen yağsız tuzsuz karavanayı terbiye edip bi de kıyma katıp enfes bir çorba hazırlıyorum, gelip domates istedi, ben de eşeklik edip vermedim, komünün malıdır diye. Sonra da, bu çorbayı içmeyenin ya parası yoktur ya da aklı deyince, birdenbire patlayıp laflarıma dikkat etmemi yoksa beni pataklayacağını söylemez mi! Hayır, adam dövecek cinsten olsa yüreğim yanmayacak ama sofranın ortasında kötü oldu. Çocuklar duymazlıktan geldiler.

Tabii, kendisi çok kötü oldu sonra. Ertesi sabah önünden geçiyorum, “Hadi yine Mete abine dua et, komüncek hamama gidiyoruz” dedi. Acaip, çünkü bizim hamam sıramız değil, ama ben de ona “Akşama gel, sana bi domates kaptırayım, hem de soyulmuş!” dedim; hep birlikte patlattık kahkahaları. Hamama gidip uzun uzun yıkandık. Barışmanın diyeti olarak sırtını keseletti bana.

Bir ara, komün başkanımız Tevfik, aslanım benim, böbrekleri işkencede iflas ettiği için artık yaşamıyor, kulağıma fısıldadı: “Mete Hoca sırf seninle barışmak için Hamamcı Süleyman’a rica etti.”

***

Daha fazla yazamayacağım, kötü oluyorum. Canım ciğerim Ayı Mete abim, İstanbul Valiliğine bağlı Etiler Emekli Sandığı yaşlı bakım ve rehabilitasyon merkezinde yatıyordu ve o zeka, bilim ve espri abidesi insana herhalde en yakışamayacak şey de Alzheimer idi. Eşi Gönül Paçacı’nın kucaklar dolusu ihtimamı içinde bu ayın 18’inde söndü gitti…

Onun bilimsel derinliğini, ertesi gün T24’te H. B. Kahraman “Bilge ve Bilgin Mete Tunçay” diye yazdı. Ben de bu anı kırıntılarını yazıyorum…