Ayşe Kulin: İyi yazar mıyım bilmiyorum ama kesinlikle korkak bir yazar değilim

Gezi Direnişi sırasında imza günü yapmış, Sur ve Cizre olaylarında o klasik ‘koro’ya katılmamıştı. 'Buna sebep evimde, ailemden aldığım dini terbiye' diyor.

Seran VRESKALA


ARTI GERÇEK – Günümüzün bol ödüllü kadın yazarlarından Aşye Kulin’le rahatsız olduğu için bir araya gelemedik ama uzaktan da olsa sorularımı sanki yüz yüzeymişiz gibi cevaplandırdı. Çok satan yazarlarda karşılaştığımız o tüyleri diken diken eden yazar egosuna sahip değil! Hem eleştiriye çok açık hem de onunla rahatça konuşabilmeniz için kapısını aralıyor, ama sonuna kadar da açmıyor. Benden limitli soru göndermemi rica etse de kendisine gönderdiğim her soruyu içtenlikle cevapladı. 77 yaşında ama zihni pırıl pırıl; neredeyse hiçbir detayı unutmuyor. Eleştiriye çok açık dememin sebebi, Perihan Mağden’in romanından sonra belki de ülkede ikinci kez eşcinsel bir aşkın anlatıldığı ‘Gizli Anların Yolcusu’ kitabı yüzünden kendisine ‘homofobi’ ödülü verilmesine kırılmamış olması... Çünkü kendisini çok iyi tanıyor. Bu kitabı yazmasının sebebinin de giderek muhafazakarlaşmamızın ve özgürlüklerimizin kısıtlanmasının kendisini çok rahatsız etmesi… 6-7 Eylül vahametinin en yakın şahitlerinden biri. Kimsenin ülkesini terk etmesinden yana değil, kalıp direnmeye inanıyor. Bundan dolayı yazarı olduğu Cumhuriyet Gazetesi’ne yapılan ilk operasyondan sonra evine her gün 1 değil, 5 Cumhuriyet Gazetesi birden almış. Bir hukuk devletinde yazar sıfatı taşıyanların -kim olursa olsun- içeri atılmaması gerektiğini düşünüyor. Buna gazeteciler, akademisyenler ve öğrenciler de dahil. Baskıcı rejimlerin onu korkutmadığını söyleyerek, Trump ve onun gibi liderleri karikatür karakterler olarak tasvir etmiş bir röportajında…

Aydın ve köklü bir aileden geliyor. Babası Almanya’da eğitim almış, DSİ’yi kuran kişi. Çerkez asıllı annesi Osmanlı’nın son Maliye Nazırı Reşat Bey’in torununun kızı. Kendisi de Amerikan Kız Koleji mezunu. Çok yaramaz olmasına rağmen hep sevgiyle büyümüş. Babası onu Boşnakça ‘kedicik’ anlamına gelen ‘maço’ diye çağırırmış. Babası muhafazakâr bir adam olduğu için ilk evliliğini sadece dans edebilmek için yapmış. Okuduklarımdan çok eğlenceli ve hayat dolu bir kadın olduğunu düşünüyorum ama evliliklerinden çok çekmiş. Hiçbir nafaka talep etmeden 4 çocuk büyütmüş. Bu yüzden üniversite okuyamamış. Hala çok güzel ama bir zamanlar o kadar güzelmiş ki hiç rahat bırakılmamış. Bir yerde bu nedenle yaşlanmaktan memnun olduğunu okumuştum. Küçüklüğünden beri şiirle yakın temas halinde; Nezihe Meriç öyküleri ise onu yazmaya teşvik etmiş. Çok iyi bir biyograf olmasına rağmen o kendisini romancı olarak ifade ediyor ve bir daha biyografi yazmayacağını söylüyor. Buna rağmen Adı: Aylin, Füreya, Türkan, Köprü biyografileri ülkenin en çok satanlarından… Yazarlığı ekmek parasını kazandığı bir meslek olarak görüyor. Şöhreti 41 yaşında yakaladığından aradaki zamanı telafi edebilmek için devamlı yazmış. Okuduğunuz her kitabında dünya tarihine ve gündeme dair bir şeyler yakalamanız kaçınılmaz. Kendi ailesini anlattığı Veda, Umut, Hayat, Hüzün isimli romanlarını yazarken ise resmen kanlı gözyaşları akıtmış. Kitaplarına isimlerini yazdıktan sonra veriyor. "Son" isimli son polisiye kitabı ise kesinlikle bir son değil!

