Aytül Hasaltun Bozkurt
'Mutluluk insanın üretme kapasitesi ile ilgilidir'
Mutlu sona olan açlığımız ve ihtiyacımız, hepimizin bayılarak ve çok severek seyrettiği eski Türk filmi tadını bu işte yakalamamız anlaşılır elbette. Ne de olsa tek tek bireyler olsak da ülkemizin ekonomi-politiğinden bağımsız değil hayatlarımız, şu sıralar, hepten baş aşağı giden, kısalmış günlerimizde hem de ‘yalan dünya’da biz de mutlu olmak istiyoruz. Çok başarılı bir ekibin, ince ince birbirine teğellenmiş hayatlar üzerinden yaralarımızı gün yüzüne çıkartması ve üzerine çokça düşünmemizi ve dile getirmemizi sağlaması da her şeye rağmen iyidir elbette. Ama; bir dizi, dolu dizgin mutlu sona doğru koşarken, özellikle sorun çözmede indirgemeci, alelacele tatlıya bağlama hali ve en büyük yaramız olan Kürt sorunu ile ilgili Gülsüme’nin deyimiyle özensizliği gibi tutumlarla başka yanlışlara sebep olabilir mi? Tecavüzcüyü ya da şiddet dolu olanı, zengin olanı, zalim olanı ağlatarak affettirirken - ki pekçok kadın her dizide olduğu gibi bu dizide de galon galon gözyaşı döküyorken - bir başka kötüye umut vermiş olabilir mi? Dileğim olmaması elbette ve onun için bu kadar çok yazıldı, çizildi belki de. Bir umuda sarılmak aynı zamanda boş bir umudu almamak için. Çünkü bu hakikat değil, çünkü hayatta sadece mutlu sonlar yok. Sorunlar da çocukmuşuz gibi öpüşüp barışarak çözülmeyecek. Tez vakitte hep beraber büyümemiz dileğiyle…
Bunun bir dizi olduğunu aklımızdan hiç çıkarmayarak Klinik Psikolog Gülsüme Oğuz Uçar'la konuştuk elbette ama dizilerle öğrenen, düşünen, ağlayan, gülen bir toplumuz. Bu gerçeği de cebimize koyduk ve onun sorumluluğuyla da konuştuk. İyi okumalar dilerim…
Niye bu kadar ilgimizi çekti bu dizi, niye bu kadar dile getirildi?
Dizinin sanatsal yönünün güçlü olması bence dilimizi çözdü. İyi bir senaryo, çok iyi oyunculuklar olması başta dikkatimizi çekti. Ancak görüntü yönetmeninin başarısı bizim için çok vurucu oldu. Fotoğraf karelerinin, ona bakan insanın bilinçdışını uyandırmak gibi bir becerisi var. Bu sayede "Fotoğrafla Terapi" diye bir alan var. Ben de bir fotoğrafla terapistiyim. Halının üzerinde oynayan çocuk ve oyuncağı gibi kareler bizi içten içe etkiledi. İçimizde bir yansımasını buldu. Bu fotoğraflar dizisi hakkında konuşma ihtiyacı duyduk.
Bir yönü de yerli olması bana kalırsa. Bunu gurur üzerinden milliyetçilikle de ilişkilendirebiliriz belki. Ben şöyle yorumluyorum: Bi dünya yerli ve kötü yapımlar bize de "iyisini yapamıyoruz" gibi bir değersizlik hissi aşılayabilir. İyi bir yapım "Biz de iyi şeyler yapabiliyormuşuz," gibi hissetirir. Ama benim vurgu yapmak istediğim ‘bizden’ olması hali. Biz bu simaları biliyoruz, bizim dilimizi konuşuyorlar ve anlatılan hikaye bize benziyor; kendimizi ona ait hissediyoruz. Bir şeyler tanıdık olduğunda iyi hissediyorsun ve iyi hissettiğin yere daha çok bakıyorsun.
Bence işin iyi olmasının bir sebebi de aslında insanların içini döküyor olması. İnsanların içini dökemiyor olmasını da anlatması. Bu bizim haleti ruhiyemiz. Biz toplum olarak kendi duygularımıza anlam veremiyoruz. Mesela Meryem’in terapistin karşısında 15 dakika susarak oturması, anlatacak bir şey bulamayıp otobüsü sorması belki bir parça tebessüm ettirdi hatta belki bazılarımızı güldürdü. Ama aslında hepimiz biraz böyleyiz değil mi? Herkesi dizi dile getirdi. Ruhiye’nin repliklerinde, Ruhiye’nin kocasının repliklerinde kendini ifade edemeyen kişiler bile dile geldiler.
Dizi bize şunu diyor zaten; ‘İçine ata ata bu hale geldin’. Konuşmak ve yüzleşmek iyi bize iyi gelir. Bu bizi de çok rahatlattı, izleyiciler üzerinde terapötik etkisi de oldu bence.
Bastırma ile ilgili bir söylemle açılıyor dizi. Tek tek karakterleri düşündüğümde dizide kimler neyi bastırıyor?
