Kâbil’in pişmanlığı

Türkiyeli İslamcılar artık pek anmasalar da, İslamcılık’ın adalet ve özgürlük talepleri üzerinden meşrulaştığı 1990’lardaki ilham kaynaklarından biri de İranlı yazar Ali Şeriati idi.

Bir zamandır, akademik uğraş babında, mevcut iktidar söylemini (buna İslamcılık soslu sağcılık diyeceğim şimdilik) var eden halet-i ruhiyeyi anlayabilmek için alan çalışmalarında biriktirdiğim öyküleri duygulara ilişkin teoriler çerçevesinde anlamlandırmaya çalışıyorum. Derdim bireysel duygularla uğraşmak değil. Yani aşk, sevgi, tiksinme, arzu gibi (elbette her hal-ü-kârda ve geniş anlamda siyasal içeriğe sahip olan ama) daha özel alana dair duygularla değil, müşterek olanlarla, yani ortaklaşa üretilip çoğaltılan türden duygularla uğraşıyorum. Müşterek duygu tamlamasını İngilizce’deki "affect" yerine kullanıyorum az önce sözünü ettiğim daha mahrem olanlardan ayırmak için.

"Affect studies", yani kolektif duygu çalışmalarının handiyse kurucularından biri sayılan Brian Massumi müşterek ve mahrem duyguların insan tekinin hareketine verdikleri yön itibariyle birbirlerine karşıt olduklarını söylüyor ("The Autonomy of Affect." Cultural Critique, No. 31, The Politics of Systems and Environments, Part II., 1no. 31: 83–109, 1995). Çünkü müşterek duygular insan tekini içinde yaşadığı toplumsal ve siyasal bağlama iliştiriyor ya da yerleştiriyor. Yani içinde yaşadığı cemaatle rabıtasını kuruyor. Mahrem duygular ise, özellikle baskın olduklarında, o bağlamdan kopmaya, uzaklaşmaya hatta onunla çelişmeye neden olabiliyorlar. Hani bir an yakalandığımız bir hissin, mesela birine duyduğumuz özlemin, etkisiyle nerede olduğumuzu bile unutup dalar gideriz ya, işte onlara duygu; bizi "kendimize" getirip dış dünyayla irtibat kurmamızı sağlayanlara, atıyorum bir futbol maçını seyrederken serdettiğimiz coşkuya da müşterek duygu diyelim. Benim çalışmamın sorusu da İslamcılık ve dindarlık etrafında oluşan siyasi birliğin ürettiği müşterek hissiyatın nasıl bir dönüşüm geçirdiği.

Tabii ki tek bir müşterek histen söz etmek mümkün değil. Her duygunun müşterekleşmesi mümkün, ki bunun da bir siyaseti var, hatta denilebilir ki artık siyaset neredeyse bundan ibaret. Müşterek duygular persona’nın (Jung’un tarif ettiği biçimiyle), yani insan tekinin toplumsal suretinin şekillenmesi sürecinin de parçaları. Dolayısıyla sahip olduğumuzu iddia ettiğimiz, "ben şöyle bir adamım, böyle bir kadınım" derken dile getirdiğimiz nitelik bildiren sözcüklere iliştirilerek ifade ediliyorlar. Bu tabii, surete yansıyanla iddia edilenin her zaman aynı olacakları anlamına gelmiyor. Aksine persona, insan tekinin ve cemaatin tek tek müşterek duygular ve o duyguların karşılık geldiği nitelikler hakkında yapılan bitmek bilmez ve zorlu bir toplumsal müzakerenin ürünü. Bu da hiç kimsenin tek taraflı olarak iddia ettiği toplumsal surete sahip olamayacağı anlamına geliyor. Yani biri çıkıp "ben dünyanın en hoşgörülü insanıyım", "hep çok merhametli oldum", "zaten doğrulukta ve dürüstlükte sınır tanımam," dolayısıyla "aranızdaki en makbul, en sevilesi, en kıskanılası insan benim" vs. diyebilir. Ama o birinin bunları söylemesi, sahiden hoşgörülü, merhametli, doğru ve dürüst, dolayısıyla sevilesi, kıskanılası, makbul biri olduğu anlamına gelmez. Aksine birlikte yaşadığı insanlar o birine ilişkin tecrübeleri çerçevesinde bu sözcüklerin içeriğini doldurup doldurmadığına karar verir, işin fena tarafı onlar da o biri ve birbirleri konusunda sürekli müzakere ederler ve dolayısıyla bu karar hiç de değişmez değildir.

