Kader, kaza, niyet, amel

Paul Virilio'ya göre bu zamanda vuku bulan tüm kazalar “ihmal” görüntüsü verilmiş ama kasıtlı olarak kurgulanmış cinayetlerdir.

Eğer Türkiye’de olsaydım, ölümlü iş kazalarının vuku bulduğu binalar hakkında kamu vicdanının ne dediğini araştırıyor olacaktım. Mesela 10 işçinin bir asansör kazasında hayatını kaybettiği Torun Center’daki katların, dairelerin fiyatları düşüyor mu? Soma’da 301 kişinin öldüğü madenin gelirleriyle finanse edildiğini bildiğimiz Spin Tower’da oturanların içi rahat mı? Esenyurt’ta inşası esnasında 11 işçinin bir çadırda yanarak öldükleri Marmara Park adlı alışveriş merkezine gidip gelenler huzursuz olur mu? Etrafında yaşayan, çalışan, önünden geçiveren insanlar bütün o koşuşturma içinde bir an durup o kaza anının dehşetini içlerinde hissederler mi? O hisle başladıkları gün nasıl geçer? Bir adım ötesinde, tamamı işverenlerin ihmali yüzünden olmuş, insanların hayatına mal olmuş ve hesabı sorulmamış bu kazalar nasıl bir hukuk oluşturur kentin yüzeyinde? Biz, yani şehirde yaşayanlar o hukukun özünü nasıl süzeriz kendi aramızdaki ilişkilere? Bu ilişkiler ne tür görmeler ve görmezlikten gelmeler üzerine kurulur? Bu görmeler ve görmezlikten gelmeler birbirimiz hakkında ne tür öyküler yaratır zihinlerimizde? O öykülerin belirdiği zihinler nasıl bir birlikte yaşam kurgular? Yani şehir, inşa öyküsüyle nasıl bir hukuk yaratır? O hukukun kazananı ve kaybedeni kim olur? Her birimizin ve kendimizin haksızlıklar karşısında edindiği suskunluklar, kimsenin birbirine sahip çıkmayacağı, işveren ihmalinin "fıtrat" diye etiketlendiği, yoksulun "kalkınma"ya kurban edildiği, çocuk, kadın, işçi ölümlerinin gelişmişlik ölçütü olarak pazarlandığı bir yerde birbirimizin yüzüne baktığımızda ne görürüz? 

 

Ufak tefek söyleşilere de başlamıştım sözünü ettiğim binaların çevresinde. Binaların ve vazettikleri finansal ve siyasal gücün büyüklüğü, felaketlerin büyüklüğünü ezmişti. Silmişti demiyorum, çünkü daha ilk cümlede herkes hatırlıyordu ne olduğunu. Ama felaket ezilmişti, yok olmamıştı, yassılıp o binadan yansıyan toplumsal, siyasal ilişkilerin zeminine yerleşmişti. 

 

