Ragıp Duran
Mirasın belleğinde hep şiddet var
Atalarımızın geçmişinin bekçisi miyiz? Kayıplar, dönmeye mahkum mu? Tarihten gelen şiddet, bellek-sonrasına nasıl yansır? Travmalar, travmayı bizzat yaşamamış kuşaklara nasıl transfer oluyor?
İnsan ruhu, geçmişteki acılara da sünger midir? Miras kalmış acılarla nasıl baş edeceğiz? Doğal felaketler, mesela kasırgalar, sadece iklim değişikliği yüzünden mi oluyor, yoksa aynı zamanda sosyal, kültürel ve siyasal olaylar mıdır?
Fransa’da 85 yıldır yayınlanan aylık kültür-siyaset dergisi Esprit’nin Ekim sayısının dosya konusu ‘’Bellekle Lanetlenmek’’. İlahiyatçı, felsefeci, ‘’Bireyselcilik’’ akımının öncüsü Emmanuel Mounier (1905-1950) tarafından kurulan bu bağımsız dergi son sayısında, bütün toplumları, bütün insanlığı ilgilendiren bir konuyu ele almış.
20. yüzyılda çok büyük kitlesel felaketlerin, trajedilerin, savaş ve soykırımların yaşanması, bugünkü kuşaklar açısından, Feminist Teori, Bellek Çalışmaları ve Fotoğraf konularında uzman olan, Columbia Üniversitesi profesörlerinden Marianne Hirsch’in geliştirdiği ‘’post-memory’’(Bellek sonrası/ötesi) kavramını gündeme getiriyor. Kişisel ve/veya kitlesel ama yeraltında ve esrarengiz, kâh mahrem kâh kollektif bir bellek bu.
Kelimeler, cümleler, paragraflar, anlatılar, kitaplar yani masal ve hikayeler, aile içinde konuşulan anılar, fıkralar, sonra kamusal alandaki (Okulda, işyerinde, sokakta, medyada) söylemler son dönemde özellikle fotoğraf ya da filmler geçmişi saptamış durumda ve ha bire, bazen gerekli gereksiz bir şekilde karşımıza çıkıyor.
En basitinden, bugün Türkiye’de ‘’Ermeni’’ sözcüğü telaffuz edildiğinde, neredeyse otomatik olarak, ‘’Kafle, Tehcir, Soykırım’’ gibi kavramlar çıkıveriyor suyun yüzeyine. Burada ideolojik bir sınıflandırma var tabi ki… Çünkü bazı insanlarda da ‘’Ermeni’’ sözcüğü, onların belleğindeki ‘’Milleti sadık’’ ya da ‘’Hain’’ kavramlarını canlandırıyor. Nefretle birlikte.
Keza, bu aralar medyada sık kullanılan ‘’Kürdistan’’ sözcüğü de, Kürtlerde, Türklerde, Arap ve Farslarda kuşkusuz farklı çağrışımlara yol açıyor. Her birinin tarihinde, belleğinde, mirasında farklı bir iz bırakmış bir sözcük/kavram Kürdistan. Burada milli bir kategorileşme yok. Türklerin de kendi aralarında, ‘’Kürdistan’’ deyince mesela, bir kısmında ‘’Birinci Meclis’deki üyeler’’ akla gelebiliyor, bir başka kesim Türk ise bu sözcüğü duyunca ‘’Yasak’’, ‘’İllegal’’, ‘’Bölücülük’’ gibi kavramlara selam çakıyor. İlginçtir, bu sözcük, dört ülkede yaşayan Kürtlerde, herhangi bir sınıfsal ya da ideolojik ayrım gözetmeksizin, genel olarak aynı anlamı çağrıştırıyor.
Türkiye gibi, Balkanlar/Ortadoğu/Kafkasya arasında kalmış (Coğrafya tarihin kaderi midir yoksa?) bir yörede, kişisel ve toplumsal bellekte ve bu belleğin mirasında, herhalde en fazla şiddet, yani talan, işgal, el koyma, toplu gasp, cinayet, yıkım, kıyım, savaş, çatışma var.
Şiddet ve şiddetin neden olduğu acılar, aradan ne kadar uzun bir zaman geçerse geçsin, kaçınılmaz olarak kuşaktan kuşağa geçiyor. 1915’i yaşamamış olan bir Ermeni genci, bugün hala o günlerin acısını hem biliyor, hem de hissediyor. Keza, bir Kürt genci de, bugün Şeyh Said’i, Seyit Rıza’yı aklında, vicdanında, gönlünde yaşatıyor hala.
Esprit’nin son sayısındaki dosyada ‘’Sömürgeci İktidarların Psişik Hayatı ’’, ‘’Shoah’nın Belleği’’, ‘’Çin ve Tayvan Kapışmaları’’, ‘’Eski Yugoslavya’nın Parçalanması ve Bıraktığı İzler’’, ‘’Rwanda Soykırımı ve Sonrası’’ konularının yanısıra ‘’Kadına Yönelik Şiddetin Belleği’’ inceleniyor.
Doğal ya da siyasal/toplumsal felaketler, aslında, aradan kısa bir süre geçtikten sonra, sorumluların yargılanmasını, hata ve eksikliklerin giderilmesini teşvik eder. Kaçınılmaz olarak durumu iyileştirme (Tedavi) yollarını aramamızı talep eder.
Ama mesela trafik kazalarındaki ölümleri, ‘’Trafik Canavarı’’ diye nitelersek, son derece siyasi-ideolojik-toplumsal bir alan olan ulaştırma politikalarını görmezden gelmiş olur hatta bu somut örnekte karayolu taşımacılığını esas alan (Otomotiv sektörü ile yakıt üreticilerini kollayan) politika ve uygulamaların suç ortağı oluruz. Harvey ya da İrma kasırgalarını tabiatın intikamı, Tanrı’nın kestiği ceza, eşcinseller yüzünden gibi nedenlerle açıklarsak, bu kez de iklim değişikliğine yol açan neo-liberal-kapitalist kalkınmacı politikaları gizlemiş hatta aklamış oluruz. Dolayısıyla sorumlunun doğru saptanması, tedavinin uygun olması gerekir.
Tüm bu çalışmada, amaç, sıradan bir geçmiş hatırlatması, düz bir tarih çalışması değil. Geçmiş acıların, geçmiş şiddetlerin bugüne nakil mekanizmalarını anlamak. Bu transferin siyaset, kültür ve sanatla nasıl gerçekleştiğini çözmek. Ve tabi ki, insanların ve toplumların, zayıf noktalarını saptayıp, geleceğe yönelik olarak, bu olumsuz geçmişin geleceği karartmasını önlemek.
Aksi takdirde, ‘’Devlette süreklilik esastır’’ ilkesinden yola çıkarsak ve en büyük şiddet kaynağının da devlet olduğunu kabul edersek, ‘’Şiddet demek ki kaderimizmiş’’ demek zorunda kalırız. Her ne kadar şiddete karşı mücadele, devlete karşı mücadelenin önemli bir boyutu olsa da…
Bakalım, mesela 2067’de Kürt gençleri, gazeteciler, akademisyenler, memurlar ve aydınlar, 2017’de Türkiye’de bodrumlarda öldürülen Kürt gençlerini, hapse atılan gazetecileri, üniversiteden uzaklaştırılan akademisyenleri, işinden edilen memurları, sürgüne gitmek zorunda kalan aydınları nasıl hatırlayacak, nasıl kavrayacak, nasıl ele alacak, nasıl değerlendirecek?