Psikolojide bastırmak kavramı kişinin kabul etmesi güç duyguları ya da yaşam deneyimleri için kullanılır. Bastırma en başat ve en yaygın savunma mekanizmalarımızdan biridir. Bunu söyleyen galiba Ruhiye’ydi ‘İçimize ata ata bu hale geldik’… Ruhiye’nin çok ciddi travmatik bir deneyimi var, tecavüze uğramış bir kadın. Ruhiye, yaşadığı tecavüzü bir şekilde konuşmadan bastırıp yeni bir yaşam kurmaya çalışmış. Ama belli ki bir adalete kavuşma ihtiyacını hep taşımış. Öfkelendiğimiz, kızdığımız, korktuğumuz, haksızlığa uğradığımız bir çok durum oluyor ama bunları ifade edemiyoruz, bunlarla yüzleşemiyoruz, hak arayamıyoruz, bir sonuca bağlayamıyoruz ve sonuçta sağlıklı bir şekilde hayatımıza devam edemiyoruz. Dizide Ruhiye, tecavüzcüsün ölüm haberini aldıktan sonra bastırdığı bütün duyguları gün yüzüne çıkıyor ve majör depresyon olarak tezahür ediyor. Belli ki Ruhiye’nin hesaplaşmaya dair bir ümidi vardır. Ancak adam hiçbir ceza almadan eceliyle ölmüştür. Bu da Ruhiye’nin ümitlerini öldürmüştür.
Dizide her karakterin bastırdığı pek çok duygu var. Meryem, o kadar çok sevilmek ve sevmek isteyen bir kadın ki başkalarının düğünlerine, nişanlarına gittiğinde bayılıyor. Son olarak bir yüzükle evlilik teklifi aldığında bayılıyor (konversiyon geçiriyor). Peri’nin de sevmeye, sevilmeye duyduğu ihtiyacı bastırması dizinin sonlarına doğru avaz avaz ağlayarak ortaya çıkıyor. Ruhiye’nin küçük oğlunun bütün sözlerini bastırması hiç konuşmaması… Dizide de çokça örneğini gördüğümüz gibi ‘bastırılma’ irili ufaklı pek çok semptoma sebep olur.
Yüzleşemediğimizde ne oluyor?
Yüzleşmeyi hem bireysel hem toplumsal düzeyde aynı şekilde açıklamak mümkün; bir kişi de birine haksızlık etmiş ya da ciddi bir haksızlığa uğramış olabilir; toplumlar da ha keza başka toplumlara haksızlıklarda bulunabilirler ya da başka toplumların haksızlığına uğrayabilirler. Bireyler de toplumlar da ne haksızlık yaptığı durumda özür dilemiş ne de haksızlık karşısında bir hak arayışına girememiş olabilirler. Hem bireysel hem de toplumsal düzeyde yaşanan hak arayamama, yüzleşememe, hesap vermemenin sonuçları benzer olur. Hatalarımızla yüzleşemediğimizde, bunu konuşmaktan kaçınır ya da haklı olduğumuza dair argümanlar üretir, bu uydurduklarımıza kendimizi de başkalarını da inandırmaya çalışırız. Burada her zaman bir yapaylık ortaya çıkacak ve her zaman bir boşluk duygusu oluşacak. Ve o boşluk duygusu bireysel düzeyde de toplumsal düzeyde de belleklerde çatlaklar, yarıklar yaratacak. Basit olarak dizide Peri ve Meryem’in ilişkisinde, dizide bu muhafazakarlık-sekülerlik çatışması yaşanıyor gibi dile getirilmiş. Ancak burada ekonomik sınıflar arası çatışma örneği var. Peri’nin ‘başörtülülük üzerinden’ Meryem’e karşı önyargılı tutumunu desteklemek için o kadar güzel bir istinat duvarı örmüş ki kendi içindeki barbarı ne kendi fark ediyor ne de bize gösteriyor. Çok çarpıcıydı benim için Meryem’i anlatırken "tazecik, körpecik" deyişleri… Bir insan için, bir genç kadın için tazecik, körpecik denmez. Tazecik ve körpecik olan nedir? Bir maruldur, bir sebzedir, yenesi bir şeydir. Ben psikolojik olarak şöyle okuyorum; aslında çiğ çiğ yemek isteyecek kadar ciddi bir öfke "tazecik, körpecik" sözlerinde ifade buluyor. Ama bu öfkenin dışavurumu herkes için hoş olan sözcüklerle ve sevecen bir edayla dile geldiğinden, Peri karakterindeki o kötücül duyguları okumamıza da engel oluyor. Ya da aynı şekilde ‘bıcır bıcır, çok zeki, zehir gibi’ tarifini kendini eşit gördüğün bir kişiye söylemezsin. Bir yetişkin bunu, küçük bir çocuk için söyleyebilir. Peri ve Meryem ekonomik olarak eşit değiller. Sosyolojik olarak da ekonomik sınıflar alt, orta ve üst sınıflar olarak tanımlanır. Peri üst ekonomik sınıftandır ve alttaki Meryem’e küçümseyici bir tutumla yaklaşmaktadır. Alttaki küçük kaldığında üstteki tarafından sevimli bulunabilir. Gündelik hayatta da ev temizliği işinde çalışan kadınlar için ‘benim iyi bir kadınım var’ diyen kadınları işittim. Evini temizleme işi yapan kadını kendi malı gibi tarif ediyorlar. Ekonomik sınıflar olarak, kendi durumumuzla yüzleşemiyoruz. Bu acı bir durum.
