ayşe düzkan
nasıl yani sınıfsal?
her fikir ayrılığının bir kör dövüşüne, kayıkçı kavgasına dönüşmesi yeni zamanların hakim tartışma tarzı haline geldi. bu kavgaların konusu zaman zaman meleklerin cinsiyetini akla getirecek şeyler olabiliyor, zaman zaman da gerçekten önemli meseleler. bence bunda siyasi tercihlerin, özellikle de muhalif siyasi tercihlerin, dönüştürücü faaliyetler olarak algılanmayıp birer kimlik haline gelmesinin çok etkisi var. kendini doğru bir duruşa sahip olarak tanımlayabilmek çoğunluk için yeterli. duruş ve hareket arasındaki çelişkiye sanırım daha önce de dikkat çektim.
hareket halinde olan, dünyayı değiştirmek gibi bir derdi bulunan insan, başkalarını ikna etmeye çalışır, en fazla sayıda insana çemkirmeyi marifet saymaz. o yüzden de, "her şey sınıfsaldır," deyip geçmez, "her şey sınıfsaldır, bunu anlamayan ahmaktır," anlamına gelecek şeyler asla söylemez. çünkü derdi madara etmek değil, yol arkadaşı edinmektir. karşısındaki öyle yapabilir ama bu bir şey ifade etmez çünkü insanın muarızıyla tek farkı söylemi değil, nasıl hareket edeceği bunun kadar önemli. her şeyi o andaki tartışma sanmamalı, sınıfın ve sınıfsallığın varlığını inkâr edenin sırtını dayadığı devasa güce karşı bir güç oluşturmaya çalışmalı değil mi?
peki her şey sınıfsal mı? kadınları ve erkekleri de birer sınıf olarak tanımlamakla birlikte, ancak "son tahlilde" diyebilirim. örneğin ırkçılık, dünyanın her yerinde, devletlerarası ilişkilerin sonuçlarıyla oluşuyor ve devletlerarası ilişkiler de, devletler de esas olarak egemen sınıfların ihtiyaçları için var olduğundan, son tahlilde sınıfsallıkla bağlantılı. ama o bağlam hem açıklanmaya, ayrıntılandırılmaya muhtaç hem de ırkçılık karşıtı politikalar sadece sınıftan söz edilerek kurulamaz. yani tahlille siyaset arasında uzun ve çetrefilli bir yol var. gerçek bir siyaset yürütmek, politik etkisi olan bir yapı olmak istiyorsanız pozisyon belirtip kenara çekilemezsiniz.
ama şunu hatırlamak son derece önemli. kapitalist sınıflar gelir, yaşam standardı üzerinden belirlenmez, serveti sermaye haline getiren şey üretim araçlarının mülkiyeti, o üretim araçlarıyla başkalarının ürettiği bir şeyden -onların hepsinden daha fazla- kazanç elde etmek. bu, bazen iyi bir ücretin sağlayabileceklerinden daha azını sağlayabilir, örneğin küçük bir atölye sahibi, bir bilgisayar mühendisinden daha az kazanabilir ama bu onun patron, mühendisin de emekçi yani ikisinin ayrı sınıflardan olduğu gerçeğini değiştirmez. bir emekçinin geçinmek için emeğinden başka aracı yok, işten atılsa hayatını sürdürmek için bir güvencesi bulunmuyor. şirketlerin başındaki yöneticiler, ceo’lar falan dahi öyle aslında ama kaderleri sermaye sahibininkiyle birebir örtüştüğü için onları emekçi saymak güç. ama sadece onları!
iş bulabilenle, iş bulamayan, eğitimli olanla, eğitimsiz olan, asgari ücret karşılığında çalışanla, onun bir yılda kazandığını üç ayda kazanan aynı sınıftan. ve evet, koç ailesiyle, altı kişinin çalıştığı mimarlık bürosunun sahibi, beş çırağı olan tamir atölyesi sahibi aynı sınıftan. (artık git gide yok olsa da, kendisi de o işletmede çalışan işyeri sahibi de küçük burjuva.)
ama hayat, bir yazıdaki kadar sade akmıyor. gelir düzeyleri benzeyen, farklı sınıflardan insanlar benzer hayat tarzlarını, aynı semtlerde yaşayabiliyor. bu zaman zaman çıkarlarını benzerleştirse de, onları aynı sınıftan kılmıyor.
ama sınıfların varlığı sadece farklı ya da benzer kimlikler oluşturmuyor. sermaye sınıfının egemen olması, bütün ekonominin kâr etmek üzerinden örgütlenmesine sebep oluyor. bu zaman zaman iyice azgınlaşarak insan hayatını hiçe sayan biçimler alabiliyor. bir deprem durumunda hemen yıkılıveren binaların yapılabilmesi, birilerinin kâr edebilmesi için insan hayatının hiçe sayılması, insan ihtiyaçlarının gözardı edilmesi anlamına geliyor. o binalara, fakirlik ve zenginlik olduğu için değil, kâra dayanan zenginlik artsın, varlığını, egemenliğini sürdürsün diye göz yumuluyor. tıpkı doğanın imhasına göz yumulduğu gibi. bunun yoksullukla birebir ilişkisi yok, herkesin belli bir refahın üzerinde yaşadığı bir toplumda da kâr tek belirleyici olabiliyor, doğa katliamı sürüyor.
tıpkı iyi ve kötü gibi, zengin ve fakir de masalsı anlatılara mahsus, gerçek hayat çok daha karmaşık, çok daha derin, tek cümlelik açıklamalarla kocaman yalanlar ve çarpıtmalarla baş edebileceğini sanmak da fazlasıyla çocuksu.
izmir’e geçmiş olsun, bütün bunlara sebep olanlara lanet olsun.
* * *
(konumuzla doğrudan ilgisi yok ama merak edenler olabilir diye, patriyarkal sınıflar terimiyle ne kastettiğimizi kısaca açıklamak istiyorum. patriyarka ya da hetero-patriyarka, kadınların hane içinde ücretsiz çalışması üzerine kurulmuş bir sistem, bu ücretsiz çalışma tarımdan temizliğe, halı dokumaktan çocuk bakımına kadar çok farklı alanları kapsayabiliyor, bu işlerin bir kısmından gelir elde etmek de mümkün. daha önemlisi bu işlerin tamamı hane dışında ücret karşılığında yapılıyor. bir toplumsal kategorinin diğer toplumsal kategoriye ücretsiz çalışma zorunluluğu bu iki kategorinin farklı sınıflar olarak tanımlanmasını gerektiriyor. daha fazlası için başka yayınlara, başka yazılara bakabilirsiniz.)