Ayşe Çavdar
Mü'min'in bahtı, seydanın tahtı
Diyelim ki bir dine inanıyorsunuz ama inancınızı hayata nasıl geçireceğinizi bilmiyorsunuz. Başka türlü söyleyelim, inançlısınız ama bu inancın hayatınızı inanmayanların hayatlarından farklılaştırması için ne yapmanız gerektiği konusunda bir fikriniz yok. İnandığınız din, bu fani dünyanın ahıretin tarlası olduğunu söylüyor. Ne ekiyorsanız, onu biçeceksiniz, biliyorsunuz. Ne ekmelisiniz? Çok önemli bir şey daha söylüyor dininiz: Yalnızca takvada yarışın. Ama nasıl? Hakem kim olacak? Neyi doğru, neyi yanlış yaptığınızı nereden bileceksiniz?
Takva insanın her an Allah'ın huzurundaymış gibi hareket etmesiyle hasıl olacak bir hal. İnandığınız Allah mutlak gücün sahibi, daha doğrusu gücün mutlak sahibi olmakla kalmayıp zamandan ve mekândan da münezzeh. Oysa biliyorsunuz ki içine onca sevgi, arzu, sevinç, keder, iş, güç, hırs ve haset sığdırdığınız hayat, bedeninizin bulunduğu yerle sınırlı ve bir nefes alıp vermek misali geçici. Üstelik dünya bambaşka yarışlarla dolu. Bütün o yarışları bırakıp takvada yarışmak hiç kolay iş değil. Nasıl olacak? Kendi başınıza bulduğunuz yolun sizi Allah'ın huzurunda utandırmayacağından nasıl emin olacaksınız? Hiç ölmeyecek gibi bu dünyaya, her an ölecek gibi öte dünyaya nasıl çalışacaksınız? İnandığınız din hayatınıza anlam versin istiyorsunuz. Elbette. Ancak fani dünyayla ilişkinizi koparmaksızın öte dünyanın sonsuz nimetlerinden yararlanmanızı sağlayacak bir yol nasıl tutturacaksınız? Çok kitap var, çok kaynak var, çok söylenti var. 1400 yıldır var olmakla kalmayıp, kendisinden önceki "tahrif" olmuş dinlerin hakikatini de barındırdığını "müjdeleyen" bir dininiz var. Onca zaman içinde sizin aklınıza gelen tüm sorular başkalarının da aklına gelmiş, sizden öncekiler gibi sizinle aynı zamanı paylaşanlar da okumuşlar, yazmışlar, pek çok yorumlar yapmışlar dinin sözü hakkında. Siz bunlardan hangisine inanacaksınız? Daha önemlisi, kendinizde var olduğunu bildiğiniz cüz'i akıl ve iradeyle bu yorumlar ve ahkâm arasında yolunuzu kaybetmemeyi nasıl becereceksiniz? Kendi yolunuzu bulmak için bir rehbere ihtiyacınız var.
İslam kelimesi etimolojik olarak "selam" yani barış sözcüğünden geliyor. Selam, savaş halinde olmamak demek. Ancak "teslim" sözcüğü de aynı kökten geliyor, yani iradeden vazgeçmek. Allah'ın mutlak iradesine teslim olmak. Ya da, Allah'ın iradesine teslim olma iradesi göstermek. Bu mühim. Çünkü onun iradesine teslim olmak, başka birçok şeyden vazgeçmek demek ki bunun yalnızca dile kolay bir seçim olduğu ortada. Yani mutlak iradeye teslim olmak için, mutlak olmayan diğer iradelere karşı mücadele etmek lazım. O mutlak olmayan iradeler katman katman içiçe geçmiş nefsin ve içinde yaşanılan cemaatin arzularıyla, hırslarıyla, beklentileriyle ilgili.