Meryem’in temizliğe gittiği evde kendini konumlandırdığı yer de çok acı... Üstünü değiştirdikten sonra kıyafetlerini koyduğu yer, o evin tuvaletindeki çekmece! Sınıflar arası eşitsizlik öyle bir uçurum ki kendini tuvalette konumlandıracak kadar değersiz hissettiriyor. Ya da bu uçurumun derinliği ölçüsünde öfke hissettirebilir. Günlük yaşamda en sık duyduğumuz söz gibi ‘parası var ama huzuru yok!’ Yani birilerinin parası olduğunu inkar edemiyorsam o zaman mutlu olduğunu inkar edeyim! Dizi bu görüşü destekler aile tabloları çizmiş. Ekonomik seviyesi daha düşük aileler, Meryem’in ailesi ve İmam’ın ailesi daha mutlu ve görece daha samimiler. Diğer tarafta maddi durumu daha iyi olan ailelerde mesela Peri’nin ve Sinan’ın ailesinde son derece soğuk ilişkiler görüyoruz. Bu da mesela sınıf farkının koruyucu inançlarından biridir. Para var ama huzur yok, para var ama mutluluk yok. Bizde para yok ama biz mutluyuz… Biz kendi sınıfımızda tıkılıp kalalım buna isyan etmeyelim. Yoksa biz de mutsuz oluruz! Mutluluk insanın üretme kapasitesi ile ilgilidir. Yoksulluk, üretme kapasitesini zayıflatabilir ya da tam aksine kamçılayabilir. Maddi zenginlik sayesinde bir şeylere kolayca ulaşmak da yaratıcılığı örseleyebilir ya da geliştirebilir. Mutluluk ve üretkenlik fiziki koşullardan etkilenir.
Ekonomik sınıflar arası farkın yarattığı değersizlik hissini ya da öfkeyi bastırmak için başvurulan en büyük kaynak din oluyor. Dizide de gördüğümüz gibi din adamı ekonomik sınıflar arası farkın koruyucusu olarak bir çatışma yaşanmaması için çabalıyor. İthal lale ile bahçedeki çiçek örneğinde ait olmadığın yerdeki yaşamı sahte ve cansız olarak işaret ediyor. İthal (yabancı) olan çok güzel görünür ama o aslında gerçek değil ve hatta canlı da değildir ölüdür diye işaret eder. Canlı olan çiçek gerçektir o da senin bahçendedir; senin gibi güzel kokar ve senin gibi kırılgandır. Böylece herkesin kendi bahçesinde yaşamasını öğütlüyerek işin içinden çıkar. Fakat işin aslı cami bahçesindeki masanın üzerindedir; sahte lalenin yanında bağış kutusu durur.
Dizideki imam sınıf farkını koruyup, gözetme işini o kadar iyi yapıyordur ki Meryem’e ‘Terapiye bir git, bir dene ama bana anlat. Ben uygun görürsem deva edersin,’ demiştir. Çünkü terapiye gitmek de bir sınıf meselesi. Günümüz koşullarında, bir devlet hastanesinde ne yazık ki terapi hizmeti almak hiç kolay bir şey değil. Hem çok az terapist var, randevular çok dolu hem de devlet ne yazık ki terapstle iki haftada bir görüşmenize olanak tanıyor. Oysa terapi dediğimiz şey haftada en az bir kez görüşme sıklığında gerçekleşebilir.
Çapa’dan da hatırlıyorum ben, terapi alsan bile aynı terapiste denk gelmeyebiliyorsun. Sürekli değişiyor.
Ki süreklilik çok önemli terapi sürecinde. Aynı terapiste gidiyor olmak son derece önemli, aksi terapi olmuyor.
Geri dönecek olursam İmam’ın, Ruhiye’ye duyduğu büyük bir öfke var. Ruhiye’nin depresyona girmesini şu olaylardan sonra başlıyor gibi görüyor; Ruhiye’nin kocasının işleri bozuluyor, bunun üzerine kocası memleketine gidip oradaki zeytinlik arazisini satıyor ve borçlarını ödemeye çalışıyor. Ve onun akabinde de Ruhiye depresyona giriyor. İmam’ın anladığı şey Ruhiye’nin para ve mal kaybettikten sonra yaşama sevincini bıraktığıdır. Onun için de Ruhiye’nin terapi görmesini caiz bulmaz. Meryem’in yengesi için ‘Onun işi doktorluk değil. Onun ki başka bir şey’’ demesi İmam’in görüşüdür. Ve defalarca intihar girişimimde bulunmuş olmasına rağmen İmam, Ruhiye’ye acımaz, merhamet duymaz ve ‘şu kadını bir doktora götürün’ demez. ‘Eğer maddi sebeplerden dolayı yaşamdan kopuyorsan o zaman öl’ demektedir. Ekonomik statüleri, gerekirse zalimane bir şekilde koruyan bir din adamı görüyoruz.
