Aytül Hasaltun Bozkurt
'Mimar mesleğinin öznesi olmaktan çıkıp nesnesi haline geldi'
Bir arada yaşamayı öğrenmek zorundayız, en baştan başlamak için Mimar Elif Özdemir ile kalabalık yığınlar halinde yaşadığımız şehirlerimize bakalım istedik. Dolu dolu, neşe ve keyif ile ama her şeyden önce insanca yaşamak elbette mümkün. 'Gün ola, devran döne, umut yetişe ' diye bitirdi Elif Özdemir, bence de çok yerinde bir son söz oldu bu kelimeler. Elbette bir elimizle umuda sarılarak asla vazgeçmeden belki kendi ahir ömrümüzde değil ama hayal ettiğimizi çocuklarımız için yapmaya devam etmek gerek. Ama önce ne yapmamak gerektiğini de iyice bellemek gerek.
Mimar Elif ÖZDEMİR
Elif, benim görebildiğim kadarıyla bizde hep bir ''eskiyi yık, yenisini yap" gibi bir tutum var. Bu bizim bir izlek oluşturmamıza yardımcı olmuyor diye düşünüyorum. Sen ne dersin? 10 sene sonra gittiğim bir yerde eski hatırladıklarımdan neredeyse hiçbir şey kalmamış oluyor, şehir bağlamında düşünürken sen bunu bir sorun olarak görüyor musun?
Elbette görüyorum. Şuradan başlayabilirim belki... Kentleri kabaca, büyük gruplar halinde bir arada yaşamanın en organize hali olarak tanımladığımızda kurulma gerekçeleriyle, kendi değişim/gelişim dinamiklerini taşıdıklarını düşünebiliriz... Zaman içinde oluşan kent peyzajı kentin hafızasını da beraberinde yaratır. Ve elbette ki kentin sokaklarını yaşayan bizlerin de hafızası buradan beslenir. Kendi doğal gelişmelerinde kırılma veya olağandışı müdahaleler yaşayan kentlerde sorunlu, tamiri zor boşluklar oluşur. Bu nedenledir ki tekli yaşlarımızda gittiğimiz açık hava sinemalarının, plajın, çocuk kitaplığının, pastanenin vb. yokluğu, geçmiş deneyimlerimizi küçüklerimize mekan üzerinden aktarmamızı engeller, yalnızca görsel bir imgenin aktarımı kalır. Deneyimde süreklilik yok olmuştur.
Kentler tarihinin sürekli bir soylulaşma ile beraber yürüdüğünü düşündüğümüzde – ekonomik ve teknolojik gelişmeleri dikkate alarak- bunu doğal karşılayabiliriz. Ancak yaşadığımız son 40-50 yılda bu sürecin tüm dünyada hızlandığını biliyoruz. 60 yıla yaklaşan ömrümde bu hızı mesleğimden ötürü çok daha net görebiliyorum. Süreci anlamak için anmadan geçemeyeceğimiz kapitalist sistemin neoliberal politikaları, kent topraklarının kendi dinamiği ile gelişme/değişme sürecinde şiddetli bir müdahale ile yarıklar açtı. Kent toprakları artık menkul değer olarak en yüksek rantın yaratılacağı planlamalar ile şekillenmekte. O yüzden İstanbulda yaşadığım ilk kiraz ve erik ağaçlı, tulumbası olan kuyulu tek katlı çocukluk evimin yerini, önce 3, sonra 8 katlı, bugünde güvenlikli siteler aldı. Lunaparklı, sokak oyunlu, kuruyemişçili , okula yürümeli gündelik hayatın yerini de servisli, alışveriş merkezli, komşusunu tanımayan ilişkisizlikler...
Bunun yalnızca bize özgü bir hal olduğunu söylemek eksik olur tabii.. ve hatta diyebilirim ki son 10-15 yılda artık idrak ettiğimiz bu hali Avrupa, Amerika kentleri bizden önce yaşadılar, sonuçlarını gördüler.