- İlk kitabınızı yazarken bir gün en çok satan yazarlarından biri olacağınızı hayal etmiş miydiniz? Mesela ‘Adı: Aylin’in satışı yüzbinlere ulaştığı zaman şaşırmış ve ‘ya bundan sonraki kitaplarım bu kadar iyi olmazsa’ korkusu yaşamış mıydınız?

Yazar olacağımı biliyordum da nasıl satacağı hakkında bir fikrim yoktu. Evet, şaşırdım, hatta beni işletiyorlar zannettim. Gerçek olduğunu anlayınca korkmadım. Bir sonraki kitap daha da iyi olsun diye, beni en zorlayan kitabım Sevdalinka’nın ön çalışmalarına başladım. Altı ay boyunca Bosna ve o sırada artık yıkılmış bulunan Yugoslavya üzerine çalıştım. Belgelerimi topladıktan sonra, romanın ilk halini yazdım ve Bosna’ya gittim. Dönüşümde tüm kitabı baştan sona değiştirdim. Savaş görmemiş biri olarak tahmin edememişim savaşan bir ülkede nasıl yaşanır. Allah hiçbir ülkeyi hele de bir iç savaşa sürüklemesin, gördüklerim kaldırılır gibi değildi.

- Çoğu sektörde kadınlara karşı gösterilen ayrımcılığın edebiyat dünyasında da karşılık bulduğunu sanıyorum. Austen, Dickinson gibi sonradan dünyanın en iyi yazarları sayılmış kadınlar kendilerini ispatlamak için büyük çaba sarf etmişler. Bu çaba günümüzde de devam ediyor mu sizce?

Kadınlara karşı alan bırakmamak Müslüman ülkelerde tepe yapmış durumda ama diğer tek tanrılı dinler de bu konuda masum değil. Hatta çok tanrılılar da! Amerika ve Avrupa’da kadınlar okuma, çalışma, miras, seçme ve seçilme, erkeklerle eşit olma haklarını yollara dökülüp, bağırıp çağırarak, yeri geldiğinde dövülüp yaralanaraksöke söke almadılar mı! Çin’de her kız ayakları küçük olsun diye kutuların içinde, acıdan kıvranarak önce babalarının, erkek kardeşlerinin, sonra kocalarının ve oğullarının kulu olurdu. Hindistan’da 20 yıl öncesine kadar hâlâ bazı yerlerde kadınları ölen kocalarıyla birlikte gömüyorlardı. Böyle bir dünyada kadına hep bir ‘tepeden bakış’ var haliyle.

Ama ben buna rağmen Türkiye’de kadınların edebiyat alanında 1877 yılında Zafer Hanım tarafından yazılan Aşk-ı Vatan’ın yayınlamasından bu yana, Türkiye’de kadın edebiyatçıların çok ses getirdiğine inanıyorum. Halide Edip iyi bir örnek. Leyla Erbil’den Adalet Ağaoğlu’na, Nezihe Meriç’ten Ayla Kutlu’ya, Sevgi Soysal’a, benim sınıfımdan Tomris Gedik, Pınar Kür, Nazlı Eray’a, Füruzan’a ve bir kaç kuşak ergen yetiştirmiş İpek Ongun’a kadar (her birinin adını yazacak olsam gazetenizdeki sayfa hakkım dolar) kaç değerli kadın yazar yetişti ülkemde. Her birimiz de kendi yerimizi bileğimizin hakkıyla doldurduk! Bence yayıncıların kapısı biz kadın yazarlara ardına kadar açık, okurumuz da bol, önemli olan da bu!