Dikkatimi çeken başka bir şey de annelik babalık meselelerinin çokça işlenmesiydi. Çok temel bir Havva Ana meselesi vardı, bir de Meryem Ana meselesi vardı… Bunun yanında çok da var olamayan babalar meselesi vardı.
Meryem’in kendisinin de ilk bölümde dediği gibi ismi İsa peygamberin annesinden geliyor. Bakire Meryem karakteri; Sinan için şefkatli, öfkesiz, yargılamayan bir anne gibidir. En kötü hissettiği zamanlarda ise özlemini duyduğu bir kadın. Sevgisizliğini hissettiği bir günün sabahında Meryem, rüyasında kadınsı bir edayla gelir ve Sinan’ın karşısına kurulur, gözlerini ona diker.
Meryem’in yengesi ise cennet hurması meyvelerinin gölgesinde tecavüze uğrayarak bir nevi cennetten kovulmuştur. Depresyona girmiş, ölmek istemekte, bu dünyadan göçüp gitmek istemektedir. Diğer tarafta ise onu bekleyen bir cennet olamıyor. İntihar edenler cennete giremiyor islam ve diğer inançlara göre de.
Sinan, annesine "kus sıç rahatla ama asma suratını" der. Konuşarak içini dök demek ister aslında. Asık suratlı annenin içinde iyi sindirilmemiş kusmuk ve bok vardır. Annesi her ne kadar Sinan’ın mürüvetini görmek istediğini, bir aile kurmasını, torun sahibi olmayı istediğini söylese de bu, Sinan için pek tatmin edici değildir. Çünkü anne sık sık onu sözleriyle ısırmaktadır. " Köpek doğurmuşum meğer!" der.
Sinan’ın annesiyle olduğu sahnede ölmüş bir baba vardır. Ve Sinan’ın annesine anne diyen bir komşu oğlu Ercan var. Bu da yetmezmiş gibi Ercan da rahmetli babası gibi kıyma kavurma sevmektedir. Annesinin, Ercan’ı, babasına benzeyen oğlu gibi işaret etmesi Sinan’ı alt üst eder. Anne, baba ve çocuktan oluşan aile romansına sokulmayan Sinan’ın yerine Ercan girmiştir. Sinan bunun üzerine bütün sınırları yıkan sözler sarfeder. Rahmetlisini de sikicem, Ercanını da sikicem! Psikanalitik teoride ensest tabusunun ve diğer yasalaların koyucusu ve koruyucusu babadır. Ölen babanın nasıl bir karaktere sahip olduğunu bilemiyoruz. Fakat tatmin olmaktan uzak, narsisistik ve depresif bir anne, çocuğun sınırlarını zorluyor ve babanın koyduğu kurallara saldırmasına sebep oluyor.
Sinan, diğer kadınlara yani anne yapabileceği kadınlara karşı ise samimiyetsiz ve yapaydır. Kadınlara bağlanmaktan kaçınan, bir geceyi bile uyuyarak geçirip geçirmemenin hesaplarını yapmaktadır. Yattığı kadınlara bebek verip onları anne yapmaz. Fakat bu durum onun da bir baba olmasına engel olur. Kötü ve boşlukta hissettiğinde aklına gelen ve beklediği tek kişi Meryem’dir.
Gülbin’in ablasıyla kavgasını babanın söylediği klam dindirir. Annesinin şefkatli sözleri onları sakinleştirmeye yetmez. Baba anadillerinde söylediği klam onları birbirine yakınlaştırır. Her ezgi bir yerde annenin ninnisine değil midir?
Peri’nin annesi de yapay bir ilgililik hali anlaşılıyor. Peri en iyi eğitimleri almak ve tatilleri yapmak üzere bir yerlere gönderiliyor. Fakat kızının gönlünden geçenden bihaber.
Seni bir Kürt ve psikoterapist olarak Kürt kimliği ile ilgili en çok etkileyen ne oldu?
Dizideki herkes oyuncu, hem de gayet iyi oyunculuklar sergilemişler. Ama Gülbin’in anne babası oyuncu değil halktan kişiler. Bu durum bana çok özensiz geldi. Buna daha önce de denk gelmiştim, başka eserlerde. Nedense beyaz tülbentli bir Kürt anne ve baba, doğru dürüst konuşamayan belki Türkçe bilmeyen otantik birer figür olarak varlar. Evimizin bir köşesine şark köşesi oluşturmak gibi bir şey bu... Bir yöreye ait el yapımı kilim sermek değil de Unkapanı’ndan kilim desenli minder yaptırmak gibi bir şey bu... Bu kadar iyi bir iş çıkartmış bir yönetmen nasıl oluyor da böyle bir hataya düşüyor? Benzer bir durumu yine bir işte gördüğümde bunu yönetmene sorma imkanım olmuştu ve şunları söylemişti bana; ‘ en gerçekçi onlar yapabilir’ Bu bence bir açıklama değil. Meryem karakterine, bir Meryem bulup, ona ‘oyna’ dememiş. Üstelik de ne kadar da güzel oynamış Öykü Karayel! Bizi gerçekten kalbimizden vurdu, Gerçek bir Meryem var zihnimizde, Öykü Karayel değil o. Gülbin’in anne babasını oynayacak iyi oyuncular yok muydu acaba? Bu oyuncuların Kürt ya da Türk olması mesele değil. Sonuçta zaten birkaç replikleri var, Kürtçe söylemeleri isteniyorsa, bu kişiler otururlar, çalışırlar… İngilizce ya da İspanyolca konuşulması gerektiğinde bakıyoruz oyuncular o replikleri çok güzel telafüz edip söyleyebiliyorlar. Bu oyunculuğa bakıyor. Yönetmenin oradaki tutumunu ben özensizlik olarak görüyorum.