Artık biliyoruz; kent merkezlerinde üretim modellerinin değişmesi vb nedenlerle oluşan çöküntü alanlarının yeniden ekonomiye kazandırılması için yapılan müdahaleler hep aynı yöntemi izledi. Önce marjinal, ardından endüstrileşmiş kültür yapıları, ucuzluk ve çekicilikten ötürü boşluğu kullanmaya başlar... yavaş yavaş emlak geliştiricileri için pazar değeri oluşur... devamında lüks ve pahalı projelere sıra gelmiştir. Ortaya çıkan kentin o parçasındaki hafızanın iğdiş edilmesi, karikatür hale getirilerek 'çakma' hikayelerle pazara sunulmasıdır. Bugün kent hafızasında süreklilik diye bize sunulanda budur. Bunların üzerine ülkemiz pratiklerinde çokça yaşadığımız iradi politik müdahalelerle el koyma, yerinden etme vs.yi eklersek zaten geriye bir şey kalmıyor.
Uzattım biliyorum ama mesele pek çok yere fazlaca uç veriyor. Senin formüle ettiğin, ''bizdeki eskiyi yık, yenisini yap tutumunu'', yaşadığımız politik kırılmalara, çarpık, gelişmemiş ve bugün neredeyse tümüyle rafa kaldırılmış toplumsal denetim mekanizmalarının yokluğuna bağlıyorum.
Özetle yıktığımız yalnızca taş, tuğla, parke yol, çınar ağacı vs değil, yıllar yıllar içinde yarattığımız toplumsal hafızamız. Mekanın sürekliliğini talep etmek ve bunun için uğraşma çabamızda, hafızalarımızda boşluk/travma yaratılmasını engellemek.. deneyimlerimizi 'yer'inde aktarabilmek... usulünce...
Yine yatay şehirleşme ve dikey şehirleşme diye konuşup duruyoruz. Yatay şehirleşmede olan ne ve dikey şehirleşmede olan ne, birazcık açabilir misin? Tabi bunun sosyolojik, ekonomik yanları da var şüphesiz ama büyük şehirlerde yığılarak biz neyden mahrum olmuş oluyoruz?
En başta ''insan'' gibi yaşamaktan mahrum oluyoruz. :))
Yatay şehir-Dikey şehir kavramları şehirciliğin planlama terminolojisine 20. yy başlarında girdi. Kent nüfusunun artması, kent topraklarının değerlenmesi ile konut sorununa çözüm bulmak amacıyla Dikey şehir kavramı ortaya atıldı. Özetle yüksek katlı konut blokları yapmanın arazi tasarrufu ile, park, spor, kültürel alanlar vs.ye daha çok olanak tanıyacağı ve yüksek blokların seri üretim ve hizmet birlikteliği sağlayarak daha ekonomik olacağı esasına dayanıyordu. Ve 30-40-50 li yıllarda bu anlayışla pek çok sosyal konut üretildi. Bugün pek çoğunun gözardı edilen özgün birey ihtiyaçları, yiten komşuluk ilişkileri, yapılmayan bakımlar vb nedeniyle gettolaştığını ve yıkıldığını biliyoruz. Ki sonrasında, benzer pek çok konut bloğu hemen tüm kentlerde kent yoksullarının barınağı haline geldi. Buna karşılık Yatay şehir kavramı, az katlı-düşük yoğunluklu konut yapılaşması, ergonomik ölçekler taşıması, toprağa-suya-havaya yakın olması ile insani neşeyi çoğalttığını düşündürüyordu. Döneminde uydu kentler bunlara örnekti... Günümüzde ise, küresel ısınmanın vehameti ve ekolojik krizde kentlerin payı üzerinden artık başka şeyler tartışıyoruz... Ekolojik kent planlaması, kentli hakkı, kent yoksulları, kamusal alanların sahiden kamunun eline geçmesi, kadın kent, dayanışmacı kent vb.