Paul Virilio, teknolojinin alabildiğine serpildiği bu çağda artık "kaza" diye bir şeyin olamayacağını söyler. Ona göre bu zamanda vuku bulan tüm kazalar "ihmal" görüntüsü verilmiş ama kasıtlı olarak kurgulanmış cinayetlerdir. Aristo’dan yola çıkan Virilio’ya göre yalnız teknolojinin azmanlaştığı bu çağda değil, öncesinde de her bir kaza gerçekleştiği ana kadar "gelişen" olayların "öz"ünü ortaya çıkartır. Öz kelimesini nasıl tarif etmek gerekir emin değilim. Bu yazıda kalması koşuluyla buna "hisse" diyeceğim. Kazanın kıssasının vazettiği hisse... Bir akıbet olarak kaza, kendisiyle sonuçlanan kıssanın hissesini ortaya çıkartır. Oluşurken önlenmeyen, aksine kurgulanan ve sonrasında soruşturulmayarak, kovuşturulmayarak, üstü örtülerek sürdürülen kazayı planlayan "kas(ı)t"a dahil olanları yeniden tarif eder kaza. Kaza bir istisna, akışta bir kesinti imiş gibi dursa da beklenmedik olan tarafı bizzat kendisi değildir. Çünkü her ihmal, ihmali cezalandırmamak için sapılan her yol, yeni kazalara davetiye demektir ve bu açık bir davetiyedir, yani gözü olan herkes tarafından görülebilir. Beklenmedik olan, kazanın açığa çıkarttığı özün, hissenin, yani etik-ahlaki yönü dolayısıyla normatif, geniş anlamda yönteme sızmış haliyle ideolojinin, dolayısıyla geniş anlamda siyasal içeriğin o kazayı planlayıp gerçekleştirenlerin kendilerine biçtikleri rolün, imajın, suretin önüne geçmesidir. Biri, üstelik böylesi bir vakanın yaşanmaması için tedbir alması gerekenlerin başı konumundaki biri, çıkıp "fıtrat", "takdir-i ilahi" gibi kavramlarla bu "cinayet"i tarihsel ve dini bir çerçeveye büründürdüğünde, ister istemez onun bu kastın işbirlikçisi olduğunu hissederiz. Bunu düşünmeyiz, düşünmemek için elimizden geleni yaparız, çünkü bunu böylece düşünmek bir şey yapmayı, harekete geçmeyi gerektirir, bu da huzur bozucudur. Bu yüzden hisseder ve bilinçaltımızda bir yerlere yerleştiririz. Bu yalnızca birimize olmaz, hepimize olur. İşte bu yolla o kazanın hissesi yalnız o biri(leri), yani kazanın kurgusuna bilfiil iştirak etmiş olanlar hakkında değil, hepimiz hakkındadır ve yine bu aynı yolla o kazanın hissesindeki ihmal görünümlü kasıt birbirimizin yüzüne bakarken aramızdaki perdeye, birbirimizle temas ederken üzerine bastığımız zemine dönüşür. Perde olarak bu hissenin bir yanı sırlı, öte yanı aynalıdır, bizi bize yansıtır. Ne zaman ses çıkarmadığımız bir cinayetle karşılaşsak biz de cani oluruz. Ve aynı nedenle bastığımız yer hiçbir zaman sağlam olmayacaktır. Çünkü caniler kimseye güvenemezler. 

 

Buradan çıkarttığım sonuç her bir kazanın bir cinayet soruşturması ciddiyetiyle ele alınması gerektiği. Bu ciddiyeti takınmayı reddeden hukuk da cinayetin ortağı olur. Fakat hukuk ve ondan tecelli ettirmesini beklediğimiz adalet bu tür meseleleri kendiliğinden ciddiye almaz. Onu bu konuda diri tutmak için hukukun kudretini elinde bulunduran insanlardan (kurumlardan değil, insanlardan, hakimlerden, savcılardan ve onların patronlarından, çünkü kurumlar son tahlilde bu tek tek insanların ahlak, vicdan ve kendilik algıları arasındaki alışverişin çarşılarıdır yalnızca) adalet talep etmek gerekir. Bunun için her biriyle tek tek uğraşmak gerekir. Bugüne kadar bunun en iyi örneklerini de Bir Umut Derneği verdi. Bu derneğin çalışmalarına tanık olarak geçirdiğim her an ne kadar çok şey öğrendiğimi ve oradaki herkese ne kadar minnettar olduğumu anlatamam. 

İslam’ın söylem geleneğinde, aslında o geleneğin içinde Türkiye’ye hakim olanların da bulunduğu bazı cüzlerinde, kader levh-i mahfuzda kullar için yazılan öykü, kaza ise o öykünün sahnelenmesi diye tarif edilir. Bu, kulu hem kendi hayatı hem de dahil olduğu toplumsal hayata dair sorumluluktan neredeyse tamamen kurtaran, Allah’ın bir türlü akıl baliğ olamayan kulu olarak kendisi için yazılmış oyunun figüranı omaktan öte geçmesine müsaade etmediği gibi lüzum da bırakmayan bir pozisyona hapseden çocuksu bir tarif. Lakin özellikle son birkaç on yıldır Türkiyeli Müslümanların bu tariften sıyrıldıklarını söylemek mümkün. Yalnız kendi kaderleri değil, başka insanların kaderleri hakkında da rahatlıkla tasarrufta bulunabiliyorlar. Bu anlamda kaderden, kader anlayışından özgürleştikleri söylenebilir. Artık faili olacakları kazaları, en azından bir kazada failden mi yoksa kurbandan mı yana olacaklarını seçebilecek kadar özgürler. 