Bu çerçevede dindar persona’nın özellikle 1990’lardan bu yana geçirdiği "müşterek hissiyat dönüşümü"nü görmeye çalışıyorum topladığım öykülerde ve daha evvelden yaptığım söyleşilerin satır aralarında. Kimdi kim oldu? Kendini o zaman nasıl biri olarak görüyordu, şimdi nasıl biri olarak görüyor? Dindar persona’nın dönüşümünün dinamiğini hangi müşterek duygular oluşturdu, şimdi hangileri oluşturuyor?

Jung arketiplerin, persona’ya anlam vermeye ve onu herkes açısından öngörülebilir kılmaya yarayan kıssa kahramanları olduklarını söylüyor. Arketiplerin anonim, dolayısıyla değişmez olarak inşa ettikleri bu kahramanlara iliştirilmiş nitelik ve duygular da onları gene persona’nın gelmişi ve geçmişi hakkında fikir edinmemizi sağlayan göstergeler. Birbirimizi çoğu zaman farkında olmadan o arketiplere referansla konumlandırıyoruz hayatlarımızda. Mesela herkesin yardımına koşan birine "Hızır gibidir" diyoruz. Babalarımızı kahraman, annelerimizi melek görmek istiyoruz. Ben de çalışmamda dindarların ve İslamcıların siyasal anlatılarında 1990’lardan bugüne hangi arketiplerin ön plana çıktığını tespit etmeye çalışarak bu müşterek duygu analizini mümkün olduğu kadar kendi öznel bakışımdan uzaklaştırmaya çalışıyorum. Mevcut siyasi manzaranın genellikle boş bir işle uğraştığım duygusu vermekte olduğunu eklemeliyim.

1990’larda dindarların ve İslamcıların üzerinde en çok durdukları arketipler arasında ilk göze çarpanlar Halife Ömer, Ebuzer ve Bilal. Bunu zaten 1990’larda İslamcılık edenlerin çocuklarının isimlerine baktığınızda da görebilirsiniz. Halife Ömer, adaletle hükmedenin, Ebuzer zenginden (ç)alıp yoksula vermeyi görev addedenin, Bilal ise köle iken İslam’a teslim olarak (İslam öncesi hukuktan) özgürleşenin arketipleri. Bu arketiplerin vazettikleri başlıca iki kolektif duygu var, adalet ve özgürlük duyguları. Yani İslamcılık’ın 1990’lardaki hegemonik söyleminin meşruiyet temelinde adalet ve özgürlük duygularına yönelik bir talep ve vaad söz konusu. Buradan yola çıkarak dindar insan tekini o dönemdeki siyasi birliğe iliştiren kolektif duygunun adalet ve özgürlük duyguları olduğu sonucuna varıyorum. Ömer’in ve Ebuzer’in iki farklı ve rakip adalet duygusunun temsilleri olduğunu söylememe gerek yok. Ömer, hükmedenin, kudret sahibinin, hukuk aracılığıyla düzen kuranın adaletini temsil ediyor. Kamuya ait olanı tasarruf etme erkinin beraberinde getirdiği sorumluluğu dikkate aldığı ölçüde mütevazı ve mütevazılığı ölçüsünde de meşru bir hükümdar Ömer. Ebuzer, böylesi bir hükümdarın yokluğu ya da elinin ermediği durumda beliren ve daha aşağıdan, keskin hareketlerle ama hukuk nokta-i nazarından koyu gri bir alanda şekillenen bir adaleti temsil ediyor. Ebuzer’in adalet kavramıyla ilişkisi ona öyle bir güç bahşediyor ki, dönemin hükümdarı Muaviye’ye üstelik kendi sarayında ve yine sarayı hakkında meydan okuyabiliyor. Deli muamelesi görmesi bildiğini okumasına mani olmuyor. Aksine bu muameleyi görmese öldürülebilir de. Dolayısıyla ikinci bir düzeyde yine özgürlük, siyaseten doğru olandan bağımsızlık hal ve duygusuna da gönderme yapıyor Ebuzer. Bilal ise köle iken özgürleşmekle kalmıyor, güzelim sesiyle ezan okuyarak Müslümanları bir mescit altında birleştiren ses oluyor. Dolayısıyla yalnız özgürleşmeye değil, aynı zamanda İslam’ın saygınlık ve itibar kazandıran toplumsal sermaye vaadine de gönderme yapıyor Bilal’in kıssası.