Ülkemiz güncelindeki yatay-dikey şehir tartışması ise bütün bu gerekçelerden uzak gelişiyor. İstanbul özelinde konuşursak, sınırlarını çoktan aşmış bir mega kentin her yıl değişen imar artışlarıyla kent merkezinde daha da yükselmesi söz konusu. Ve gerekçesi asla 'barınma' sorununa çözüm bulmak değil. Tamamen spekülatif ve sahiplerine rant devşirici. Dolayısı ile bir de deprem bekleyen kentin tüm imar yasaları -isabetle çıkarılsa dahi- bu yönde devşiriliyor. Kentsel dönüşüm yasası gibi... Sonuç silüette, devasa bloklar. Bunda ekonominin motor gücü haline getirilen inşaat sektörünün kadükleşmesi yanında, İstanbul'a biçilen 'marka şehir' gibi Uluslararası sermayeyi çekmeye yönelik gayretlerin de etkisi büyük. Bu arada biliyoruzki 'marka şehir' sıfatı dünyanın tüm kentlerini sırasıyla dolaştı. Ve bu etiketi alan tüm kentleri çekirge istilası gibi yuttu. Şimdi bu kentlerin sakinleri kasırgadan artakalanları toparlamak için kent hakkı mücadeleleri veriyorlar. Diyeceğim kentlerimizin sorunları yatay mı / dikey mi büyüyeceğimiz tartışmalarından çok daha fazlası.
Tüm dünya ile birlikte yaşadığımız pandemi süreci makro ve mikro düzeylerde tartışmalara, farkındalıklara, yüzleşmelere neden oldu. Balık istifi yeraltı ulaşım ağları, gün yüzü-temiz hava görmeyen alışveriş merkezleri, balkonsuz konut blokları, penceresi açılmayan suni ışıklı ofis binaları, servissiz gidilemeyen mesafede ilkokullar vs.. bunların hepsi artık arkası kesilmeyeceğini bildiğimiz pandemi gerçeğinin sorunları oldu. Balkonlu, bahçeli, parkı olan siteli evde yaşayanlarımız, özel araç sahibi olanlarımız, evden çalışma olanağı olup da işini yitirmeyenlerimiz kendini şanslı hissetti!
Yaşadığımız hal; doğduğumuz büyüdüğümüz kentte, ömrümüzün herhangi bir döneminde dahi yürüme mesafeleri içinde çalışıp okuyamamak. Denizi görmek ama girememek, Gürültülü, kaotik uzun şehiriçi yolculuklarla günü bitirmek. Kırın pastoral hayatının dinginliğine tercih ettiğimiz kentin, neşe veren coşkusunu, eğlencesini, birlikte üretmenin heyecanını yaşayamamak. Hiçbiri insani değil.
Son dönemlerde paha biçilemez kültürel değerlere restorasyon adıyla müdahale edilip kimliksizleştirildiklerini görüyoruz. Restorasyon çalışmalarında takip edilmesi gerekenler neler? Yine bu nedenle son kararlarla camiye dönüştürülen Ayasofya ve Kariye Müzeleri için endişelenmeli miyiz?
Sondan başlayacak olursam, ben kişisel olarak tüm ibadet yerlerinin her türlü ibadete açık olabileceğini düşünürüm... Bir müslümanın kilisede mum yakıp kendi usulünce dua etmesi, bir hristiyanın caminin hareminde diz çöküp dua etmesi veya cemevinde elini göğsüne götürmesini yadırgamam.. İnanç/ibadet algım formel mekanla sınırlı değil. Ayasofya ve Kariye için de böyle düşünüyorum.. Camiye dönüştürülmelerinde gönlümü kıran, insanlığın zihin/duygu/algı yetileriyle yüzyıllar öncesinde var ettiği ve bir şekilde bugüne gelen yapıların bu önemlerinin yok sayılması. Kendinden gayrısını yoksayan zihin dünyasının iktidarına ve kamu eliyle yapılan 'küfür gibi' restorasyon uygulamalarına bakınca onlar için de endişeleniyorum. Ayasofya ve Kariye türlerinin biricik örnekleri. Uluslararası ölçekte göz önünde olmaları umarım onları koruyabilir.
Restorasyon veya daha genel bir ifadeyle koruma konusu elbette uygulama ölçeğinde, en başta uzmanlık gerektiren bir konu. Uzmanlığın önüne niyet ve kararlılığı koymak, yanına yeniden kullanım olanaklarını almak gerek diye düşünüyorum. Bakanlık, Yerel Yönetim, Vakıf vs nin açtığı restorasyon ihalelerinin çoğunlukla bir inşaat ihalesi olarak değerlendirildiğini, Koruma Kurullarının doğru yönlendiricilik yapamadığını ve hatta çoğu zaman politik veya çıkar tercihleriyle karar aldıklarını biliyoruz. Sonuç söylediğin gibi kimliksizleşmiş, dekora dönüşmüş yapılar oluyor.