 

Fakat bu tariften sıyrılmanın sorumluluk almak anlamına geldiğini söylemek aynı derecede kolay değil. Çünkü yaptıkları seçimlerin olumsuz sonuçlarından hep başkalarını sorumlu tutuyorlar. Komplo teorileri, "üst akıl", "büyük resim" gibi araçlar sorumluluktan kaçmalarını sağlayan modern dinsel söylemler olarak işlev görüyor. Kader söyleminin yerini bu teoriler, dolayısıyla kader söyleminin failinin, yani Allah’ın yerini de üst aklın ve büyük resmin ressamı, tasarlayıcısı olarak kimi görüyorlarsa o alıyor. Bu durum imanın gücüyle değil içeriğiyle ilgili gibi duruyor. İmanın gücünden çok imanın yöneldiği failin gücüyle ilişkili bir değişim söz konusu. Bu güç henüz elle tutulabilir değil, ama artık eskisinden çok daha baş edilebilir. Tek mesele onunla bizzat baş etmek yerine "avatar" olarak işe koştukları liderlerin aklına, idrakine ve gücüne sığınmayı tercih etmeleri. Bu anlamda artık lidere "temsil" dolayımıyla değil, doğrudan onun iradesinde gördükleri kendi suretleri üzerinden bağlılar. Liderle aralarındaki sırlı perdede kendilerini görüyor, o bağırdığında kendileri bağırmış, o yendiğinde kendileri yenmiş, o konuştuğunda kendileri konuşmuş gibi hissediyorlar. 

 

Bu duruma muhalefet edildiğinde, yani liderle aralarındaki perdenin kalın sırrı hatırlatıldığında ayaklarının altındaki zemin sarsılıyor. Bu yüzden lider canını sıkan herkese haddini bildirdikçe neşeleri artsa da korkuları geçmiyor. Tuhaf bir biçimde korktukça neşeleniyor, neşelendikçe ihmalkarlıklarını artırıyor, ihmalkarlıkları arttıkça daha çok kazaya tanık/ortak oluyor, bu kazalardan birinin kurbanı olmak yerine failden yana olmayı tercih ediyor ve bu nedenle de kazalardan daha çok korkuyorlar. Çünkü "takdir-i ilahi"nin de, "fıtrat"ın da artık kendi ellerinde olduğunu düşünüyorlar. İşte bu yüzden hiçbiriyle konuşmak, olup bitenleri anlatmak mümkün değil. Bu kurgu bozulduğu anda düşüp dağılacaklarını hissediyorlar. Bu kurgu yoksa onlar da yoklar. Hayatta kalabildikleri tek yer bu kurgunun tarif ettiği sahne. Gözleri görmediği, kulakları duymadığı, kalplerindeki mühür açılmadığı müddetçe bu kurgunun içinde bu dünyevi neşeyi sürdürebilirler. İşin fena tarafı dini söylem gözde bağ, kulakta tıpa, kalpte mühür işlevi görüyor bu sahnede. Kurgu dağıldığı, avatarla aralarındaki rabıta sona erdiği anda yine Allah’ın aciz kullarına dönüşecekler. Bu durumda Allah’ın kulu olmaktansa, avatar-liderin mü’mini olmak çok daha cazip görünüyor. 

 

Olumsuz, ölümcül sonuçları ayan beyan tarihsel kazaları ise "ameller niyetlere göredir" hadisiyle açıklıyorlar: "İyi şeyler istedik, evet sonunda kötü şeyler oldu, insanlar öldü, kurunun yanında yaş da yandı, ama niyetimiz halisti." Kader tarifindeki çocuksuluğu sürdürmeyi mümkün kılan bir başka ifade bu da. Oysa, Allah’ın kendi yerini "sana şah damarından daha yakınım" diye tarif ettiği bir dinin, bir söylemsel geleneğin, o şah damarının hayat verdiği kulu bu denli neşeli bir sorumsuzlukla donatması pek mümkün görünmüyor. Çünkü Allah kendi varlığı ve yeri hakkındaki bilgiyi değil, hissi, inancı kulun şah damarının berisine yerleştirerek şunu ima ediyor: "Sen beni göremezsin, ama ben seni izliyorum, her anında, aldığın her nefesteyim. Şah damarından, yani seni hayatta tutan akıştan daha yakınım sana. En önemlisi seninle cemaatin arasında bir yerdeyim. Cemaatinin görmediği zamanlarda da görüyorum seni. Onların görmediği, bilmediği hallerini de biliyorum. Ben seni biliyorum." Kulunu bu kadar yakından takip eden bir ilah hakkında iki şey söylenebilir. İlki o kula hiç güvenmediği. İkincisi de kulunu, daha önceki ilahi dinlerin kendisini yerleştirdiği yüce mevkilerden, her bir kulun şah damarı seviyesine yerleşecek kadar önemsediği, onu başkalarından önce kendisine karşı sorumlu tuttuğu. İlk bakışta bu ilkenin işlediğini söylemek pek mümkün gibi görünmüyor. Mevcut neşeli korkak halet-i ruhiyeye biraz daha uzunca bakıldığında, Allah’ın tarifinin yeniden yapılmış olabileceği geliyor insanın aklına. Kula, onun şah damarından daha yakın olan Allah’ı tarif etme yetkisi kuldan alınıp başka bir erke verilmiş. O erke yukarıdaki sırlı perde telmihinden hareketle yine avatar diyeceğim. 