- İnsanın kendi hayatını yazması, herkesin önünde çırılçıplak kalmak gibi bir şey. Binlerce insanın önünde çırılçıplak kalmayı seçmek de büyük cesaret. Üstelik yazarlar otobiyografilerini yazarken nötr ve tarafsız olamazlarmış. Ya kendilerini yerden yere vurur ya da göklere çıkarırlarmış. İnsanın kendini anlatırken tarafsız olması mümkün mü? Siz yeteri kadar tarafsız olabildiniz mi otobiyografilerinizde?

Başkalarının önünde sosyal medya sayesinde çırılçıplak kalındı zaten. Çoğumuzun her anı, yediği, içtiği, yaptığı, ettiği ortalıkta. Böylesi bir ortamda, bir otobiyografinin gösterebileceği iç dünya, pek masum kalıyor. Bana gelince, ben özelimi değil, ömrümün 40 yılını ülkemin bu yaşadığım dönemdeki siyasi çalkantılarıyla örerek yazdım. Neden yazdım derseniz, bilinçli bir seçimden çok bir görevdi, başlayan bir işi bitirme amacıydı.

Şöyle ki; İstanbul’un işgal altındaki yıllarını ve çöküş dönemini dedemin konağı üzerinden Veda’da anlatmıştım. Padişah yanlısı o konakta, Cumhuriyetin ayak sesleri de duyuluyordu çünkü o evde gizlenen genç yeğen, Kurtuluş Ordusu için çalışıyordu. "Veda" bir imparatorluğa, bir devire ve vatana vedanın romanıydı. Bitince, kitap yarım kalmış duygusu uyandı bende, çünkü çöken imparatorluğun küllerinden bir Cumhuriyet doğmuştu, o yılları da anlatmamak olmazdı!

Veda’nın devamı "Umut", yeni bir vatan yaratmak için yola çıkmış, hiçbir fedakarlıktan gocunmayan, çalışkan, özverili genç insanların kitabıydı. O dönemi de ömrünü Anadolu’ya ışık, su götürmek, yol ve mesken yapmak için heba etmiş kendi babamın üzerinden anlattım. Kitap benim doğumumla sona erdi. E, benim büyüdüğüm ve yaşlanmaya başladığım yıllarda bunca darbe, siyasi çalkanma ve idamlar yaşamış bir 40 yıl daha var, niye eksik kalsın ki! O yıllar da kendi yaşantımın üzerinden anlatıldı. Otobiyografi olduğu kadar, bir sosyal tarih anlatısıdır "Umut".

- Biyografi konusunda en iyi yazarlardan birisiniz. Hayatını yazmak istediğiniz insanları nasıl seçiyorsunuz? Sizi etkilemeleri mi toplumu etkilemiş olmaları mı daha önemli?

İşte orada yanılıyorsunuz! Ben biyografi yazarı değilim. İlk kitabım "Aylin" olduğu ve çok ünlendiği için biyografi yazarlığı üzerime yapıştı kaldı. Eğer biyografi yazarı olaydım bana şu ana kadar ünlü-ünsüz kişilerden gelmiş olan 500’ün üstünde teklife evet der, ödemeyi göze aldıkları miktarlarla da vergi rekortmeni olurdum! Benim 32 romanım arasında sadece üç buçuk biyografik yapıtım var. Birincisi Münir Nurettin Selçuk’un yaşam öyküsüydü. Hayatımı dergi ve gazetelere yazarak kazandığım dönemde, yakın dostum Prof. Selçuk Erez’in aracılığı ile Sel Yayınları'na 100 sayfayı geçmemek kaydıyla bir kitap hazırladım. Resimli Türk Ünlüleri dizisinin ikinci kitabıydı. Telif hakkım yoktu. Bugünün parasıyla beş bin liraya anlaştık. 100 sayfayı verdim, paramı aldım. Nasıl aldığımı merak ediyorsanız, "Hayal" adlı kitabımı okuyun, çok gülersiniz. "Bir Tatlı Huzur'u ben 100 sayfayla kısıtlanmış olduğu için tam bir biyografi sayamıyorum, bir referans kitabıdır bence.

