ayşe düzkan
iş cumhuriyet’le kalsa yine iyi...
biliyorum, cumhuriyet gazetesinde olup bitenler üzerine çok yazılıp çizildi, derdim bunları aşacak bir şey söylemek değil. ama bu tartışmanın hatırlattığı, düşündürdüğü şeyler var, onları ele almaya çalışacağım.
isteyenin, istediği kavramı, kafasına, daha önemlisi ihtiyacına göre tanımladığı bir dönemden geçiyoruz. ama yine de, "solculuk", belli bir meseleyi emek ve emeğin hakları ekseninde düşünmeyi gerektirir. hatta özünün bu olduğunu söylemek bile yanlış olmaz. bu açıdan baktığımızda cumhuriyet çalışanlarının özlük haklarını almaları "solcu"nun desteklemesi gereken bir şey. çünkü bu insanlar istihdam edilmişler, ücret karşılığı çalışmışlar ve bu haklar... yani en doğal hakları. yasalar bile tanıyor, düşünün artık.
şunun farkındayım. bazen insan, bırakın ücret almayı, cebinden para harcayarak bile bir yayın çıkartmaya yeltenebilir. ama bunun iki biçimi var bence: ya o yayınla ilgili kararların ortak alındığı bir kolektifin parçası olursunuz ya da belli bir sebeple parçası olmayı tercih ettiğiniz, bir biçimde karar mekanizmalarında yer aldığınız bir hiyerarşik yapı bu yayını çıkartıyordur, siz de o hiyerarşi içinde alınmış kararlara uyarsınız. muhalif bir yayını muhalif kılan, kusura bakmayın ama sadece yayınladığı cümleler olamaz, yapısı da önemlidir.
ama, çizgisi ne olursa olsun, yukarıdan aşağıya, ücret de dahil olmak üzere pek çok konuda bir hiyerarşi varken, kararlar o hiyerarşinin tepesinde alınıp, emek alt taraflarda yoğunlaşırken, pazara sunulmak üzere üretilen yani kapitalizmin koşullarına göre oluşmuş bir yayında, emekçiler de kapitalizm altındaki haklarını olsun, almalı. arkadaşlarınızla şiir dergisi çıkartıyorsunuzdur, para tabii ki almazsınız. bir politik örgütün, partinin mensubusunuzdur, onun yayınında başka bir yerde alacağınızdan daha düşük ücretle çalışmayı, belli özlük haklarınızdan vazgeçmeyi kabul edersiniz çünkü orada da başka bir kolektivitenin parçasısınızdır.
konuyla doğrudan bağlantılı olmasa da yeri geldiği için uzunca bir parantez açacağım. editoryal bağımsızlık kavramını benimsemiyorum, en azından gerçekçi bulmuyorum. herhangi bir yayının çizgisinin sadece orada çalışanlar tarafından belirlenebilmesini mümkün görmüyorum. finansmanı sağlayan her kimse tabii ki yayının çizgisine dair talepleri olacaktır ama bu, başka bir alandaki işlerini destekleme, rakiplerine zarar verme gibi, doğru haberciliğin sınırlarını aşan şeyler olmamalı.
cumhuriyet yakın geçmişte homojen bir yapı mıydı? orada bulunan ve tasfiye edilen birkaç isme bile baktığımızda böyle olmadığını görüyoruz. ama diyelim ki böyleydi ve liberalizm avcılarının iddia ettiği gibi bunların hepsi 'yetmez ama evet’çiydi. bu hapse konulmalarını ve işten atılmalarını kabul edilir kılabilir mi?
konu burada da bitmiyor aslında. ben de 'yetmez ama evet’çilerin büyük bir hata yaptığını düşünüyorum, içlerinde hata yaptığını kabul etmeyenler var; bunların bir kısmı demokrasiyi sağ siyasetten ummayı çizgi haline getirmiş yapılar; güçleri ve etki alanları çok azaldı ama onları affedilmez buluyorum. bugün gelinen noktadan son derece rahatsız olan ama o sırada hata yaptığını kabul edemeyen bireylerin bir kısmının bu tutumunu izninizle erkeklere mahsus bir kibirle açıklayacağım; aralarında kadınlar olsa bile. ama bu çizgi, ne o sırada ne şimdi, akp’ye soldan, çok da önemli olmayan bir meşruiyet sağlamanın ötesine geçebildi, solun gücü ortada, onun içindeki küçük bir kesimin etkisi ne olabilir? yanıldılar, ayıp ettiler, etmeye devam ediyorlar ama başımıza gelenlerin sorumlusu onlar değil.
ama son çeyrek asrın politik tarihine baktığımızda, yenilenmiş cumhuriyet’e koşa koşa giden, mine kırıkkanat gibi halk düşmanlarının bu süreçte en az onlar kadar etkisi, katkısı, suçu yok mu? (burada halk düşmanını politik bir metafor olarak değil, kelimenin en dolaysız anlamında kullanıyorum.)
hadi maddeciliği pozitivizme indirgediniz, pozitivizmi aydınlanmacılığa, aydınlanmacılığı batıcılığa indirgemek ya da daha doğru bir terimle tevil etmek bu topraklarda nasıl bir sonuç verir?
kendini türkiye cumhuriyeti’nin seçkinleri sayanların endişeleri ve öncelikleriyle özdeşleşerek mi olacak bu iş? ("bu iş"i istediğiniz siyasal anlamda kullanabilirsiniz çünkü dünyada seçkincilikle gerçekleştirilebilmiş hiçbir politik değişim yok!)
onların yarattığı politik iklimin sonuçlarından biri olan ve "abd ile ortaklık kuruyorlar" bahanesinden eskiye dayanan kürt düşmanlığı bu topraklarda yaşayanları bölen bir zehir değil mi?
yine onların yarattığı politik iklimin sonuçlarından biri olarak, herhangi bir şeyin adının atatürk olmasıyla gelen ferahlama, toplaşıp kola dökmek kadar komik ve hazin değil mi?
bir başka önemli nokta şu: bir yayın organına yargı aracılığıyla bir müdahalede bulunulduysa ve o sırada cezaevine konulan insanlar, hapisten çıktıktan sonra işlerine son veriliyorsa bunun yargı yoluyla yapılan müdahalenin devamı olduğunu anlamamak için gerçekten büyük çaba göstermek gerek.
malum, 2010’lu yılların başında, akp ile mücadele için, devletin ve ordunun içindeki bazı güçlerle işbirliğini, bir halk hareketinin imkânlarını yaratmaktan daha gerçekçi bulanlar vardı. gezi onları yanılttı; mahcup etti mi bilmiyorum. şimdi, yargının işini atatürk’ün adıyla hareket edenler tamamlarken, devletin devamlılığı ve egemen siyasetin pragmatizmi üzerine düşünmek gerekmez mi?