Korumak deyince salt bir yapıyı korumaktan söz etmiyoruz aslında; bir dokuyu, bir yapma şeklini, onun yarattığı üretim/tüketim ilişkisini, yaydığı kültürü, dönemin politik veya sosyal söylencesini, insanlığın kesintisiz süregelen yaratma yetisinin ürünlerini de korumuş oluyoruz. Geçmişi gelecekle başka türlü nasıl bağlayabiliriz ki...Yapılar, tekil veya çoklu mekanlar, içlerinde deneyimlediklerimizle var olurlar. Onları dijital arşivlerde tutarak koruduğumuzu sanmak ne kadar algılarımıza seslenebilir. Söylemeye çalıştığım korumanın çok boyutlu bir süreç olduğu. Yalnızca teknik bir uzmanlıktan ibaret olmadığı.
Özel ve tekil örneklerde iyi restorasyon çalışmalarına denk gelebiliyoruz. Ancak kamu kurumlarının çalışmaları tüm işlerde olduğu gibi sorunlu.. Yakın tarihli bir örnek Galata Kulesi'nde yapılan iç mekan çalışmaları. Şantiye panolarındaki görseller bize özensiz bir düzenlemeyi anlatıyordu. Restorasyon esnasında yapılan aymaz uygulamalar ise dudak uçuklattı. Hasankeyf gözlerimizin önünde batırıldı, betonlandı. Yalnızca tarihi eserler, ören yerleri değil doğa tahribatı da hiç bitmiyor. Salda Gölü, Munzur'un Gözeleri, Gürün'ün Gökpınar Gölü, ülkenin hemen hemen tüm kıyı şeridi... saymakla bitmiyor. Termik santraller bitiyor, HES'ler başlıyor, onlar bitiyor JES'ler sıraya giriyor.
Galata Kulesi restorasyonu
Ne yapmalı! Nasıl Yapmalı!.. Ne yapmamalı sorusuyla başlamak bizim için daha bile kestirme olur aslında... Yakın geçmişte sorunların yasal mevzuatlardan değil karar ve uygulamalardan kaynaklandığını konuşurduk. Artık yasal mevzuatlarımız doğa ve tarihi çevre kırımına fırsat verir hale geldi. Bu nedenle öncelikle tartışılması gereken politik ve hayata dair tercihlerimiz.
Doğa ve tarihi çevreyi onu dinleyerek koruyabiliriz. Varoluşundan uzak, şiddet içeren kararlarla ancak bozabiliriz. Karar verici olarak belirlediğimiz Koruma Kurulları, Bilirkişiler, Mahkemeler vb korumanın bütünselliğinden, ruhundan bihaber oldukları sürece sonuç sıradan vatandaşa eziyet kamu ve destekli sektörün vahşi uygulamasına sessizlik, onay olur. 70'lerde, 80'lerde Koruma Kurullarının aldıkları kararlar var; Eski eser binaların üzerine kat çıkan, yüksek katlarının içine kat atma izni veren... Şişli, Beyoğlu bir dönem böyle kimlik kaybetti. Çok şükür korumadaki bu fırsatçı anlayışımız artık bu ilkellikte değil! Durum daha vahim bir hal aldı. Sulukule gibi, Tarlabaşı, Süleymaniye gibi, Salı Pazarı gibi, Haliç tersaneleri gibi... Artık büyük ölçekli günahlar işliyor Koruma Kurulları ve tüm onay mercileri ve projelere imza atan meslektaşlarımız.
Restorasyonda yapma tekniği ise eğitiminden, organizasyonuna, maliyetine uzun ve detaylı bir konu. Bu sohbetin kapsamını aşar. Ama ülkemizde iyi restorasyon yapmanın imkansız olduğunu düşünmüyorum.
Kentlerle anılan heykeller ve sembol yapılar var. Bunların kentin hafızasında önemli olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda son dönemde yaşadığımız yıkımlar için neler söyleyebiliriz? Kamusal alanda sanat olgusu bizim kentlerimiz için ne kadar konuşulabilir?