Kaldı ki Tülin Özen’in de Kürtçe konuştuğu bölümler var. Tülin konuşabiliyorsa bir başka oyuncu da konuşabilirdi pekala.
Elbette neden konuşulamasın ki? Yönetmenin çok başka açıklamaları olabilir; ben sadece kendi gördüğüm ve bende uyandırdıklarını söylüyorum. Orada sanki yönetmen ‘çok gerçekçi olsun tam da yansıtsın, o yüzden de ben gerçek anne babayı alayım’ demiş gibi. Bir meseleye aşırı ilgili olmak, mesela Kürtlerin yaşadığı meselelere çok duyarlı olduğunu iddia eden kişilerin aslında gizli bir şekilde ihmal eden kişilerden olduklarını da okuyabiliyoruz. Bunu duymak onları çok incitir elbette. Peri ‘başörtülü her kadını sadece hizmetçi olarak görmeye dayanabildiğini’ farkettiğinde bağırıp, çağırarak ağlamıştı. Yönetmene; ‘bir Kürt’ü nerede görmek istersin? Kürtten bir oyuncu olmaz mı ya da bir Kürt’ü canlandırabilecek bir oyuncu olamaz mı?’ desek buna karşı savunmaları olacaktır. Bizi de önyargılı olmakla suçlayabilir. Ama bence bunun adı yine de özensizliktir.
Diğer yandan bir psikoterapist olarak hem rahatsız eden hem de hoşuma giden pek çok şey içeriyordu. Aşağı yukarı bir terapi seansı neye benzer, onu iyi anlatıyor Bir Başkadır. Sosyal sorumluluk bilinciyle, bizlerin terapi alanını anlatmaya çok ihtiyacımız var. Ruhsal sıkıntılar, bir sürü kişinin hayatını büyük acılarla sürdürmesine ya da intiharlara başvurmasına sebep oluyor. Toplumda terapi ihtiyacı olan çok fazla kişi var ama ‘terapi neye benziyor, terapist bana nasıl yaklaşır, nasıl yardım eder’ bilemediği için terapiye gitmeyi düşünmüyorlar. Buna tuz biber olarak toplumda dolaşan ‘terapiye deliler gider’ benzeri çok fazla önyargı var. Bu önyargılar yüzünden de pek çok kişi terapiye başvurmaktan çekiniyor. Oysa Meryem içimizden biri olarak terapiye gidiyor. Kimse Meryem’i etiketlemiyor, yargılamıyor. Bu sebeple dizinin bir sosyal sorumluluğu da yerine getirdiğini düşünüyorum.
Peri ile Meryem seansları oldukça başarılı bir şekilde kurgulanmış. Ancak Peri’nin ‘seans odasında konuşulanlar burada kalır’ sözüne rağmen Meryem’in hikayesini barda bir arkadaşıyla paylaşmaktadır. Konuşulanların seans odası dışına çıkmaması yani mahremiyet, bir terapi ilişkisi için temel prensiplerdendir. Peri büyük bir etik ihlalde bulunmaktadır. Bu diziyi izleyen ve terapi gören birçok kimse muhtemelen tecavüze uğramış gibi bir his duymuşlardır. Danışanlar arada ‘konuşulanların aramızda kalacağı’ sözünü tekrar tekrar duymak isterler. Çünkü bu çok önemli bir ihtiyaçtır. Ölen dizi karakterine, cenaze töreni ve hatta mezar yaptıran bir ülkede bir çok kişi bunu normal bir durum gibi algılayacaktır. Yani terapistler ‘eni konu danışanlarını anlatırlar’ diye düşüneceklerdir. Bu da insanların terapiye başvurmaları önünde bir engel olabilir. Ya da terapide olanları, aslında böyle olmadığına ikna etmek için şu sıralar bir çok terapist ter döküyordur.
Gülbin ile Peri arasındaki ilişki bir seansta çat diye kopar. İlişkinin birden kopacak olması birçok danışanın muzdarip olduğu bir korkudur. Terapide en çok çalışılan konu bağlanmak, uzaklaşmak, ayrılmak iken dizide koparılıp atılan bir ilişki görüyoruz.
Diğer bir nokta da Peri ile Gülbin arasındaki sınırları sürekli değişen ilişki. Gülbin ile Peri’nin arkadaş olmasına rağmen süpervizyon ilişkisine girmeleri, meselesi muhtemelen eksik danışmanlık alınmasından kaynaklanıyor. Gülbin ve Peri mesleki olarak akran olarak kurgulanmışlar. Akran süpervizyonu denen bir süpervizyon biçimi var. İki ya da daha fazla akran kabul edilen terapist bir araya gelip birbirlerini süpervize edebilirler. Bu durumda arkadaş olmaları etik bir sorun olmaz. Bu durumda herkes danışanını anlatır ve görüş almayı bekler.