Tarikat deyip geçiştirdiğimiz o yapıların uğraştıkları ve sonunda en geniş anlamda siyasete ve hukuka bağlandıkları sorular aşağı yukarı bu minvalde. Her bir mü'minin zihninde tekrarlanan ve çoğalan sorular bunlar. İki cihanda hem sorana hem cevap arayana ağır mesuliyetler yükleyen sorular. Tabii eğer soruyu soran ve cevaba rehberlik edenin mesuliyet gibi bir derdi varsa. İman ettiği Allah'ın her anını izlemekte olduğuna ihlasla inanmışsa. Allah'a ve ahıret gününe ihlasla inanan bir şeyhin, yalnız kendisinin değil bütün bu muazzam sorulara cevap bulması için rehberlik ettiği her bir müridin mesuliyetini taşımakta olduğunun bilinciyle yaşıyor olabileceği korkunun derinliğini düşünün. Hiç kolay olmasa gerek şeyhlik. Öyle arzuyla, iştahla talip olunacak türden bir makama benzemiyor.
Ne yazık ki bu arzu ve iştihaya sahip olmayanların öykülerini fazlaca bilmeyiz. Örneğin Şeyh Bedreddin, zamanının en önemli fıkıh alimi olmasına rağmen Mısır'da Şeyh Ahlati'den aldığı kızıyla evlenip postnişini devralması yolundaki teklifi reddeder. Çünkü postnişin etrafındaki rekabetin farkındadır ve bir parçası olmak istemez. Daha 14'üncü yüzyılın sonu 15'inci yüzyılın başında kadılara önlerine gelen davalar hakkında hüküm kurarken vicdanlarından başka bir otoriteyi tanımamalarını nasihat ettiği, apaçık yargı bağımsızlığını savunduğu için zaten paramparça olmuş Osmanlı Sarayı'na çoktan rahatsızlık vermeye başlamıştır. Memleketine, Edirne'ye döner, sarayın kendi parçalanmışlığının acısını çıkarmakta olduğu halkın dilinde bir kahramana dönüşür ve sonunda katledilir. "Gariban" mü'minlerin adlarını bildikleri, kerametlerine güvendikleri, başta sözünü ettiğim o muazzam sorulara cevap bulmak için rehberliğine başvurdukları ise Bedreddin gibi böylesi bir mesuliyet karşısında içi titreyenler değil, aksine iç titremelerini arzu ve iştahlarına kurban edenler olur.
İştahlılarla mesuliyet sahipleri arasındaki tarihi herc-ü mercten bugüne kalanlardan biri de Menzil. Nakşibendiye'nin Halidiye kolunun modern temsilcilerinden biri. Ansiklopedik bilgi verecek değilim. Son günlerde çokça konuşuldukları için haklarında birçok bilgi ve söylentiye erişmek mümkün. Bu bilgilerin hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu kestirmek ise hiç kolay değil. Çünkü tam da bir mürşid-mürid ilişkisinin geniş anlamda siyasal içeriğinin gerektirdiği gibi, müridler büyük bir sevgiyle söz ederken, geriye kalanların bir kısmı şüpheyle, bir kısmı ise kökten bir reddiye ile anlatıyorlar Menzil'i. Menzil'de vazedilen İslam'ın "gerçek İslam" olup olmadığına ise her mü'min teki kendisine ve İslam'a dair tahayyülü çerçevesinde karar verir. Meselenin bu tarafı hepimizi aşar.
Bununla birlikte, Menzil'in ve diğer tarikatlerin, cemaatlerin Türkiye'nin bozulayazan siyasi birliği içerisinde hangi boşlukları nasıl doldurmaya çalıştıkları müşterek meselemiz. Çünkü bu siyasi birliğin nasıl onarılacağı ya da onarılıp onarılmayacağı her birimiz için hayati bir konu. Tarikatlerin, cemaatlerin kendilerine inananlarla ve inanmayanlarla kurdukları ilişkinin niteliğini önemli kılan da zaten bu.