Ne adalet ne özgürlük gibi kolektif duygu ve talepler ilk kez İslam’la belirmiş, tarif edilmiş değiller. Bu üç kahramanın kıssaları aracılığıyla İslam’ın başlangıcına, onun geçerlilik temelini güçlendiren arketip anlatılar olarak yerleşmiş durumdalar. Tersinden söylersek İslam’ı geçerli bir din kılan meşruiyet temeli, onu bu türden kolektif talep ve duygularla kurduğu rabıta. (Birçok başka kolektif duygu ve talep de var elbette, fedakârlık, doğruluk, dürüstlük vs. ama ben bu ikisi üzerinde durmayı tercih ediyorum.) 1990’larda İslamcılık’a sahip olduğu siyasal enerjiyi kazandıran kolektif/siyasal duygular ve talepler arasında da bu ikisi başı çekiyor: Başörtüsü mücadelesinde cisimleşen özgürlük ve nihayet AKP’ye ad olan adalet.

Geliyoruz bugüne… Bugün İslamcıların kolektif söylemlerinde en çok dile gelen kıssalardan biri İslam peygamberinin ilk eşi Hatice’nin öyküsü. 1990’larda Müslüman kadınların daha çok anmaya başladıkları bu öykü bugün her zamankinden daha popüler. Zengin bir iş kadını olması münasebetiyle, Müslüman kadının özgürleşmesine vurgu yapılan konuşmalarda geçiyor adı. Bu özgürleşmenin Bilal’in kölelikten kurtulmasına pek benzemediğini, piyasa mekanizmasının sınır ve imkânları içinde şekillenmiş bir özgürleşme olduğunu, sonunda erkeğin davasına hizmet eden bir neticeye evrildiğini söylememe lüzum yok. Bir diğer ve çok daha popüler olan kıssa ise Habil ve Kâbil kıssası. Adı Adem olan bir babanın, Habil ve Kâbil isimlerini verdiği ikiz çocuklarına 15 Temmuz Marşı söylettiği videolar bile dolaşıyor her yerde. Aklıma gelen ilk soru şu olmuştu: Ya hu tamam, bu adamcağız akıl edememiş olabilir ama koca ailede tek bir kişi bile bu seçime karşı çıkmadı mı? Bu isimlerin, çocukların geleceğinde nasıl bir rolü olacağını düşünmedi mi hiç kimse? Dinlerin ve tarihin bu ilk kardeş kavgasının yükü bu iki çocuğun geleceğine nasıl bir ağırlık verir?

Habil ve Kâbil kıssası hakkında yapılan yayınların ne kadar çoğaldığını, hatta çizgi film ve dizi de yapıldığını gördüğümde ilk aklıma gelen bu popülaritenin kardeş kavgası korkusundan kaynaklanıyor olabileceğiydi. Fakat sonra iki başka mevzu ile yanyana başka bir mana taşıyabileceği şüphesine kapıldım: İlki fatih ve fetih kavramlarının de bu dönemde popülerleşmesi. Fatih, nam-ı diğer İkinci Mehmet, devletin bekası için kardeş katlini kanunlaştıran padişah. İkinci mesele ise "medeniyet" sözcüğü etrafında oluşan aşırı arzulu söylem.