"Aylin" ise tamamen tesadüftü. Arkadaşımın zamansız ölümünün ardından hakkında bir gazetede yazmıştım, çok ses getirmişti. Rahmetli Ercan Arıklı, romanını yazmam için ısrar etti. Öyle olağanüstü bir hayattı ki, birlikte büyüdüğümüz için çok şeyini paylaşmıştım Aylin’in. Sanki romanını yazarsam yaşamaya devam edecekmiş gibi bir his uyandı içimde. Bir önceki yıl, öykülerimle Haldun Taner ve Sait Faik Öykülerini kazanmıştım, o sayede Remzi Kitabevi 'Aylin’i basmayı kabul etti. 'Aylin’in başarısından sonra o yıllarda birlikte halkla ilişkiler yaptığımız Sara Koral, halası Füreya’nın yaşamını yazmamı istedi. Ferit Edgü için doldurduğu 12 kasette, kendi ağzından hayatını dinledim. E, o hayat için yazmak ne kelime, ölünürdü!

 

'Füreya' da bence en iyi kitabımdır. Zaten sonra, yağmur gibi hiçbirini kabul etmediğim yaşamöyküsü teklifleri yağmaya başladı. Bu arada 'Aylin' romanında yer alan biri tarafından on beş yıla varan bir mahkeme süreci yaşadım. Saçma sapan ama beni her açıdan çok sarsan bir süreçti. Mahkeme sonucunda çocuklarımın üzerine bir daha biyografi yazmamaya yemin ettim.

Yıllar sonra Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları adlı Proje için bir kitap yazmam istenince çok direttim ama Doğu’dan gönderilmiş 26 küçük kız çocuğuyla konuştuktan sonra çok etkilenip, birkaç kez Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya gittim, projenin adını Kardelenler’e çevirdim ve kitabı bitirdim. Hayatta en çok, o dönemde bir araya geldiğim Türkan Saylan Hoca'yı geç tanımış olmama yanarım. Onun hayatını yazmayı dahi başında kabul etmedim ama hastalığı dönülmez noktadayken dayanamadım, sadece cüzzamla ilgili çalışmaları için bir kitaba başladık. Bir ay içinde vefat edince, yakın arkadaşı Gökşin Sanal bana gençlik mektuplarını getirdi. O duygu dolu naif mektuplar yüzünden, kitap yaşam öyküsüne dönüştü. Etti mi üç buçuk biyografi! Başka da yok ve olmayacak!

"KAFAYI ZİNDE TUTMAK İÇİN YEMEDİĞİM SEBZE, İÇMEDİĞİM OT YOK!"

- Bir yazar olarak müthiş bir araştırmacısınız aynı zamanda. Nasıl yapıyorsunuz araştırmalarınızı? Size yardım eden bir ekibiniz var mı? Genelde ne tür kaynaklar kullanıyorsunuz?

Benim ekibim, yardımcım, sekreterim yok. Tüm çalışmalarımı tek başıma yaparım. İnternete girerim ama mutlaka evimdeki ansiklopedilerde bu bilgileri kontrol ederim. Yazdığım konuda çok kitap okurum. 'Kanadı Kırık Kuşlar’da dönem kitaplarının dışında, üç ayrı kişinin biyografisini okudum. Yazarken tek başımayım ama kitaplarımın yurt dışında ve içinde yayınlanmasında Barbaros Altuğ devreye giriyor. Beni Everest’e getiren de odur. Kitaplarımı yarıladığımda onunla ve sevgili dostum değerli yazar Murat Somer’le paylaşır, görüşlerini alırım. Fakat kitaplarım sadece benim elimden, benim çabamla çıkar ve gözden kaçan hatalar için editörün önüne gider.