Menzil söz konusu olduğunda aklıma takılan sorulardan biri, nasıl olup da 1970'lerden itibaren bu tarikatin Ülkücüler arasında yaygınlaştığı. Daha evvel Ruşen Çakır'ın tespit ettiği ve pek çok Ülkücü'nün de hatıralarında kaydettikleri bu rabıtanın o dönemin Türk-İslam ülküsü kurgusunda önemlice bir rol oynadığı anlaşılıyor. Tarikatin son zamanlarda bunca gündemde olmasından, benzer bir rolü, Kürtlerle seküler hukuk ve siyaset çerçevesinde barış yapmaktan vazgeçen devletin kendine belirlediği hiç de yeniymiş gibi durmayan tarz-ı siyasette de üstlenmeye çalıştığı sonucuna varabilir miyiz? Menzil Cemaati'nin Sağlık Bakanlığı'nda ve güvenlik güçlerinde kadrolaştığı söyleniyor. Sağlık Bakanlığı'ndaki kadrolaşmaları yeni bir mevzu değil. 1990'lardan itibaren MHP'nin girebildiği her yere Menzil de giriyordu. Polis teşkilatında ise, Gülencilerin bertaraf edilmesiyle açılan boşluğu doldurmak üzere alındıkları düşünülebilir. Tabii eğer burada kadrolaştıkları doğruysa. İnançlı, adanmış, ancak eğitimsiz gençler için kendilerini gerçekleştirebilecekleri bağlamlara dönüşebilir bu alanlar. İyi ama, polis teşkilatı böyle bir yer mi olmalıdır? Mesele şu: Devletin neresinde bulunurlarsa bulunsunlar bu insanlar başta sözünü ettiğimiz sorulara cevap vermek için başvurdukları tarikatın çıkarları/hukuku ile kamunun çıkarları/hukuku çatıştığı noktada hangi yönde kullanırlar iradelerini? Çoklu çıkar/hukuk ve sadakat çatışmasının yarattığı kaos ortamı, bu çıkar/hukuk ve sadakat menzillerinin çoğaltılmasıyla mı çözülür?
Bununla birlikte Menzil Şeyhi'nin torunu olduğu söylenen bir adamın sırma nakışlanmış tahtlı ve gürültücü havai fişekli fotoğraflarının ve videolarının bir anda ortalığa saçılmasının yol açtığı bir dolu başka soru ve sorun daha var. Video ve fotoğraflarda iki ayrı taht görülüyor. Tahtlardan birinin bir düğün için kurulduğu iddia ediliyor. Diğeri başka bir vesile ile kurulmuş olmalı. Demek ki Şeyh'in torunu olduğu söylenen bu adam mütemadiyen bu ve benzeri tahtlara oturuyor, pozlar veriyor, muhtemelen müridler tarafından da bu görüntüler çoğaltılıp dağıtılıyor. Ancak Menzil'deki şeyh ailesinin her birine, küçücük çocuklara bile binlerce kişinin büyük bir saygı ve sevgi gösterdikleri sır değil. Bu çocuklar, tanımadıkları insanların kendilerine yönelik yüceltici hareket ve sözleri eşliğinde büyütülüyorlar. Nakşıbendi geleneğin bedensel ritüelleri çerçevesinde elleri, ayakları öpülüyor binlerce mürid tarafından. O taht da soy ağacını bir şekilde İslam peygamberine bağlayan ve kendilerine Sadat (seyda kelimesinin çoğulu) diyen bu ailenin müridlerden talep ettikleri "kutsal insan" muamelesinin dünyevi bir görüntüsü. Bütün bunlar dün sır değildi, bugün de sır değil.