Ancak Peri, tıpkı bir danışan gibi Gülbin’in karşısındadır. Ağlar, küfür eder, kızar, istemediği yerde konuyu kapatır. Bu seansların süpervizyonla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Süpervizyon, duyguların sözelleştirildiği bir yerdir. Süpervizyon ne hissettiğimize baktığımız dile döktüğümüz ama aklın konuşulduğu bir yerdir. Süpervizyonu alan kişi ‘kapatalım bu konuyu’ dediğinde de kapanmaz, kapatamaz. Ben terapist olarak bir danışanın sorumluluğunu alıyorum, süpervizörüm hem benim hem danışanın sorumluluğunu alıyor.
Ayrıca ruh sağlığı alanına yönelik fazla yanlış bilgi de var. Depresyonun geçmesinin bu kadar hafife alınması, toplumsal düzeyde tehlikelidir. Depresyon hem psikolojik hem de fizyolojik bulguları olan ciddi bir rahatsızlıktır. Yüzleşme, iyileşme süreçleri için çok kıymetli bir adım olsa da tek başına depresyondan çıkmak için yeterli değildir. Hele Ruhiye karakterindeki gibi çocuklarının bakımını ihmal edecek düzeyde ağır bir tablo için..
Bir de sürekli bir ortada dönen kontrtransferans kavramı var. Türkçesi karşı aktarım. Peri’nin kontrtransferans dediği şey aslında kendisinin önyargıları. Bu duyguları Meryem’e has bir şey değil. Peri karakterinin kendisi de bunu baştan beri biliyor. Peri muhafazakar kadınlara ya da kesime karşı öfkeli ve bunun sebebi kendi geçmişi ve iç yaşantıları.
Zaten terapi dediğimiz şey tranferans ve kontrtransferans, Türkçesi aktarım ve karşı aktarım üzerinden yürür. Bir danışan karşımıza gelip derdini anlatmaya başladığında ve biz de ona sorular sorup yorumlar yapmaya başladıktan sonra her zaman şöyle bir şey olur; terapist önce danışanda bir duygu uyandırır. Danışan terapistini annesi, babası, ablası, patronu gibi bir yere konumlandırır. Danışan da bunun pek de farkında olmaz. Mesela danışan bir şey söylemekten çekinir. Bir şey söyleyecek olsa sanki terapisti ona kızacak ya da eleştirecekmiş gibi durur. Danışanın, terapisti tarafından eleştirilmekten korktuğu ve kaçındığı duruma transferans denir. Danışanını yargılamayacak olan terapist ise kendisine karşı çekingen ve ürkek duran danışınını kırmamak için aşırı koruyucu davranabilir. Terapistin farkında olmadan danışanına aşırı koruyucu yaklaşması durumuna ise karşı aktarım denir. İşte bu noktada terapistin kendisi ya da süpervizörünün yardımıyla aşırı koruyucu tutumunu gözden geçirir. Bu sayede danışanın cesaretini kıran şeyler anlaşılabilir ve aşılabilir. Bu nedenle aktarım ve karşı aktarım duyguları terapide son derece önemlidir. Bu duygular Peri’nin ifade ettiği gibi ‘lanet olası’ duygular değildir. Dizide bu kavram yanlış anlaşılmış, yanlış işlenmiştir.
Bu alanla ilgili bir şey yapıyorsanız ona emek vermeniz gerekir. Süpervizyon işlenecekse süpervizyonun ne olduğunu bilmek, kontrtransferans dedirtecekse en azından bu kavramın ne anlama geldiğini bilmek zorunda yazarlar. Elbette yazarların oturup bir külliyatı okuyacak halleri olamaz. Ancak ilgili alanda profesyonel danışmanlık almalılar. Aksi, toplumsal düzeyde incitici, yaralayıcı sonuçlar yaratabilir.
Carl Gustav Jung’dan bahseden bir hoca daha vardı dizide dikkatimizi çeken. Meryem’in sınıfı sınıfına, boyu boyuna uygun müstakbel eş adayı ki sonunda da Meryem çok samimi yapılmış bir evlilik teklifinden sonra bir kez de sevinçten düşüp bayıldı… O hoca üzerinden bize anlatılan ne oldu?