Malum bizim kentlerimizde geçmişten gelen bir heykel kültürü yok. Çınaraltı, çeşme, kahve, boyutuna göre yanına ibadet yeri olarak özetleyebileceğimiz bir ortak alan kültürümüz var. Cumhuriyetle birlikte tören alanlarına, Atatürk heykelleri bir yana, cumhuriyet kazanımlarını betimleyen anıt heykellerin yapımı başlamış. 60 lı yıllardan sonra kent merkezlerinde dönemin ünlü heykeltraşlarına yaptırılan özgün, soyut heykelleri görüyoruz. Bir başka örnekte kamu binaları ve özgün bazı projelerin cephelerine yapılan seramik pano çalışmaları. Bir kısmı günümüze kadar yerini korudu. Bir kısmı sürekli hareket halindeydi, bir kısmı ise dönemin politik havasına göre tahrip edildi, yok edildi, depoya kaldırıldı. En bilinen örnekleri; Akdeniz Heykeli, Tophanede'ki İşçi Heykeli, Güzel İstanbul Heykeli... Yakın dönemlerde yerel yönetimlerin bir furya olarak başlattığı, o yörenin en önemli yiyeceği, ünlü şahsiyeti vb için yapılmış heykelleri görüyoruz kent girişlerinde. Çoğu kitch düzeyindeki üretimler; havuç, kayısı, kiraz, mısır, testi... Bunların sevimli bir yanı olduğunu düşünüyorum. Konumuz dışı olsun.
Bir dönem Kars keza Eskişehir, en çok heykelin olduğu kent idi. Bu yerel yönetimlerin kentleriyle kurdukları samimi ilişkinin sonucuydu bence. Küçüklü büyüklü Avrupa kentlerinde hikayesi olan, konulduğu yerle ilişkili, çevresi ile tanımlı pek çok heykele rastlarız. Aynı şekilde algılarımızı açan, şaşırtan, aktif ilişki kurabileceğimiz heykel odaklı kamusal alan düzenlemeleri de görürüz.
İstanbul'da güzel sanatlar fakültelerinin yerel yönetimlerle işbirliği içinde heykel, enstelasyon çalışmalarını kent içine yayma çabalarını yakın geçmişte gördük. Bienallerin sokağa taştığı bir dönemi çok yakında yaşadık. Ne yazık ki gündemin sürekli ters köşe yapan şiddeti bunları bize unutturuyor. Son yılların güdüklüğüne rağmen yakın zamanda değişen yerel yönetimle birlikte aynı çabanın başladığını da biliyoruz. Bu yalnızca heykel değil, duvar resimleri, tiyatro, gösteri sanatları için de geçerli. Yarışmaya açılan meydan projeleri en önemli örnek. Bir diğeri eminim pek çoğumuzun canını acıtan otoyol duvar ve refüjlerindeki israftan ibaret yeşil alan düzenlemelerinin artık sanatçılara teslim edilmesi oldu.
Kamusal alan, pek çok açıdan farklılık gösteren kentlinin bazen zorunlu, bazen bile isteye birarada olduğu yer olarak tanımlanır. Bu zorunluluğunun /çarpışmanın, birbirini hissetme ve dönüştürmesiyle bir iyilik hali oluşturmasının aracıdır sanat objesi veya etkinliği. Kimliklerimizden bağımsız sokak çalgıcılarından aynı ezgiyi durup dinler, anlık gelişen bir oyuna birlikte kaptırırız. Ne anlatmak istediğinden bağımsız varlığı ile hepimizi gevşeten objelerin çevresine yayılırız. Kamusal alanda sanat konusunun zengin bir külliyatı var artık. O yüzden burada bırakayım. Mimarlara düşen tasarımlarında, heykelin, resmin, grafiğin, enstelasyonun, tiyatronun, dijital bir işin, kullanıcı için yaşayan bir ortam yaratacağına olan katkısını akılda tutarak onlara alan açmak.
Bir dekor titizliğiyle, kullanıcıyı hizalamayı amaçlayarak yapılan çevre düzenlemesi sonuçta kullanılmaz hale geliyor, kır dökler başlıyor. Bu nedenle mekanın sürdürelebilirliğini ancak kullanıcının deneyimlerini zenginleştirebilirsek sağlayabiliriz.