Sır olmayan bu bilgiler bir anda karşımıza Menzil'e yönelik bir eleştiri olarak ortaya çıkıyor. Hemen küçük bir not: Gerek Menzil'e gerekse diğer tarikatlere eleştiri yalnızca sekülerlerden gelmiyor. Aksine tarikatlerin birbirlerine ve tarikat karşıtı dindarların tümüne birden eleştirileri, hatta sövgüleri seküler kesimlerin sayıp döktüklerinden çok daha acı bir dile sahip. İnsanın yüzü kızarıyor dinlerken ya da okurken ve yalnız hakkında eleştiri yapılana değil, eleştiriyi yapana dair de şüpheler uyandırıyor. İşte bu nedenle söz konusu video ve fotoğrafların tam da şimdi, Menzil'in nerede nasıl kadrolaştığına dair söylentiler ayyuka çıkmışken tartışmaya açılması büyücek bir tesadüf. Hayır, bu videonun sekülerler tarafından ortaya çıkartıldığını düşünmüyorum. Aksine, şu anda tarikat ve cemaatler arasında devlette Gülencilerden ve Gülenciler bahane edilerek uzaklaştırılan başkalarından boşalan yerlere doluşmak için verilen can-hıraş bir yarış var. Tam da bu yarış nedeniyle tarikatlerin ve cemaatlerin birbirleri hakkındaki "mahrem" bigileri ortalığa döküp saçtıklarını sanıyorum. Bu zannın önemlice bir sebebi Mehmet Görmez'in Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan alınma sürecinde Türkiye Gazetesi'nin, yani Işıkçıların oynadıkları apaçık rol. Tarikat ve cemaatler devletten geriye kalanlar için birbirlerini yerken, devletten geriye her ne kaldıysa onu da ellerinin erdiğince paramparça etme eğilimindeler belli ki. Acayip olan devletin de buna teşne olması. Çünkü devlet, kendini onaracak insan kaynağından yoksun olduğu için, ne zamandır düçar bulunduğu siyasi ve hukuki krizi -bu krizin en önemli göstergesi olağanüstü hal hukukudur- buralardan yeni bir kimlik ve gelecek devşirerek atlatmaya çalışıyor. Osmanlı'nın duraklamaya çare olarak modernleşip merkezileşmeye karar verdiği andan itibaren, bu topraklarda adına devlet denilen mekanizmanın, defalarca deneyip her seferinde burnunu bir öncekinden daha beter bir belaya soktuğu bu reçetenin bir kez daha gündeme gelmesine nasıl bir anlam vermeli, bilemiyorum.
Bütün bunlar "devlet" iyi, tarikatler, cemaatler kötü anlamına gelmiyor. Devleti toplumdan ve toplumu oluşturan siyasi katmanlar arasındaki mücadelelerden ayrı ve bağımsız bir mekanizma olarak düşünemeyiz. Aksine devlet bu mücadelelerin olduğu, oluştuğu, sürdürdüğü, şekillendirdiği, yıkıp yeniden kurduğu bir bağlamdır. Devlet adlı mekanizmanın neyi, nasıl, ne zaman öğüteceği ya da büyüteceği o mücadeleler çerçevesinde ortaya çıkar. Dolayısıyla tarikatleri, cemaatleri, dini, diyaneti konuşurken tıpkı orduyu, bürokrasiyi ve sermayeyi, sınıfları vs. konuşurken olduğu gibi çıkar çatışmalarından söz ediyoruz. Bu çıkar çatışmalarının toplumun müşterek bir değeri, mirası olan din dilini kullanıyor olması bu kesimleri mağdurlaştırmıyor ya da masumlaştırmıyor.
Gene kafamı karıştıran şu soruya döneceğim: 1970'lerden itibaren Ülkücülerin Menzil'de ne işleri vardı? Neden o kadar tarikat dururken henüz yeni sayılabilecek bu tarikati seçtiler? O dönemde şeyh olan Muhammed Raşid Erol gibi, bugünün Menzil Şeyhi Abdülbaki Erol'un da çok iyi Türkçe bilmedikleri biliniyor. "Seyid" oldukları için anadillerinin Arapça olduğu düşünülebilir. Ama değil. Anlatıldığı kadarıyla Kürtçe konuşuyorlar. Hatta çok da konuşmuyorlar. Müridler, şeyhin irşad vazifesini nazar aracılığıyla, yani bakışlarıyla yerine getirdiğini söylüyorlar. Menzil şeyhleri, tüm şeyhler arasında en az konuşan, en az hutbe veren şeyhler. Ne şeyhin Kürt olmasında ne de konuşmamasında hiçbir beis yok. Mesele Ülkücülerin orada ne aradıkları ve Menzil'in, MHP'nin kendisinin düşüşte, fikirlerinin iktidarda olduğu bir ortamda nasıl olup da bu kadar gündemde olduğu?