 

Buradan bakınca hem kaza-kader ilişkisi, hem "ameller niyetlere göredir" ilkesi yeniden anlamlanıyor. Şöyle bir düşününce akla gelen iki soru: Ya tıpkı kazanın özü ele vermesi gibi amel de niyeti ele veriyorsa? Ya "ameller niyetlere göredir" demek aslında, senin niyetini ettiğin amel ortaya koyar demekse? 

 

Bu noktada durup bir müddet herkesin birbirine aman ha bana karşı yapma, kullanma bunu dediği "niyet okuma" refleksi hakkında düşünmeyi öneriyorum. Sözünü ettiğim koşullar altında niyet okumak bir kazaya kurban gitmemek ve faille suç ortaklığı yapmamak için gücü gaspedilmiş olanın onu elinde bir cinayet aletine dönüştürene karşı geliştirebileceği bir strateji olarak yeniden işlevlenebilir. Niyet okumak hiç de doğru gelmiyor kulağa. Oysa "niyetimi okuma" diye bağıranlar, özellikle muktedir pozisyondalarsa aslında şunu diyorlar: "Sana söylediğime inanmak zorundasın. Deklarasyonumu kural kabul edeceksin. Beni sana kendi dilimle tarif ettiğim niteliklerle kabul edeceksin." Ama bir de performans var: Yani kazaların ve amellerin alanı. Kazaların ve amellerin, deklarasyonu, sözü sürekli yalanladığı bir halde neden kendime yasaklayayım niyet okumayı? Yaptıkları yapacaklarının garantisi olan bir iktidarın bir sonraki adımını başka nasıl anlayabilir ve kendi yolumu onunkinden nasıl ayrıştırabilirim? Safiyane ve halis niyetle sözüne güvendiğim muktedirin beni daha kaç kez kurban etmesini beklemeliyim? 

 

Bütün bunları niye söyledim sorusunun cevabına geçmeden ne cür’etle söyledim sualiyle uğraşmam lazım. Ne cür’etle kader ve kaza, amel ve niyet gibi kavramlarla uğraştım? İslam alimi miyim? Haşa estağfirullah. Peki Müslüman mıyım? Allah bilir. Lakin bugün Türkiyeli Müslümanların bir avatarın tekeline verdikleri dinin, diğer dinlerden varsa bir üstünlüğü onun kaynağına temas eden herkese onu anlama yetisi ve sorumluluğu vermesi. Yani dinsiz bile olsam, bu dinin kavramları hakkında konuşmaya hakkım var o dinle temasın bana nasip edilmiş olması hasebiyle. Dahası, bütün bu kavramlar içinde doğup büyüdüğüm kültürel topraktan benim de hakkım olan mirasın temel taşları. Elbette bu miras üzerinde hak ve söz sahibiyim. 