Habil ve Kâbil’in öyküsü Kur’an’da adeta geçiştirilen kıssalardan biri. Hatta kardeşlerin isimleri bile anılmıyor. Lakin tefsirlerde, ilmihallerde, popüler dini kitaplarda hayli detaylı bir şekilde İslam’dan önceki dinlerin öykülerine dayandırılarak anlatılan öykü gayet İslamileşmiş durumda. Burada benim de çok kısaltacağım bu öyküye göre ensest yasağı gereği Habil Kâbil’in, Kâbil de Habil’in ikizi olan kızlarla evlenecekler. Lakin Kâbil, Habil’in ikizini kendisine layık bulmuyor ve kendi ikizi ile evlenmek istiyor. İtirazını ilettiği Hz. Adem, her ikisine de Allah’a birer kurban sunmalarını, kurbanı kabul edilenin kızla evleneceğini söylüyor. Habil çoban, Kâbil ise çiftçi. Habil en güzel koçunu (ya da devesini), Kâbil ise en kötü buğday başaklarını kurban ediyor Allah’a. Habil’in kurbanı kabul edilirken, Kâbil’in başakları bıraktığı yerde bir yenilgi vesikası olarak kalıyor (Bazı yorumculara göre daha sonra oğlu İsmail’i kurban etmeye söz veren İbrahim’e indirilen de Habil’in kurbanı olarak Allah katına alınan bu koç). Bunun üzerine Kâbil, babalarının uzaklara gittiği bir günü fırsat bilip Habil’i Şeytan’dan öğrendiği yöntemle, başına taşla vurarak öldürüyor. Aynı anda pişman olsa da iş işten geçmiş durumda artık. Pişman olduğu bir başka şey daha var ki, kıssanın Kur’an’da anlatıldığı versiyonunda en çarpıcı olan kısmı da burası. Kâbil, kardeşinin cesedini çırılçıplak açıkta bırakıyor (eşref-i mahlukat olma özelliğini o an itibariyle yitirip bir kuştan bile değersiz bir varlığa dönüşüyor):

"Nihayet Allah, ona kardeşinin ölmüş cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. ‘Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtmekten âciz miyim ben?’ dedi. Artık pişmanlık duyanlardan olmuştu." (Maide, 5/31)

Türkiyeli İslamcılar artık pek anmasalar da, İslamcılık’ın adalet ve özgürlük talepleri üzerinden meşrulaştığı 1990’lardaki ilham kaynaklarından biri de İranlı yazar Ali Şeriati idi. Çocuklarının adını Ömer, Ebuzer ve Bilal koyan İslamcıların tamamı okumuştur Ali Şeriati’nin bu kıssayı tefsir ettiği kitap ve makalelerini. Uzun bir alıntı olacak affedin:

"Müfessirler ve diğer din alimleri, Habil’le Kâbil’in kıssasını anlatan ayetlerin, insan öldürmenin (cinayetin) mahkûm edilmesi için nazil olduğunu belirtiyorlar. Bence bu çok yalın ve yüzeysel bir yorumdur. Benim teorim doğru olmasa bile, bu kıssanın anlamı ve amacı onların sandığı kadar da basit olmasa gerektir. İbrahimî dinler (özellikle de İslam), söz konusu kıssayı, insanoğlunun bu dünyadaki hayatının ilk büyük olayı olarak zikretmektedirler. Bunun biricik amacının, cinayeti mahkûm etmek olması bana pek inandırıcı gelmiyor. Altında yatan derin anlam ne olursa olsun, bence bu kıssadan çıkartılacak tek ‘hisse’ ‘böylece anlamış olduk ki, adam öldürmek kötü bir şeydir, onun için bu kötülüğü işlemekten kaçınmalıyız… Bundan sonra, özellikle kardeşlerimizi öldürmeyelim’ demek değildir. …Bu kıssa, söz konusu olayı en derin şekilde, bilimsel ve sosyolojik bir yaklaşımla, sınıfa atıfta bulunarak açıklamaktadır. Bu kıssa, ilkel toplumun, avcılığa ve balıkçılığa dayalı üretim tarzında ifadesini bulan eşitlik ve kardeşlik düzeninin sonunu ve bu düzenin yerine tarımsal üretimin geçişini; özel mülkiyetin doğuşunu; ilk sınıflı toplumun, imtiyaz ve sömürü sisteminin ortaya çıkışını; zenginliğe tapmanın başlamasını; gerçek inancın kaybolup, düşmanlığın, hırs ve tamahın, yağmacılığın, köleliğin, (Kâbil’de ifadesini bulan) kardeş katilliğinin alıp-yürümesini anlatmaktadır. Habil’in ölmesi, Kâbil’inse sağ kalması nesnel tarihi gerçeklerdir. Gerçekçi, eleştirel, ilerici bir çözümleme de, o zamandan beri ‘din’in, hayatın, ekonominin, yönetimin ve insanların akıbetinin hep Kâbil’in ellerinde olduğunu gösterir. Aynı şekilde, Habil’in zürriyet bırakmadan öldüğünü ve bugünkü insanlığın, Kâbil’in varislerinden meydana geldiğini biliyoruz." (İslam Sosyolojisi Üzerine, s. 126, Çev: Kamil Can, Düşünce Yayınları, 1980)