Bundan gerisi hakkında yalnızca spekülasyon yapabiliyorum. Acaba Menzil, Kürt "sorunu"na bulunan yeni çözümün adresi mi? Öyle ya, "Hepimiz Müslüman'ız, hepimiz Sünni'yiz, seküler Kürtlerden ve Türklerden birlikte kurtulabiliriz" diyor olabilirler. Eğer sözünü ettiğim bağlam ve mekanizma olarak devlet böyle bir yola girer haldeyse, hiç değilse Menzil çatısı altında Kürtler ve Türkler arasında bir eşitlik kurulmuş olmasını beklemeliyiz değil mi? Ama o da yok? Dinlediğim öykülerden anladığım kadarıyla Menzil'e halen devam eden MHP'lilerin de MHP'li olmayan başka Türklerin de mesela gene Menzil müridi Urfalılardan "Mor başörtülüler" diye söz ettiklerini ve hiç haz etmediklerini de bilmeyen yok. Şu halde Menzil mevcut siyasal/etnik hiyarerşiyi tekke çatısı altında tekrar sahnelemenin ötesine geçmiyor. Belki de bütün mesele budur. Yani mevcut siyasal/etnik hiyerarşiyi kutsama potansiyeli olduğu için bu kadar görünürleşiyordur.
Menzil'in siyasal macerasına ilişkin spekülasyon yaparken dilimin ucuna güçleniyor sözcüğünün geldiği her an yolumu değiştirip görünürleşiyor demem bir şüpheden kaynaklanıyor. Çünkü bu kadar görünürleşmek Menzil'i güçlendirmiyor, aksine kırılganlaştırıyor olabilir. Zira daha evvel de söylediğim gibi devlet, boş kadroları ve kamu kaynaklarının sarfı noktasında şirazeden çıkmış idare biçimiyle tüm bu tarikat ve cemaatler için her zamankinden daha büyük bir arzu nesnesi. Üstelik mekanizma ve bağlam olarak devlet mevcut halde üreyen bu kösnül arzuya cevap vermek için yollar ve çareler arıyor gibi. Fakat aynı nedenle hem tarikat ve cemaatler içindeki hem de her birinin bir diğeriyle olan rekabetleri iyice su yüzüne çıkmış durumda. Eğer buraya kadar yaptığım spekülasyonlarda birazcık bile doğruluk payı varsa daha çok şey göreceğiz bu meyanda. Üstelik bu defa kimse 28 Şubat'ta olduğu gibi bütün bunların birer montaj, dublaj ya da tiyatro oyunu olduğunu falan da söyleyemeyecek. Şimdi sahnede göreceklerimiz, o zaman olduğu gibi bir-iki marjinal örnekten ibaret kalmayacak. Aksine hem dünyayı hem ahıreti talep eden devasa bir hırsın şekillendirdiği bu yapılar, dünyadan -devletten- pay kapma yarışları çerçevesinde şeffaflaştıkça büyüleri bozulacak. Sonu nereye varır, Allah bilir.
Şimdi müsaadenizle, sözün başındaki mü'min tekine dönmek istiyorum. Çünkü bütün bu netameli işler onun fani olan bu dünya ve sonsuz vaadler evreni olan ahıret arasında bir denge kurma, hayatını otantik bir mü'min olarak yaşama ve takva yarışında geride kalmama endişelerinden çıkıyor. Bu endişeli mü'minin bütün bu olup bitenleri hepimizden daha iyi görüp bildiğinden kimsenin şüphesi olmasın. Aynı mü'min'in her an kandırılıp aldatılarak hayatını sürdürdüğünü de düşünmeyelim. Bu, mü'mini çocuklaştırmak, hayatıyla ilgili kararları aklına ve gönlüne başvurarak alamayacak, iradeden yoksun bir insan olarak konumlamak olur, ki bu 1400 yıllık bir dinin mü'min'ine yapılacak en büyük haksızlıktır. Şu halde bir daha soralım: Hem dini, hem dünyayı, hem de ahıreti kurtarmaya çalışan, kendinden çok emin ama alabildiğine endişeli bu mü'min tekleri o dergâhlarda aslında ne ararlar? Teslim olma iradesi gösterdikleri yolun muhtevasında hiç payları yok mudur?