Sokakta, kahvede birisi oturup Freud da anlatabilir, Winnicott’tan da bahsedebilir. Söyledikleri eksik ya da yanlış da olabilir. Birçok psikolog da bir sürü kavramı eksik öğrenerek mezun olmuyor mudur? Orada da ilginç bir şekilde din adamlarının her türlü bilgiyi evirip çevirip uygun bir şekilde kullanmasının bir örneğini görmüş olduk. Toplumsal bilinçdışı meselesi konuşuluyor. Atalarımızdan gelen, tarihçemizden gelen bir takım argümanlar, içerimizde bir yerde duruyorlar. Ve biz onların da etkisiyle şekillenerek, yaşayıp gidiyoruz. Toplumsal bilinçdışı meselesi mukadderata ya da kaderciliğe bağlanmaya çalışılıyor. Sonrasındaysa müezzin Hilmi’nin bir aydınlanma yaşadığını görüyoruz ve ‘Eğer biz toplumsal bilinç dışımızda olanların farkında olursak, onların esiri olmaktan kurtuluruz. Böylece kendi kaderimizi bile tayin edebiliriz’ noktasına geliyor. Eleştirilerde bu kahve filozofunu çok küçümseyen yorumlar okudum. Din adamıysa okumaz gibi bir ön yargı var. Oysa imamın da gayet iyi kitaplar okumuş olduğunu görüyoruz. Bunlar bizim önyargılarımız. Ben kahvehanelerde felsefi düşünce üreten insanlarla da karşılaştım, teorileri din üzerinden anlamlandırmaya çalışan mahalle imamlarıyla da tanıştım. Ne yani bunlardan sadece üniversite mezunları mı bahsedebilir? Her üniversite mezununun, kendi ilgisiyle en az 10 kitap okumuş olduğuna kim kefil olur? Ya da Kürt anne babanın cahil olduklarını nereden çıkarıyoruz? Cehaleti neyle tanımlıyoruz. Böyle bir bakışla, o kadar kızdığımız Peri’nin yanında ver almıyor muyuz? Türkçe bilmedikleri için mi bu insanlara cahil diyoruz? Bu insanlar hayatla ilgili ne biliyorlar, neler düşünüyorlar, etrafında olanlara nasıl anlam veriyorlar? Cehaletin kıstasları neler ki?
Gülsüme majör depresyondan böyle bir anda çıkabilir miyiz? Beni bir kadın olarak en rahatsız eden sahnelerden biriydi bu. Biraz bunun üzerine de konuşalım mı?
Dizide Ruhiye’nin depresyonunun geçmesinin dizide bu kadar hafife alınması da toplumsal düzeyde tehlikeli bence. Ruhiye şöyle dönseydi ‘ben artık iyi olmak istiyorum, ben çocuklarıma, kocama, kendime üzülüyorum. ben bundan çıkmalıyım, ben bunu hak etmiyorum’ demesi daha gerçekçi olurdu. Depresyon hem psikolojik hem de fizyolojik bulguları olan ciddi bir rahatsızlıktır. Yüzleşme, iyileşme süreçleri için çok kıymetli bir adım olsa da tek başına depresyondan çıkmak için yeterli değil. Hele Ruhiye karakterindeki gibi çocuklarının bakımını ihmal edecek düzeyde ağır bir tablo için… Biz şunu çok duyuyoruz kişilerden; ‘Bana öyle bir şey söyle ki şu sıkıntılardan kurtulayım?’ Bu zaten kolaya kaçan, yüzleşmek istemeyen kişilerin beklentileri… Ve bu beklenti Bir Başkadır’da karşılanmış.
Tecavüzcü ile Ruhiye yüzleşmesi de ilginçti. Tecavüzcü, yaptığına bahaneler uydurmuş, söylüyor. Fakat Ruhiye’ye tam olarak nasıl bir kötülük yaptığını hala anlamamış. Buna rağmen hem Ruhiye’den hem de yorumlardan okuduğum kadarıyla birçok izleyicinin de yüreğine su serpmiş başka bir şeyler var. O da tecavüzcünün köy meydanında kör edinceye, sakat bırakıncaya kadar dövülmesi… Bu sanki kısa yoldan adalet mekanizması işlemiş de suçlu cezasını çekmiş gibi bir izlenim yaratmış. Oysa yüzleşme sahnesi sonrasında gördüğümüz çok önemli bir şey daha var. Tecavüzün mağduru iki kadın vardır. Diğer kadın Saime’dir ve o tecavüzcü ile evlendirilmiştir.
Anlatılan, yüzleşme değil. Oradaki bir ceza bulma aslında. Ve o cezasını buldu ve ben depresyondan çıkabilirim. Depresyonun psikolojik, fizyolojik pek çok alt yapısı var. Biz kendimizi mutlu hissettiğimizde salgıladığımız başka hormonlar var, kendimizi üzgün hissettiğimizde salgıladığımız başka hormonlar var. Uzun vadeli kendini çok bitkin, yorgun, mutsuz hisseden, hayattan hiçbir şekilde zevk alamamış bir insanın fizyolojisi çok farklıdır. Bir yüzleşme yaşadı ya da cezasızlık son buldu diye o duygular hemen değişmez, fizyolojik yapımız şıp diye eski haline gelemez. Terapi denen şey uzun vadelidir. Bu kadar ağır ve en az iki yıldır devam eden bir depresyon bir anda bitip gitmez. Depresyondan çıkmak elbette mümkün ama bir günde, iki günde değil.