Şeriati’nin son cümlesi biraz abartılı. Çünkü anlatıda Adem ve Havva’dan olan çocuklar Habil ve Kâbil’den ibaret değil. Dolayısıyla insanlığın Kâbil’in varislerinden ibaret olduğunu söylemek, insanı mutlak kötülüğe hem de genetik üzerinden mahkûm etmek demek ki, zannediyorum ki Şeriati’nin kastı bu olmasa gerek.

Ama anlatıda Kâbil’e ne olduğu kısmı önemli. Adem, kardeşini öldüren Kâbil’i yargılamakla birlikte idam etmiyor. Tevrat’a göre onu, "yeryüzünde kaçak ve serseri olacaksın" diyerek sürgüne gönderiyor. Bu andan sonra Kâbil’in hayattaki emeli, babasının inşa etmekte olduğundan daha iyi bir şehir/medeniyet inşa etmek. Babasına ve diğer kardeşlerine kendisinin en iyi olduğunu göstermek. Böylece babasına işlediği suç ne olursa olsun kendisini sürgüne göndererek neleri kaybettiğini göstermek, Adem’i artık ölmüş olan Habil’den yana olduğu için cezalandırmak. Kâbil arketipinin temsil ettiği persona’nın iki önemli kusuru var: İlki kibir, Habil’den daha iyi olduğunu düşündüğü için çürük buğdayla Allah’ı kandırmaya cür’et ediyor. İkincisi ise Habil’in, çobanlığına, yani yoksulluğuna rağmen daha güzel kızı alacak olmasına duyduğu haset. Kibir sürgünle, haset de cinayetle geçmiyor işin kötü tarafı. Baba evinden kovulmak kibri aşağılanmış olmanın bilinciyle tahrik ederken, Habil’i öldürse de asla onun yerine geçemeyecek olmanın bilinci de haseti büyütüyor (Haset kıskançlıkla karıştırılsa da çok büyük bir farklılığı var. Kıskançlıkta benim olanı başkasından sakınıyorum, hasette ise aslında hayranlık duyduğum, gıpta ettiğim rakibimin yerinde olmak, bunun bile ötesinde o olmak istiyorum. Rakibimin sahip olduğu her şey gözümde büyüyor, ama onları ele geçirdiğimde kıymetsizleşiyorlar. Çünkü o şeylere kıymet veren şey ona ait olmaları durumu. Bu yüzden rakibi/düşmanı/kardeşi öldürmek rekabeti de hayranlığı da bitirmediği gibi, hasetin kangrenleşmesine neden oluyor). Birçok Hristiyan anlatıda Kâbil, tıpkı Şeriati’nin yaptığı gibi "medeniyet" fikrinin temsili. Basit, mülkiyetsiz, mütevazı hayata karşı karmaşık, mülkiyete dayalı ve ihtişamlı  hayatın temsilcisi. Ancak bu ikincisinin bedeli ağır: kardeşini öldürmek.

Peki kim olmak ister bir mü’min: Habil olmak mı, Kâbil olmak mı? Haklı ve ölü olmak mı iyidir; yoksa haksız olarak var kalmak mı?