- Kurgularınız da su sızdırmıyor. Mesela soy ağacı çıkartmak, karakter analizi yapmak, teker teker onların hayatlarını kurgulamak biraz deli işi… Bu sanırım biraz matematik gerektiren bir durum. Bir yazar olarak net bir çalışma disiplininiz, ritüelleriniz var mı? Her yerde yazabiliyor musunuz?

Bir ofisim, mekânım, yazma yerim yok. Sadece yazma arzum ve yazarken kendimi işime odaklama yetim var. Her yerde yazarım. Evde, çoğu kez yemeğimi yakmamak için mutfakta, sabahın çok erken saatlerinde yatakta, hava alanlarında, uçakta, otobüste, vapurda... İnsanların arasına karışıp onlara dokunarak yaşadığında daha insani ve samimi yapıtlar üretebildiğimi düşünüyorum. Disiplinli çalışmaya aile ve sosyal hayatım izin vermiyor ama çalışkan olduğumu itiraf edeyim, hiçbir işimi yarım bırakmayı sevmem.

- Duygu Asena nasıl feminist bir yazar olarak bu ülkede ilk kez bir kadını tüm çıplaklığıyla kitabına taşıyarak kapalı bir kapının açılmasına önderlik ettiyse, sizin de ana akım çok satan bir yazar olarak belki de ilk defa ülkedeki hor görülen ve kabul görmeyen LGBTİ adına kitaplar yazmanız çok cesur bir adım. Mesela Gizli Anların Yolcusu (GAY)’nun baş harfleri de saklı bir anlatım. Bunu bir ihtiyaçtan dolayı mı yaptınız?

Benim ilk gey kitabım olan "Gizli Anların Yolcusu" eşcinsellerin ülkemde çok çile çektiği bir döneme rastlar. Diyeceksiniz ki, hangi dönem çile çekmediler? Ama o sırada birkaç cinayetle görünürlük kazanmıştı yaşadıkları. Yazar olarak sosyolojik çarpıklıkları düzeltme gücümüz yok ama farkındalık yaratabiliriz en azından. Ben de bu yorgun gönüller için bir farkındalık yaratmak istedim. O kadar bezgin ve çektiklerinden dolayı önyargılıydılar ki, beni yanlış anladılar. Oysa, kitabı kaleme alırken kaybetmeyi göze aldığım okur kitlem, beklenmedik şekilde bana çok sahip çıktı ve o ilk kitap bir beşlemenin başlangıcı oldu neticede.

- Yazar tıkanıklığı yaşadığınızda, içinden nasıl çıkıyorsunuz? Bir daha hiç yazamama ümitsizliğine kapıldığınız oluyor mu?

Tıkandığım zamanlar oluyor. Üzerine gitmiyor, hemen bırakıyorum. Zaman içinde kitabın karakterleri birer ikişer döner size... Yeniden hayata geçmeyi özlerler. Bir daha yazamama ümitsizliğine kapılmamın tek nedeni, ileri yaşım. Kafayı zinde tutmak için yemediğim sebze, içmediğim ot yok! Yakında me’lersem hiç şaşmayın. Me’lesem dahi, aklım başımda oldukça, yazmaya devam edeceğim.

- Bugüne kadar Türkiye’de olan tüm ihtilallere şahit olmuş sayılırsınız. İhtilaller ve siyasi savrulmalar sizi ve yazarlığınızı nasıl etkiledi?

İşte yerinde bir soru! Darbelerin hiçbir yararı olmadığını yaşayarak gördüm. Diktatörlerin her coğrafyada bir gün mutlaka devrileceğini hem tarihten öğrendim hem de yaşamım boyunca şahit oldum. Hitler, Salazar, Franko, Saddam...saymakla bitmez! Bu yüzden de kitaplarımda iç sesim öne çıktıysa eğer, demokrasiyi ve demokrasinin olmazsa olmazı din ve vicdan hürriyetini savunmamdan hep.