Ya da çocuğun dilinin birden çözülmesi, böyle kolay olmaz. O depresif bir annenin, çocuğun içinde bir yeri var artık. Evet anne bir kere iyi hissetti ama çocuk her şeyden önce şaşkınlık ve dehşet hisseder. ‘Canım annem!’ diyerek hemen sarılmaz. Çocuk bir kere yıllardır korkmuş, sinmiş, içine kapanmış. Soğuk, buz gibi, kendini öldürmeye çalışan, tuhaf davranan, kendisine hiç ilgi göstermeyen bir anne, birden bire neşeye kavuşunca, ‘canım annem’ dese ne olur? Çocuğun içinde neler olup biter. Dehşete kapılır bi durur bi kaçar. Annenin o kötü hali nerede diye bekler, şimdiki hali güvenilir mi değil mi onu bekler. Uzun çatışmalı bir süreçten sonra çocuk güvende olduğunu hissederse konuşmaya başlayabilir. Konu edilen böyle bir durum varsa eksik olabilir ama yanlış olmamalı.
Bütün erkekleri dizide ağlarken gördük. Çokça erkeklik ve kadınlık durumları üzerinden de yol aldı dizi ve sonunda çoğunu ağlarken gördük. Dizinin erkekleri ile ilgili ne söylemek istersin? Mesela abi şiddet dolu, öfke nöbetleri geçiren bir karakter, onu ağlarken gördüğümüzde affediyor oluyor muyuz?
Sinan ağladığında bir çok kadın oh çekmiş anladığım kadarıyla. ‘Oh dedik, affetmedik!’ diye yazıldığını gördüm özellikle sosyal medyada. Evet ama Ruhiye’nin kocası bir şekilde affediliyor ya da imamı ağlarken görüyoruz. Gerçekten şu anda bununla ilgili bir şey söylemem hiç kolay değil ama dizi hep bir şekilde mutlu sona bağlanmıştı, bu biraz da onun eseri sanırım. O tecavüzcü, hiçbir şey olmamış gibi yüzsüz yüzsüz orada yaşamaya devam ediyor. Tecavüz ettiği iki kadından biriyle evlenmiş. Bu da yetmezmiş gibi eşine hakaret ediyor. Küçük kızları her gün okuldan ‘sapığın kızı’ diye yaftalanarak geliyor… Aslında köy genelinde de ciddi bir yüzsüzlük örneği var. Şu da çok ilginç geldi mesela; o köye dışardan gelmiş bir mevsimlik işçi muhtemelen, orada köyde iki çocuğa tecavüz ediyor ve orada ne kadar her şeyin üzerine çıkıyor. Bir tecavüzü evlilikle sonlandırırsak o artık tecavüz olmaz, herkesin namusu temize çekilmiş olur. Bir kere şu çok zordur; doğu ya da batı fark etmez, bir köye dışarıdan gelen birisi her zaman yabancıdır ve çok ciddi dışlanır. Bu yabancı bir de gelip köyün içinde çok bozucu bir şey yapıyor ama onun üzeri böyle kapatılabiliyor. Yabancılık, türklük kürtlük gibi dev meseleler bir kadının kurban edilmesiyle kapanabiliyor. Bu da ciddi bir hakikat aslında. Bir de böyle bir adamın tutup ağlayıp özür dilemesi ile bir çok tecavüz mağduru kadın da bence bundan boş yere ümitlenebilir. Adam çok büyük bir halt yemiş ve bir de hala kötü davranıyor ailesine. Bir pişmanlıkla değil bir yüzsüzlükle çıkmış konudan. Ama dizide ‘herkes muradına ersin’ gibi bir şiarla yaklaşıldığı için böyle bir şey var, evet.
Erkeklerin ağlaması her zaman daha çok etkiler bizi. Çünkü kadınlar ağlar, kadınların ağlaması doğaldır ama erkekler ağlamaz. Ağlayan bir erkeğin affedilmeyi hakkettiği düşünülür, ağlayan bir erkeğin kalpleri yumuşatması beklenir, burada da böyle olmuş. Ruhiye sonuçta tecavüzcüsünü vurmuyor, vurmayarak bir yerde affetmiş oluyor ya da ona karşı öfke duygularının çözülmüş olduğunu görüyoruz. Kocası çok ciddi bir saldırganlık göstermiş o da ona yetiyor. Ya da Ruhiye’nin kocası ağladığında onu da affediyor. Oysa ne dinlemeyi ne de kendini anlatmayı bilmeyen, aynı adam değil miydi? Meryem’in de dediği gibi insanı bunaltmıyor muydu?
Bizim hem bireysel hem de toplumsal düzlemde hakiki yüzleşmelere ihtiyacımız var.
Yüzleşmek, iki tarafın ben sana ne yaptım diye kabullenmesi ve yaşadıklarından sonra nasıl hissettikleri ve ne yaşadıklarını paylaşmasıdır. Yani her iki tarafın, kendi yaptıklarıyla, hissettikleri ve karşı tarafa hissettirdikleriyle yüzleşmesidir. Biz toplum olarak hala şunu anlıyoruz; (parmak sallayarak ve de) sen bana şunu yaptın, sen bana bunu yaptın! Yüzleşmek demek, benim kendi yaptığımla ve sebep olduğumla yüzleşmem demektir. Ve bunun karşılığında hakiki bir özür dilemektir, affedilmeyi hakedecek bir pişmanlık ve çaba içinde olabilmektir. Bu süreçler kolay ve tek adımlık süreçler değil.
Gülsüme Oğuz Uçar
Klinik Psikolog