Habil ve Kâbil kıssası yukarıda sözünü ettiğim müşterek duyguların aktarımı açısından alabildiğine karmaşık bir yapıya sahip ve burada tüm yönleriyle tartışmak mümkün değil. Ömer’in, Ebuzer’in ve Bilal’in öyküleri geride bırakılırken Habil ve Kâbil öyküsünün popülerleşmesine bakarak önce adalet duygusunun yerini hasetin aldığını düşünmüştüm. Sonra okudukça adalet duygusunun içinde zaten haset duygusunu da barındırdığını anladım (bugünün pazarlama araştırmalarında haset kavramı pozitif bir değer olarak görülüyor). Derken, özellikle yine Türkiyeli İslamcıların yazdıkları ve Türkiye’nin Suriye’deki savaşa dahil olması gerektiği fikrini savunan metinler, videolar çekmeye başladı dikkatimi. Bağlantı yine Habil ve Kâbil vakasıydı. Bu metinler arasında, milletlerin hayatta kalmak için Kâbil olmaları gerektiğini söyleyenler bile vardı. Biraz karıştırırsanız siz de bulabilirsiniz. Örneklerden biri de burada:

"Erdoğan’ın son açıklama ile beraber Suriye’de muhaliflere desteği arttıracağı ve Halep’e kadar sınırları genişleteceğine artık kesin gözü ile bakıyorum. Karşımıza çok badire çıkacak. Belki çok canımız yanacak ama kâfirlerin planlarını Allah’ın izni ile yine bozacağız. Bu planları bozarken kafama takılan en büyük engel milletimizin şehitleri gördükçe salya sümük olup ‘terör bitsin’ bahanesi ile devlet üzerinde baskı kurup aslında terörün değil, savaşın bitmesini istiyor olmaları. Ahmaklar sürüsü. Savaş Habil ile Kâbil’den beri var ve kıyamete kadar da var olacak. Hz. Allah’ın peygamberi Hz. Musa’yı ve ümmetini savaş ile sınadığını unutan ahmaklar; savaş yapmayan ülkeler yok olmaya mahkûmdur. Savaşmayan ülkeler köpekleşmeye, köleleşmeye mahkûmdur. Savaşmayan ülkeler Mısır olmaya, Suriye olmaya, Irak olmaya mahkûmdur. …Ve en önemli soru; Allah intikam alırken sizleri silah olarak kullansın istemiyor musunuz?", BiSimit, "Kavgaların ortasında Zuntikâm’ın silahı Erdoğan", (BiSimit, tahmin edemeyeceğiniz kadar popüler bir isimsiz yazar.)

Kıssanın, mevcut rekabette Habil olma korkusu yüzünden yayılmakta olduğunu da sanmıyorum. Sanki hazır fırsat eldeyken Kâbil olamama korkusu anlattırıyor gibi bu kıssayı tekrar be tekrar. İnsanın aklına ister istemez çok fena sorular geliyor: Şu son birkaç yılda sokaklarda kaç ceset gördük İslamcıların siyasi sorumluluk sahibi olarak başında bulundukları bir idarenin defnedilmesine mani olduğu? Taybet Ana’nın günlerce sokak ortasında kalan cesedi ne söylüyordu kendini şiddete yar ve yardımcı eylemiş İslamcılık ve dindarlık hakkında? Ya bir kız çocuğunun derin dondurucuya sığ(ın)dırılmış bedeni? İşkence edildiği aşikâr bir kadının çöplüğe bırakılmış çıplak bedeni (velev ki "terörist" olsun)? Başörtüsüne özgürlük mücadelesi veren kaç kadın bu bedenin öylece sergilenmesinin ne anlama geldiği konusuna kafa yordu? Gene söylüyorum, velev ki "terörist" olsun bir erkeğin cansız bedenini marşlar eşliğinde bir zırhlının arkasına bağlayıp yerlerde sürükleyen öfkeli, silahlı ve hukukun koruması altındaki gençler hakkında ne düşünmeliyiz? 90 gün açlık grevi yapan Kemal Gün’e oğlunun kemiklerini kargoyla gönderen "idare" kimin soyundan gelir? Çocukların sokaklarda öldürülüp annelerinin meydanlarda yuhalatılması nasıl bir müşterek duygunun tezahürüdür?

Kâbil, Habil’le yetinmeyip Ömer’i, Ebuzer’i ve Bilal’i de öldürmüş müdür?

Kafam çok karışık: Belki de Allah düşmanının/kardeşinin cesedini gömme konusunda kılavuzluk edecek bir karga bile göndermediği için, "tek dişi kalmış canavar"ın Kâbil’i olma tahayyülüne sarılma ihtiyacı duymuştur dindarlar ve İslamcılar? 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Çavdar Arşivi