 

Peki niye söyledim bütün bunları sorusunun cevabı ise bir his, bir itiraz ve bir talep: İçine doğduğum, (biz demek de yasak artık ama) seçmemiş olsak da doğduğumuz, kültürel coğrafyada kendine yol bulmuş dinin ve o dinin bundan sonra akacağı yolun ne olduğu ve olacağı hakkında konuşma tekeli bir tek avatara ait olmadığı gibi yalnızca kendisine dindar ve Müslüman diyenlere de ait değil. Bu dinle şöyle ya da böyle temas etmiş herkesin hem tasarruf hem söz hakkı var o dinde. Kulağa tuhaf geliyor ama İslam, Müslümanların malı, ayrıcalığı, kimlik deposu vs. değil. Hiç bir din, yalnızca o dinin mü’minlerine ait değil. Böylesi bir mülkiyet ile dinlerin kendilerine biçtikleri türden evrensellik arasında mutlak bir zıtlık var. Hal böyleyken ve din mevcut iktidarın dayandığı meşruiyet temeli olarak bu kadar berelenmişken, şu içinden geçtiğimiz dönemi ortak bir değer değilse bile bir müşterek miras olarak din hakkında konuşmadan atlatabileceğimizi düşünmüyorum. Ama din hakkında konuşmaktan söz ederken de muktedirin vazettiği dini olduğu gibi kabullenmekten, yaptığı din tarifi üzerinden onu avatarı olarak gören dindara yaltaklanmaktan bahsetmiyorum. Aksine onun din hakkında konuşma tekelini parçalamanın yolunun, o dini, onun tarif ettiğinden başka bir şey olarak tarif ve talep etmekten geçtiğini düşünüyorum. Bu da dine kategorik olarak karşı çıkmakla değil, dini gündelik ve siyasal hayatın içinde bir müşterek kategori olarak tanımakla olabilecek bir şey sanki. Ve tabii ki önerdiğim şey dindarlaşmak değil. Aksine dindar olmayanlar, din hakkında konuşmadıkça, bizi harap eden kazanın failleriyle tanık/ortakları arasındaki sırlı perde de varlığını sürdürecek. 

 

Şuna hiç kuşkum yok, Türkiye’de mevcut dindarlığın yerini sahici ve devlet desteksiz, özerk ve orijinal bir sekülerlik alacak. Çünkü ister istemez dinin hayatımızda nasıl ve ne kadar yer alacağı konusuna kafa yormak zorunda kalacağız. Bugün müstebit avatarın arkasında korku ve neşeyle sıralanmış pek çoklarının, etrafta başka ve daha çok vaadi olan bir avatar belirdiğinde bir an bile düşünmeden onun arkasında sıralanacaklarından adım gibi eminim. Doğrudan söyleyeyim: Bugün Erdoğan’ın devlet olduğunu düşünenler, yarın onda artık devlet olma yetisi kalmadığını ve devletin kendisine yeni bir avatar bulduğunu hissettiklerinde bu yeni avatarda görecekler kendilerini. Erdoğan, anayasa plebisiti sonrasında onu oraya taşıyan orijinal kitleyi kaybettiğini, sadakati oyundan aldığı hazla sınırlı bu neşeli-korkak kalabalıkla yetinmek ve hazzı, neşeyi, korkuyu canlı tutmadığı anda kaybedeceğini pekala bildiği bir kitleyle yetinmek zorunda olduğunu anladı. Bu yüzden şiddetin dozunu artırıyor. Kendinden ve gücünden emin olan kimse bu kadar büyük korku salmaya çalışmaz rakiplerinin ve takipçilerinin yüreğine. Erdoğan’ın yaptığı en büyük hata AKP’yi ortadan kaldırmaktı. Yok artık öyle bir parti. Ve Erdoğan orada, gücün merkezinde yapayalnız. Üstelik hiçbir şekilde vaz geçilmez değil. Kendini vaz geçilmez kılmak için çıkıp patronlara, "Olağanüstü halden şikayet etmeyin. Olağanüstü hal sayesinde işçilerinizin grevlerini yasaklıyor, onları polislere dövdürüyoruz" demeye gelen, kelimenin tam anlamıyla müstehcen bir konuşma yapma ihtiyacı duyduğuna göre, hiç de güvende hissetmiyor kendini ve karşısına çıkan herkese açıktan ahlaksız tekliflerde bulunuyor. Bu yüzden uğraşılması gereken o değil artık. O kendisiyle yeterince uğraşıyor. 

 

Şimdi yeni bir siyasal dil icat etmek lazım. Bu siyasal dili icat ederken yapılacak son şeyse, bir öncekini naif bir kazadan ibaret saymak olur. Oysa bu kaza şimdi bir cinayet vakası ciddiyetiyle soruşturulmazsa bir yenisinin olmasına yalnızca sebep oluşturur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Çavdar Arşivi