Özgün Enver Bulut
Leylan’dan yeşeren umutlar
Leylan’ı elime aldığım ilk anda kapağına elimi sürdüm ve evimize konuk olarak gelen Selahattin Demirtaş’ın elini sıkmış gibi oldum adeta. Daha önce birkaç yerde elini sıkmışlığım vardı. Ancak bunlar tanışıklıktan kaynaklı değildi. Çoğunlukla kalabalık mitinglerde, açık hava toplantılarında yanımdan geçerken yapılan samimiyet tokalaşmalarıydı. Bu kez bir sohbete başlar gibi, çay kahve içer gibi yapılan bir hoşgeldindi adeta.
Leylan romanıyla ilgili yazılan yazılardan ikisi dışında hiçbirini okumadım. Çünkü kitabı okumaya başlarken kendi ruh halimle yakalamak istedim oradaki duyguları, verilmek istenenleri. Kudret’in hikâyesi ile başlayan romana, Süphan ve Kemalettin de dahil olunca Diyarbakır kırıklarının hikâyelerini okuyacağımı düşünürken, çokça güldüğüm, yer yer hüzünlendiğim ve beni çeken bir dizi olaylar silsilesinin içine girmiştim bile. Tez zamanda tanışık olup, onların gezdiği yerlerde dolaşmaya başladım hemen. Sanki Serap’ın evine giden Kudret değil de benmişim duygusuyla çevirdim sayfaları.
Bu ilk bölümde beni etkileyen iki şey oldu. İçinde daha çok umudu barındıran üç kafadarın mizahla örülmüş yaşantıları ve vefa duygusuydu ilki. Çünkü Demirtaş burada Sur’da yapılanlara, Mehmed Uzun, Ahmed Arif ve İhsan Fikret Biçici’ye göndermeler yapmış, Ahmed Arif ve İhsan fikri Biçici’nin şiirlerinden birer dize paylamıştı. Bir seçim konuşmasında mı söylemişti, bir açıklama yaparken mi tam anımsamıyorum doğrusu. Ancak onun umuda dair kullandığı bir sözünü hiçbir zaman unutmadım. "En karamsar olduğunuz anlarda bile ayak ucunuza değil, ufka bakın. Umudu göreceksiniz mutlaka, göremiyorsanız bir daha bakın, görene kadar bakın." Leylan’ın ilk bölümünde tamamen bu sözü gördüm, yaşadım.
İkincisi ise bir film izler gibi geçtim sayfalardan. Her sayfa bir film sahnesi gibi akıp gidiyordu. Kudret’in evlerinin çatısında güvercin beslemesi beni bir anda Elia Kazan’ın yönettiği ve Marlon Brando’nun başrolünü oynadığı Rıhtımlar Üstünde filmine götürmüştü. Marlon Brando’nun beslediği güvercinleri mafya ona ders vermek için öldürmüştü. Kudret’inkileri ise babası…
Ben ilk bölümün okuruyum daha çok. Bu bölüm beni daha sardı. Demirtaş’ın sık sık tanımlamalar yaptığı son cümleleri ve Kudret’in anlatımları ile hüzün tarlalarından geçtim. "Serap’ın Kürtçesi ‘leylan’dır", "Soykırımın Kürtçesi ‘nijadkuji’dir", "Aşkın Kürtçesi ‘evin’dir", "Mendilin Kürtçe karşılığı ‘desmal’dır." Hele Serap’ın Kudret’in eline koyduğu mendil sonrası aktarımı… "Sonra elini uzattı bana, elimi tutmak istiyor sandım, ben de elimi uzattım. Avucuma beyaz bir mendil bıraktı, etrafı sarı dantelli. "Aslında bende var" dedim. "Biliyorum, belki eskimiştir" dedi. Gençliğimde ikinci defa orda ağladım. Koşarak uzaklaştım. Bir mendil kadar anlamlı olan hayatım o andan sonra iki mendil kadar anlamlı hale gelmişti."