"KİMSEYİ KÜÇÜMSEMEDİM AMA BU GÜNLERDE BU YETİMİ KAYBETTİĞİMİ İTİRAF ETMEM GEREKİYOR"

- "Çocuklarımın eğitim yılları kendini muhafazakâr olarak tanımlayan yönetimlerin iktidarda olduğu zamana rast geldi. O sıralarda meğer bir gizli odak da yer altında faaliyetteymiş. Bu nedenle olsa gerek, o kuşak edebiyat okuma alışkanlığı edinemedi. Bugünün çocukları ise kitapla değil sosyal medya ile besleniyor. Dünya değişiyor, roman ve şiir kitapları elli yıl sonra antik eserler müzesinde kendilerine bir köşe bulabilirlerse, ne âlâ!’’ demişsiniz bir yerde. Ülkenin şu anki kültür ortamı için ne düşünüyorsunuz?

Eğitim yerle bir olmuş. Tüm değerler alt üst. Bilgi ve kelime yarışmalarına katılanların bilgisizliği yürek burkuyor. Bu gidişle komplolara filan hiç ihtiyaç kalmadan biz kendi kendimizi bitireceğiz. Çünkü her yerden mantar gibi fışkıran üniversitelerden mezun olacak gençler doğru dürüst eğitilemedikleri için ne hasta kurtarabilecek ne çökmeyen bina, köprü, yol yapabilecek ne de ekonomi, tarih ve sosyal bilimler konusunda doğruları bilecekler. Çok hain bir gizli el, değerli gençlerin üniversitelere girme ve devlet mekanizmasında iş bulma hakkını gasp ederek, kendi beş para etmez yandaşlarını doldurmuş buralara. İşte şimdi bu kadrolar iş başında ve durumu görüyorsunuz! Her hatanın bir bedeli varsa eğer, Allah’ın sopası yoktur, boşuna dememişler!

- "Bu ülkede aynı anda iyi ve çok satan yazar olmak neredeyse mümkün değildir. Ya iyi bir yazar olunacak ya da çok satan…’’ Bu söylediğiniz edebiyatın kalitesinden çok talebi ve çoraklaşmayı gösteriyor. Sizin hiç çok satma, görünme arzusu yüzünden yazarlığınızdan ödün verdiğiniz oldu mu?

Ben ne duruşumdan ne yazarlığımdan hiçbir dönemde ödün vermedim. İçinde aşk olmayan, Fırat üzerinde bir 'Köprü’nün öyküsünü yazarken bunu da kim okur diye nasıl düşünmedimse, Kürt’e Kürt demeye cesaret ederek Bir Gün’ü kaleme aldığımda, Bora'nın Kitabı ile ülkedeki yaygın ensestin örtüsünü çektiğimde, 'Handan'da Gezi Parkı'nı işlediğimde, Tutsak Güneş’i yazdığımda da hep aynı çizgiyi korudum. İyi yazar mıyım değil miyim buna ben karar veremem ama kesinlikle korkak bir yazar değilim. Görünme durumuna gelince, herhalde ben en görünmeyen yazarlardan biriyim. Twitter, Facebook kullanmıyorum. Yayınevim benim adıma kurduğu siteye etkinliklerimi bildiriyor ve bazı resimlerimi koyuyor. Ara sıra ben de bakıp görüyorum. Yayıncımın her yeni kitabımda yaptığı tanıtım dışında hiçbir görünürlüğüm yok. Hayati Asılyazıcı Hoca’nın kültür programları dışında, geçen haftalarda dört yıldan sonra ilk kez bir televizyonda programına katıldım.

- Gezi Direnişi’nde oranın kütüphanesinde imza günü yapmıştınız. Sesini çıkaranın susturulmaya çalıştırıldığı ya da ülkeyi terk etme durumuna getirildiği o dönemde bu yaptığınızı, okur kaybetmeyi de göze alarak yapmanız, hele Sur ve Cizre olaylarında ise o klasik ‘koro’ya katılmamanız takdire şayan… Nedir sizi bunları yapmaya iten?