Sembol yapı konusuna gelince, AKM, Emek Sineması vb kültür yapılarından söz ettiğini düşünüyorum.
Evet, evet... Bu binalar üzerinden yürüyen tartışmaları konu etmek istedim ve aynı zamanda önce Beyoğlu'nda gerçekleşen, şimdi Kadıköy'de denenen sokak hayatından sanatın, kültürün sürülmesi üzerine konuşalım isterim.
AKM ve Emek Sineması pek çoğumuz gibi beni de lise anılarıma götürür. AKM'nin, yokluklar içinde büyük bir özen ve ısrarla yapılmış ve kapatıldığı güne kadar işlevini başarıyla yerine getirmiş çok çok iyi bir kültür yapısı olduğunu düşünürüm. Tüm detay ve malzeme kullanımıyla dönemin iyi mimarlık örneklerindendi. Ekonomik ömrünü tamamlamamış, başta sahne ve sahne arkası çalışanları için yapılabilecek basit düzenlemeler ve yeni teknolojilerle kolayca iyileştirebilecekken yıkıma gidilmesi en başta israf konusuydu. Ve başından beri anlatmaya çalıştığım hafıza kırımının yazık bir örneği. Yerine yapılan projede bugünün mazrufa oynayan, savurgan mimarlık dilini görüyorum ben. Şu andan sonra tek umudum bunca paramızı harcadığımız yapıda her temsilin kendine yer bulabilmesi ve izleyeceğimiz bütçelerde olabilmesi. Artık var çünkü.
Emek sineması ise tam bir yazık konu. Israrlı yatırımcılarına dahi yar olmadı, başlangıcından itibaren ölü bir yatırım oldu. Aynı şekilde Narmanlı Han. Kentlerimizdeki kültür yapıları kırımında ilk örnekler değil bunlar elbet. Bazen rant nedeniyle, bazen politik nedenlerle çokça rastladık. Konuşmamız bir hayalet yapılar geçidine dönüşebilir kolaylıkla.
AKM yıkılırken
Beyoğlu'nda soylulaşma ile başlayan, zor aygıtlarıyla devam eden ve giderek köhneleşen, vasatlaşan fiziksel çevrede kültür sanat etkinlikleri de kendine yer bulamadı, izleyicisiyle birlikte uzaklaştı. Boşluğu doldurmaya çalışan Kadıköy için de aynı tehlike var. Bütün bu zorlamalara karşın kendi çözümlerini bulmaya çalışan insiyatifler oluştu. Özellikle sahne sanatlarında. Pandemiden de en çok bu küçük gruplar etkilendi.
Ama yine de umut bitmiyor. Bana göre her devirde iktidarların zor ve şerrine karşılık sanatçılar, kültür insanları sözünü üretme ve alıcısına ulaştırma konusunda beceri sahibi olmuştur. Yeter ki biz alıcı olup yalnız bırakmayalım.
Kent ve kent kültürü bağlamında düşünmeye devam edersek biz kentlerimizde bir arada, doğayla bütünleşik, hepimize alan olabilecek genişlikte ve sanat ve sporla iç içe yaşayabiliyor muyuz? Ve son olarak; Bir meslek olarak mimarlığın bu günlerde dert ettikleri neler? Gündeminizde neler var? Dünyada ve ülkemizde?
Öyle çok zorlanıyoruz ki mümkünse kaçmaya çalışıyoruz. Son yirmi yılda inişli çıkışlı bir süreç yaşadık; hem fiziksel çevre hem de kültürel çevre anlamında. Bir yandan paranın bollaşması ile bazı kent yatırımları hayatımızı kolaylaştırdı, diğer yandan, çok geçmeden yaşadığımız yerleri terke zorlandığımız projeler gerçekleşti. Nispi bir özgürlük ortamı yaşadığımızı görüp festivaller, bienaller, konferanslar düzenlerken sözümüzü yazacak yer, oyunumuzu oynayacak sahne bulamaz hale geldik. Bütün bu kargaşa içinde mimarlık ortamı farklı seviyelerde yapılandı, iş üretti. Bir yanda star mimarlık, diğer yanda TOKİ mimarlığı, bir başka yerde özgün işler yapma çabası, bir başka yerde dayanışmacı mimarlık örnekleri... Mimarın kent suçlarında projeci, onay makamı, bilirkişi olarak çok ciddi rol aldığı bir dönemi yaşadık. Mimar mesleğinin öznesi olmaktan çıkıp nesnesi haline geldi. Bu karmaşık süreç henüz bitmiş değil.