Romanın ikinci bölümü ise yeni bir romanla başlıyordu. İlk bölümde uzaktan yaşanan ama kendi içinde değeri olan aşk, bu bölümde kimliğe bürünmüş ve insan ruhundaki sınırları kaldırarak başkaldırının parçası olarak karşımıza çıkmıştı. Fantastik bir dille okuyucuyu biraz zorluyor Demirtaş, ikinci roman olarak başlayan bu bölümde. Çünkü okuyucu bir polisiye okur gibi gelişmeleri izliyor, kahramanları anlamaya çalışıyor ve meselenin nereye gideceğini, içine girdiği bir labirentte onlarla birlikte kurgulamaya çalışıyor. Zeliha ve Mutlu Açıkgöz’ü tanımaya, anlamaya çalışırken yeni kahramanlar geliyor karşımıza. Bir an tek kitapta üçüncü bir romanla mı karşılaşıyoruz duygusu oluşuyor. Ancak labirentte yavaş yavaş ilerlemeye başlayınca, olaylar, ilişkiler daha net belirmeye başlıyor. Böyle olmasına rağmen okuyucu devamlı bir izin peşinde ve kesin bir şey yok. Olayların nereye gideceği belli değil. Düğüm hâlâ yazarın elinde ve o istemeden düğüm çözülemiyor. Nitekim bu düğümün çözülmemesini de son sayfalara kadar sağlıyor.
Ne yalan söyleyeyim. Yer yer gözyaşlarım akmadı değil. İlk anda ilerleyen yaşıma verdim bunu. Öyle olmadığını sonradan anladım.
Demirtaş bir değeri, bir kıymeti, sabrı, inancı, bağlılığı, dayanışmayı ve birlikte olmayı kalbimize işlemiş. Yürek işçiliği yapmış. İşte benim gözyaşlarım bu değerlereymiş. Sevmek duygusunaymış. İlkeli, omurgalı duruşaymış. "Ayrıca sevmek, ortak anlam yaratmak adına ilkesiz uzaklaşmalarda buluşmak değildir. Hayatın anlamı ilkesiz uzaklaşmalardan değil, amansız çatışmalardan ortaya çıkar." Bu çatışmaların büyüklüğüne ve kattığı anlamaymış.
Selahattin Demirtaş’a yazmak yakışıyor. Giderek daha edebi bir dile doğru gideceğine inanıyorum. İlk bölümü biraz daha genişletip, tek bir roman olarak karşımıza çıkarsaymış keşke Demirtaş. Bundaki ısrarımı burada bir kez daha dile getiriyorum. Belki daha sonra bu bölüm Leylan olarak ayrı bir romana dönüştürülüp yeniden yayınlanır. Çünkü bana göre Leylan aslında bu bölümdür. Kendi içinde bağlantıları olsa da ben Leylan’ın ayrı, Hayat Hep Yarımdır’ın ayrı olarak yayınlanmasını düşünenlerdenim.
Roman için küçük bir iki eleştiri yapmak isterim bu arada. Selahattin Demirtaş’ın bir daha roman yazmama duygusu içinde olması, aklındaki her şeyi buraya taşımasına ve hızlı geçişlere neden olmuş. Bir de Dekan Celal’in konuşması ve fakülte duvarına astığı pankart sanki Beynelminel filminin final sahnesine benzemiş. Bu bölümdeki olayların bendeki yansıması ne yazık ki bu yönde oldu.
Leylan’ın sonunda Kutlukhan Eren’in çevirisiyle bir Furuğ Ferruhzad dizesi var. Yine Demirtaş’ın bir konuşmasında not ettiğim bir cümlesini aktarmak isterim. "Bizleri besleyen dereler başka olsa da hepimiz aynıyız." Bu sözün yanına çevirisini Haşim Hüsrevşahi’nin yaptığı başka bir Furuğ dizesi koyarak, Demirtaş’ın kalemine, bize gönderdiği selama, teşekküre, iade-i selam ve teşekkür olarak gitsin. Madem ki, "Mirin bi emrê Xwedê ye."
ellerimi bahçeye dikiyorum
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda
yumurtlayacaklar