Koray Düzgören
Ne Rojava'ya ne de Kandil'e...
Yılın sonuna geldik. Türkiye son çıkartılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle karanlığın, adaletsizliğin, hukuksuzluğun ve keyfiliğin dibine ulaştı.
Ülkede ne zamandır korkulan iç savaş tehlikesini körükleyen 696 sayılı kararname ile silahlı milislere rejimi korumak ve kollamak görevi verildi. Bu militanların rejimi, daha doğrusu iktidarı savunmak gerekçesiyle işleyecekleri cinayetler ve dökecekleri kanlar için peşinen af çıkartıldı. Daha da ötesi bu milis güçleri her türlü soruşturma ve kovuşturmanın dışında tutularak adeta legalleştirildi.
Ülkede iç savaş tehlikesi son yıllarda sürekli konuşuluyor. Konuşmanın ötesinde ülkede zaten PKK gerekçesiyle Kürtlere karşı yürütülen bir savaş var. Korku, bu savaşın ülkenin diğer kesimlerine de yayılma tehlikesi göstermesinden kaynaklanıyor.
Siyasi iktidar barış masasını devirdikten ve Kürt meselesinde yeniden savaş konseptine geçtikten sonra 2.5 yıldır bu savaşın yaygınlaşması için adeta elinden geleni yapıyor.
Kürtleri ve bu meselenin barışçı yollarla çözülmesini savunan demokratik güçleri kışkırtmak amacıyla, çoğu 1925'lerden, 1935'lerden kalma her türlü baskıcı, antidemokratik yolu, yöntemi deniyor.
Son 2.5 yıldır mezarlıklar başta olmak üzere Kürtlerin her türlü kutsalına, değerine, kültürlerine ve yaşam haklarına yönelik ağır saldırılar söz konusu. 2017'in son günlerinde Roboski'de devletin savaş uçakları tarafından katledilen çoğu çocuk 34 köylünün acılı ailelerine evlatlarının mezar ziyaretleri bile yasaklandı.
Böylesine bir insanlık dışı uygulamanın nedeni belli. Bu vicdansızlığa karşı ortaya konulacak en ufak bir tepkiye bile ağır karşılık verilerek ortamın kızışmasını sağlamak. İç savaş tohumları ekmek.
Geçmişte, Cumhuriyet'in ilk yıllarında da aynı yöntemler uygulanıyordu. Kürt İsyanları denilen olayların çoğu isyan ya da kalkışma değil, devletin planladığı katliamlar ve zorla göç ettirme eylemlerinden ibaretti.
AKP İKTİDARI VE DESTEKÇİLERİNİN AMACI
AKP iktidarı, barış masasını devirdikten sonra devletin en derin güçleriyle, ulusalcılarla, MHP ile, ordu içindeki Putincilerle ve devletçi CHP'lilerle giriştiği koalisyonla iki amaç için çalıştı.
Kürt siyasi hareketi ve bu hareketin destekçisi demokratik güçlerin 7 Haziran 2015 başarısının bir daha tekrarlanmaması için yoğun bir karşı saldırıya geçildi. Çünkü bu başarı devletin bekası için ciddi bir tehdit oluşturuyordu. Türk devleti, asla demokratikleşmemeli ve Kürt meselesini demokratik yöntemlerle çözememeliydi.
Bunun için bir yandan Kürtlerin siyasi iradesine, partilerine, seçilmiş milletvekillerine, belediye başkanlarına ve yerel yöneticileri ile sivil toplum örgütlerine savaş açıldı. HDP'nin eş başkanları dahil 9 milletvekili rehin alındı. 90'a yakın belediye başkanı görevden uzaklaştırılıp yerlerine kayyım atandı. Başkanların çoğu tutuklanıp zindanlara atıldı. Böylece Kürtlerin özgür siyasi iradeleri yok sayıldı. Onlara, "Sizin siyasi iradenizin bir hükmü yok" denilmiş oldu.
PKK ile savaş hızlandırıldı. PKK'nin Türkiye içinde ve sınırların dışında çökertilmesi hedef olarak belirlendi.
Eş zamanlı olarak Kürtlerin geçmiş süreçlerde mücadeleleri sonucu elde ettikleri haklar ve kazanımlar birer birer ellerinden alınmaya başlandı.
Böylece bir süreliğine de olsa Kürt meselesinin gündemden düşeceği ve bu arada da AKP iktidarının, devletin desteğini de alarak Kürtleri İslami uygulamalarla 'Ümmet' anlayışı temelinde asimile edilebilecekleri zannedildi.
Planın bu bölümü, Kürt siyasi hareketi ve onunla birlikte mücadele eden sosyalist, demokrat kesimlerin direnmesi ile yürümedi. Ağır bedeller ödenmiş olsa da Kürtler ve destekçileri diz çökmediler.
HESAPTA OLMAYAN ROJAVA DEVRİMİ
Bu planın uygulanmasına geçildiği sırada hiç hesapta olmayan bir şey oldu.
Rojava Kürtleri sahneye çıktı. Kürtler PYD ve YPG örgütleri eliyle Suriye'de hem AKP iktidarının desteklediği İŞİD, El Nusra gibi Sunni-cihatçı örgütlerle mücadele ederek Suriye'nin bu yapıların eline geçmesini engelledi. Hem de oluşturdukları kantonal yönetimlerle Suriye'nin yeniden yapılanmasında Suriye halkları ve çeşşitli gruplar için önemli bir modeli devreye sokmuş oldular.