Mesleği nasıl sürdürdüğümüzü, mesleği eyleme etiğinde kendimizi konumlandırdığımız yer belirler. Her uğraşta olduğu gibi.
Geçtiğimiz pazartesi günü 5 Ekim Dünya Mimarlar Günü idi. Ona yakın günlerde konuşuyoruz. Uluslararası Dünya Mimarlar Birliği UIA bu yılın temasını 'Daha iyi bir kentsel geleceğe doğru' olarak açıkladı. UIA nın kentleri dert etmesi yeni değil tabii.. Dünya kentleri ekonomik süreçleri eşanlı yaşamıyor. Bir yerlerde hala dev kentler kurulurken, bir başka yerde uluslararası sermayenin rant projeleri devam ediyor. Projeleri bu yatırımlarla anılan büyük ölçekli mimarlık ofisleri var. İklim krizi, göçler, mülteci meselesi, kent yoksulluğu, savaşlar, ekolojik sorunlar ve son olarak tüm dünyayı kilitleyen pandemi mimarların bir bölümünü başka türlü davranmaya itiyor ilgili paydaşlarıyla birlikte. Özetle, tüm dünya kentlerinde yaşanan kriz mimarlar tarafından farklı algılanılıyor. Konumlanışları da farklı oluyor. Barınma hakkı için dayanışmacı ağlar kurulurken mimarlar üzerlerine düşeni yapıyor. Kamusal alanların gerçekten kamuya ait olabilmesi için 1/1 öneriler geliştiriyorlar. Yeniden işlevlendirme modelleri oluşturuyorlar. Neyse ki kendini tanrı gören mimarların devri geçti. Emlak piyasası ihtiyaç duyduğu için yaratılan 'star mimar' devri ise piyasası ile birlikte çöktü.
Ekolojik mimarlık, yerleşim modelleri, yapı yapma tekniği, malzeme seçimleri, mekanik sistem çözüm arayışları ile mimarların gündeminde. Buna piyasanın 'platin, gümüş sertifikalı' yeşil bina! projelerini de ekleyebiliriz. Dolayısı ile meşrebimizce takılıyoruz.
Diğer yandan ülkede, her yıl verilen sekiz binin üzerinde mezunla çok fazla işsiz mimar var. Çok düşük veya hiç maaşla -deneyim kazanma adına- uzun mesailerle çalıştırılan, ofislerde, şantiyelerde mobbinge uğrayan genç meslektaşlarımız var. Her yıl artan sayılarıyla eğitimi tartışmalı özel üniversite sorunumuz var. Mesleğin günceli bunlar.
Sanırım çok farklı ekonomik ve sosyal düzeylerde ve farklı düzlem ve pratiklerde yapılan mesleklerin başında gelir mimarlık. Bu çeşitlilik dolayısıyle tek bir mimarlıktan konuşmak mümkün olmuyor.
Toparlarsam, mimarlığın insanların yaşamını etkileme gücü olduğu düşünülür. Yanlışı yok bu yaklaşımın. Yaslanacağımız bir duvarla mekanı oluşturabilir, yanına dikeceğimiz bir ağaçla yaşamı kurabiliriz. Mimari böylesi basit girdilerle başlar. Bundan sonrası koca bir ilişkiler, ihtiyaçlar, olanaklar vb nin örülmesi işidir.. Tevazu, dinleme, işbirliği, dayanışma ve zerafetle. Ve elbette esası insan olan mesleğin etiğini kaybetmeden.
Bu kadar derin mevzuları bizim için sadeleştirdiğin için çok teşekkür ederim Elif, tekrar görüşmek üzere...
Nedense zihnime üşüştü şimdi, özet niyetine ' Gün ola, devran döne, umut yetişe ' diyerek bitireyim. Ben teşekkür ediyorum..