Aysuda Kölemen
Küçük şeyler
Oldukça geniş, yüksek tavanlı ve güneşli bir mahkeme salonunun arka taraflarında, davacı olarak ifademi vermek üzere sıramı bekliyordum. Her dava beşer dakika sürüyor, sıra hızla bana yaklaşıyordu. Sıramız geldiğinde hâkim ismimi okuyup, ayağa kalkmamı istedi. Davalı gelmediği ve mazeret bildirmediği için otomatik olarak suçunu kabul etmiş sayılıyordu.
- Ne kadardı borç?
- 800 dolar, hanımefendi.
- 800 dolar, faizi de hesaplayalım. Üzerine de size verdiği rahatsızlıktan dolayı ceza ekleyeceğiz. Toplam 2000 dolar. Artık borcunuzu tahsil edebilirsiniz.
Bu kadar. Yer: Küçük borçlar mahkemesi, Amerika Birleşik Devletleri. Bu bulunduğum eyalette 5000 doların altındaki tüm borçlara bakan bir mahkemeydi. Sadece bir dilekçe vermiş, hemen 15 gün sonrası için duruşma saati almış ve birkaç dakikalık bir duruşma sonrası, devlet yapması gerekeni yapmış, adalet dağıtmış, borcumu tahsil etmeme imkân vermişti. Zorluk çıkarmadan, uğraştırmadan, hatta güler yüzle. Her gün eleştirdiğim Amerikan devletine halkın neden bu kadar güvendiğini de biraz olsun anlamıştım. Küçük şeylerin devletini seviyordu onlar. Benim devletim, büyük işlerin devletiydi. Beka ile uğraşırdı, yüksek meselelerle. Küçük meseleler bekleyebilirdi ve elbette bekleyecekti. İktidarlar değişir, demokrasi gelir ve giderdi ama küçük borcumu tahsil etmek için yapacağım masrafın ve harcayacağım zamanın o küçük borçtan daha pahalıya geleceği gerçeği değişmezdi. Mahkemede borç takibi, halihazırda avukatı olan, kaynakları geniş kodamanlar içindi.
Küçük şeylerde devlet vardı gittiğim bazı ülkelerde. Batı ülkelerinde insanların kurallara riayet etmelerinin nedeninin "Batı’nın üstün toplumsal ahlakı"nın sonucu olduğunu o kadar çok duymuştum ki, asıl sebebin kültür ve eğitim seviyesi değil, düzenli denetim olduğunu görünce şaşırmıştım. Hız yapanın, emniyet şeridinden geçenin, çocuğunu oto koltuğuna bindirmeyenin peşinde aniden bir polis arabası beliriyordu. Polis bir köşede bekleyip, rastgele kimlik kontrolü yapmıyor, yolda sürekli dolaşıp, hata gördüğü yerde arabaları durdurup, ceza yazıyordu. Küçük şeylerdi tabii ki bunlar.
"Ben buraya geldiğimden beri, reglim düzeldi, sivilcelerim geçti" dedi bir arkadaşım. "Sanırım yıllardır ne kadar stres altında yaşadığımın farkında değildim. Bir sürü gündelik dert çıktı hayatımdan." Üzerine çıkmak için engelli koşu atlamaları gerçekleştirmek zorunda kalmadığım, takılmadan, dizimi sakatlamadan, slalom yapmadan yürüyebildiğim, yaşlıların, engellilerin sokağa çıkabildiği dümdüz, rampalı kaldırımlar; çeşmeden akan suyu içebildiğim şehirler. İstanbul’un en zengin mahallelerinden birindeki yurdumuzun önünde aylarca kaldırım çalışması yapıldıktan hemen sonra, İSKİ gelip kaldırımı tekrar delmiş ve yeni su boruları yerleştirmişti. Yaşlısı bol olan mahallemizde, aylarca insanların çukurların üstünden atlayamadıkları için, olmayan kaldırımdan yürüme mücadelesini seyretmiştim. Aynı belediyenin önce kaldırımı yapması, hemen sonra o kaldırımı kırarak boru döşemesi önemsiz bir meseleydi. Zenginin ve fakirin sefillikte eşitlendiği yerlerdi İstanbul kaldırımları. Terör vardı, beka meselesi mühimdi, devletin öncelikleri kaldırımlar olamazdı, hiç olmadı da. Devlet okullarında ailesinin beslenme çantası gönderemediği yüzbinlerce çocuk her gün açtı, sınıflar kışın soğuktu ama elbette bunlar da küçük meselelerdi. Ortaokul müdürleri okuldaki şiddet olaylarına karşı hiçbir şey yapma yetkisine sahip değildi. Kim sahipti? Kimse. Çocuk kavgasıydı sonuçta. Kalabalık sınıflarda, yarı zamanlı psikolojik danışmanların binlerce öğrenciye yetmesi gerektiği okulların küçük meseleleri.
Türkiye’de güzel görünsün diye kaygan mermerden yapılan ve en ufak bir yağmur ya da karda kayak pistine dönüşen lüks AVM ve plazala girişleri; küçük çocukların arasından rahatlıkla atlayabileceği, düşebileceği trabzanlarla bezeli modern projeler; yamuk kaldırımlar daha da yamuklaşırken yükselen; ağaçsız, parksız mahallelerde, inşaat tozu yutmaktan astım olan çocuklarını büyütmeye çalışan kadınların sorunlarının yanında küçücük kaldığı gurur kaynağı dev projeler… Bu büyük projelerde ihmalden, denetimsizlikten sakatlanan, ölen vatandaşların hakkını arayabilmesi küçük meselelerdi. Mahkemeler devletin bekasını ve imajını korumak için, büyük meseleler için değil miydi?
Meseleler büyüktü, ulusaldı, hatta uluslararası. Tehdit de, proje de, fikir de dev ve erkekçe olmalıydı. Oysa bizim hayatımız ve barındırdığı tehlikeler çok küçüktü, çok kadındı. Keyfimiz bir kaldırımda, ıslak mermerde düşene kadar sürüyor, sıcakta kendimizi atacak bir gölge bulamadığımızda; sokakta tacize uğradığımızda, evde dövüldüğümüzde; dizleri doğuştan hasarlı çocuğumuzu dışarı çıkaramadığımızda; otobüste yersizlikten kaburgalarımızın kırılacağını sandığımızda; hafriyat kamyonları çocuklarımızı öldürdüğünde; devletin denetlemediği işyerimizde mesaimiz bitmeyip evimize, ailemize gidemediğimizde; maaşımızı, tazminatımızı patrondan alamadığımızda; kimine küçük gelen, bizim bütçemizi sarsan borcumuzu tahsil edemediğimizde; rutubetli duvarlar nedeniyle hasta olan çocuğumuzu koruyamadığımızda; ona bakacak güvenilir bir yer bulamadığımızda küçük dünyamız sönüyordu. Bizim de aklımıza gelmiyordu ki bunların devletin de meselesi olması gerektiği. Ne de olsa, şahsi meselelerdi, evdeki rutubetten devlet niye sorumlu olsun? Benim devletim büyük devletti, küçük meselelerle uğraşamazdı, beka söz konusuydu. Yüksekova’da 7 yaşında çocukların anadillerinde okumayı öğrenmesi gibi büyük bir tehlikeyi önlemek için, İstanbul’daki çocukların bisiklet sürebilecekleri kaldırımlardan mahrum edilmesi gerekiyorsa, bu ödenecek küçük bir bedeldi. Küçük bir şey...