Bu arada ABD, Rusya gibi büyük ülkelerle giriştikleri taktik işbirlikleriyle de güçlenerek bugün Suriye'nin üçte birini denetler hale geldiler. Suriye'nin yeniden yapılanması sürecinde masada hak ettikleri yeri alma konusunda söz sahibi oldular.
Buna rağmen Türkiye'yi yöneten ya da yönetmeye çalışan AKP, ulusalcılar, Putinciler, MHP koalisyonuı ve onların destekçisi devletçi CHP, bu gerçeği asla kabullenmek istemiyor.
Erdoğan, onların sözcüsü olarak Efrin'e girip, PYD'nin de içinde olduğu Suriye Demokratik Güçleri'nin hakim olduğu bu bölgeyi istila etmek istiyor.
Bunun için Rusya ile biat esasına uygun bir işbirliği içinde oluşuna da güvenerek Putin'den izin istiyor.
Ama ne Rusya ne de Esad yönetimi ona bu izni vermiyor. Çünkü Rusya, Suriye'de iç savaşın bittiğini ve siyasi çözüm sürecinin başladığını ilan ettiği bir sırada Türkiye'nin bölgeye girip işleri daha da karıştırmasını istemiyor.
Astana ve Soçi süreçlerinde Türkiye'ye verilen rol, cihatçıların elinde bulunan İdlib'in temizlenmesiydi. Türkiye bu görevini yerine getirmeden Efrin'i istemeye başladı.
Tabii Esad buna şiddetle karşı çıkıyor. Bu nedenle bir ara Putin'in arabuluculuğunda Esadlı çözüme evet diyen, hatta onunla el altından görüşmelere başlamaya hazırlanan Erdoğan geçtiğimiz günlerde yine Esad'a ağır suçlamalar yönelterek Esad'la bir çözümün söz konusu olamayacağını söyledi.
Öte yandan Türkiye, ocak ayının son günlerinde Soçi'de toplanacak olan Suriye zirvesine YPG-PYD, hatta Suriye Demokratik Güçleri'nin katılmasına şiddetle karşı çıkıyor. AKP yönetiminin kuklası birkaç Kürt isminin Kürtler adına konferansa katılmasını sağlamaya çalışıyor.
Rusya ise Kürtlerin gerçek temsilcileri olmadan bu konferansın başarılı olamayacağını iyi biliyor. Bu nedenle Erdoğan'ın son Esad çıkışı biraz da Esad üzerinden Rusya'ya yönelik bir söylem. Nitekim Ruslar da Esad konusunda Erdoğan'a anında cevap vererek Esad'ın, meşru bir devlet başkanı olarak sürecin bir parçası olduğunu açıkladılar.
Yılın sonuna geldiğimizde Suriye cephesinde durum böyle.
KANDİL CEPHESİ DE PARLAK DEĞİL
İktidar koalisyonu açısından Kandil cephesi de çok parlak sayılmaz. İki sene önce başta İçişleri Bakanı olmak üzere sivil ve askeri yetkililer PKK'nin çökertileceği, belinin kırılacağı açıklamaları yaptılar.
En son bir ay önce İçişleri Bakanı Kandil'e girileceğini ve tamamının işgal edileceğini beyan etti. Bayağı iddialı konuştu!
Bu konuda sınırın birkaç kilometre ötesindeki PKK mevzilerine yönelik birkaç saldırı yapıldığını biliyoruz. Ama bu saldırıların başarılı olduğuna dair bir bilgi edinebilmiş değiliz.
Kaldı ki KCK'nin eş başkanları, yerle bir edileceği söylenen Kandil'de, geçtiğimiz günlerde verdikleri bir ropörtajda PKK tarafından ele geçirilen üst düzey MİT yöneticilerinden önemli bilgiler edindiklerini açıkladılar. Ve yakında bu bilgilerin bazılarını kamuoyu ile paylaşacaklarını söylediler.
Hiç kuşkusuz, ülkenin en önemli istihbarat örgütü elemanlarının, PKK'nin üst düzey yöneticilerine yönelik bir operasyon yaparken yakalanması bir başarısızlıktır.
Bu başarısızlık, ele geçirilen MİT yöneticilerinin örgütün bazı örtülü eylemleri hakkında verdikleri bilgilerin basına açıklanması ile fiyaskoya dönüşebilir.
2018'e girerken AKP koalisyonunun Kürt meselesine ilişkin ahvali budur.
Bu gidişatı 2018'de tersine çevirmenin yolu Kürt düşmanlığını bir tarafa bırakarak hem Suriye'de, hem Irak'ta (Tabii Kürtlerin gerçek temsilcileriyle) hem de Türkiye'de Kürtlerle birarada olmaktır.
Gerisi biatçı zigzaglarla sağa sola yalpalamaktır.
Bu tür yalpalamalarla devam eden bir yönetimin ise siyasi ömrünün ne olabileceğini tarih kitapları yazıyor.
Biz bütün bu olumsuzluklara rağmen, 2018'in barış umutlarını yeşertmesini ve hukuk dışı gerekçelerle rehin alınmış bütün tutsaklar için özgürlük yılı olmasını diliyoruz.