Şimdi size hiç beklemediğiniz bir yanıt vereceğim: Evimde, ailemden aldığım dini terbiye! Bosna göçmeni çok dindar baba tarafımdaki büyüklerimle, Çerkez asıllı çok dindar ana tarafımdaki büyüklerim bana, iyi bir Müslümanın illa adil, merhametli, alçak gönüllü, hak yemeyen, komşusu açken tok uyumayan ve asla gönül kırmayan biri olması gerektiğini öğrettiler. Kibrin, yalanın, israfın büyük günah olduğunu da. Ben ömrüm boyunca elimden geldiği kadar adil, merhametli ve alçak gönüllü olmaya çalıştım. Kimseyi küçümsemedim (bu günlerde bu yetimi kaybettiğimi itiraf etmem gerekiyor).

- Peki Attila İlhan ile milliyetçilik konusunda bir polemik yaşadığınız doğru mu?

Hayır, hiçbir polemik yaşamadık. Benim çok sevdiğim, şiirlerini ezbere bildiğim, romanlarından keyif ve feyz aldığım bir büyüğümdür. Fakat bir ifadesi var ki asla katılmıyorum; yabancı dil öğreten okullarda okuyanların vatansever olmadığını ve iyi Türkçe konuşamadıklarını iddia etmişti. Sevsinler o günümüzün yabancı dil öğretmeyen okullarından çıkma vatanseverleri ve Türkçe bildiklerini zannedenleri diyorum, başka da bir şey demiyorum!

- Çok imtiyazlı, köklü bir ailede büyümüş, üstelik sevgi görmüş bir kız çocuğu olarak, sevgisiz, babasız, annesiz büyüyen, ihmal edilmiş hatta şiddet gören çocukların yaşadığı travmalardan uzak büyümüşsünüz. Hemingway, Fitzgerald, Hugo, Dostoyevski, Gürpınar, Orhan Pamuk, Elif Şafak gibi geçim derdi olmayan, dolayısıyla saatlerini rahatlıkla yazmaya verecek insanların yazar olması çok da şaşılacak bir durum değil! Kısaca varlıklı bir aileden gelmenin yazarlık mesleğini seçebilme adına önemli bir avantaj olduğunu düşünüyor musunuz?

Yazarlık kabiliyetinin varlıkla hiç ilgisi olmadığını düşünüyorum. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, memur maaşıyla geçinen ve aklıma ilk gelen isimler. Kaldı ki benim köklü ailem ben doğduğumda bir büyük savaşı kaybetmiş, rejim değişikliğine uğramış bir ülkenin artığıydı. Konakları satılmıştı. Para pula dönüşmüş, iratları da onları geçindirmez olmuştu. Baba tarafıma Bosna’dan gelen irat gelirleri ise Yugoslavya komünist rejime geçince kesildi. Ben devlet memuru maaşıyla geçinen babamın üç odalı mütevazi evinde büyüdüm ve (tıpkı kızına en iyi tahsili vermek için başka çocuk yapmayan Kerim oğlum gibi) annemle babamın beni en iyi şekilde yetiştirmek için başka çocuk yapmadıklarını hep bildim. Üç yıl süren bir evliliğin sonunda zengin kocamı bırakarak çalışma hayatına atıldım. İkinci kocamdan boşandığım 1978 yılından beri deprensip olarak kocalardan nafaka kabul etmediğim için aralıksız çalışıyorum. Geçim derdine düşmeden yaşadığım yıllar 'Aylin’den itibarendir.

Şimdiki yazarlığınızla mukayese ettiğinizde 20 yıl evvelki Ayşe için neler söylersiniz?

Keyfime göre yazma lüksüm artık yok! Ülkem bir dar boğazdan geçiyor ve benim bir yazar olarak, sonraki kuşaklara bu yıllarda Türkiye’de nasıl yaşamış olduğumuzu aktarmak gibi bir görevim var. Resmi tarih değiştiriliyor, on yıl sonraki okurlar gerçekleri tarih kitaplarında bulamayacaklarına göre, bari romanlarda bulabilsinler amacıyla yazıyorum birkaç yıldır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seran Vreskala Arşivi