Medya silah gibi kullanılırsa...

İktidarın basını, ötekini sembolik olarak yok sayıyor ve bu, sembolik şiddetin bir biçimi. Muhalefet de kendi ötekilerine, kendilerini ötekileştirenlerin uyguladığı yöntemi uygulamaya çalışıyor; onları hizaya getirmeye ya da yok saymaya yöneliyor.

2015’i 2016’ya bağlayan gece, Köln’de düzenlenen yılbaşı kutlamasında Almanya’ya Müslüman ülkelerden gelen sığınmacıların kadınlara toplu halde cinsel tacizde bulunduğu haberi yayıldı. Televizyonlar ve gazeteler bu anlatıyı "tartışmasız bir gerçek" olarak sundu. Oysa polis ve eyaletin içişleri bakanı ellerinde kesin bir bilgi olmadığını belirtmesine rağmen, bu hikâye hızla kabul gördü. Haberlerde onlarca, hatta yüzlerce mağdurdan bahsediliyordu ancak hiçbir mağdur şikâyette bulunmamıştı. Bu olay, hala Almanya’da sığınmacılara yönelik ırkçı saldırılar ve protestolar için "tartışmasız gerçeklik" olarak kullanılmaya devam ediyor.

Bu tür uydurma anlatıların politik amaçlı olarak nasıl kullanıldığını başka örneklerle de görmek mümkün. Irak savaşı öncesinde, Amerika’da benzer bir senaryo sahnelendi. Gözyaşları içinde bir kadın Irak’a saldırıyı duygusal bir anlatımla dünyaya servis etti. Gezi Parkı olayları sırasında da benzer bir durum yaşandı. "Müslüman bacımızı İstanbul’un ortasında çırılçıplak soydular" şeklinde bir anlatı o dönemde başbakan, bakanlar parti yöneticileri tarafından en duygusal tonlarda anlatıldı. Gazeteciler ve televizyonlar bu anlatıyı destekleyerek gözyaşları içinde bu hikâyeyi sahiplendi. Ancak bu olay hiçbir kanıt olmadan sunulan bir propagandaya dönüştü.

Bu tür hikâyeler, savaşların ve zulümlerin meşrulaştırılmasında kullanılıyor. Bir taraf, kendisini haklı ve masum gösterecek etkili bir mağduriyet hikâyesi uyduruyor. Bu mağduriyet, "kutsal mazlumluk" olarak lanse edilip, sonrasında savunma amaçlı zulümler planlanıyor. Örneğin, başörtülü kadının mağduriyeti anlatısıyla binlerce insan terör suçlamalarıyla karşı karşıya kaldı. Bu anlatı, ardında birçok ölü ve hapiste tutulan insan bıraktı. En etkili argüman ise "terör" suçlamasıydı. Zulüm yapılacak gruplar, teröristlikle suçlanarak zulüm meşrulaştırılmaya çalışıldı.

Almanya’da da benzer bir hikâye görüldü. "Müslüman ülkelerden kaçan yılbaşı zebanilerinin ülkeyi terörize edeceği" anlatısı, halkta büyük bir korku yaydı. Oysa bu korkuyu yayanlar, kendileri terörle aralarına mesafe koymuyorlardı. Almanya’da birçok ırkçı örgüt, Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın izlenme listesinde olmasına rağmen, bu grupların terör söylemleri/rakiplerini teröristlikle suçlamaları ciddiye alınmaya devam ediliyor. Benzer bir şekilde, Türkiye’de de bazı gruplar her seferinde rakiplerini terörü kınamaya çağrılırken, aynı gruplar kendi terörist sevicilikleriyle aralarına mesafe koymuyorlar.

Burada önemli olan, kimin hızlı ve planlı hareket ettiği, kimin medyayı arkasına alarak ötekini bastırdığıdır. ABD, Irak’ta nükleer silahlar olduğunu öne sürerek savaşı başlattı. Televizyonlarda dev haritalar üzerinde "uzmanlar" yerleri ve koordinatları gösterdi, videolar hazırlandı. Her şey o kadar gerçekti ki, bu sahte anlatı savaşın halka anlatılmasını ve halkın desteğinin sağlanmasına neden oldu. Bu tür şişirilmiş hikayeler savaşların meşrulaştırılmasında kritik bir rol oynuyor. Sonuçta… Mübalâğa savaş oldu… ‘Yenenler, yenilenlerin/dikişsiz, ak gömleğinde sildiler/kılıçlarının kanını’.

R. David Precht ve H. Welzer, "Dördüncü Güç" adlı kitaplarında medyanın gücünü ve etkisini incelerken, basının insanlardaki en ilkel, kreş dönemine özgü duyguları nasıl harekete geçirdiğini tartışıyorlar. Medya, özellikle etkili olabilmek için konuları duygusallaştırıyor. Çoğu zaman mantık ve bilişsel unsurlar bile duygusallaştırma amacıyla kullanılıyor. Bu, Köln’deki olayda da görüldü. Olayla ilgili medyada kullanılan fotoğraflar, on binlerce insanın katıldığı bir kalabalığı gösteriyordu. Ancak bu fotoğrafların altına eklenen yazılar, cinsel taciz iddialarını aktarıyordu. Fotoğraflar gerçek ve kalabalığı gösterse de altındaki yazılar başka bir algı yarattı. Sonuç olarak, bu görüntüler ve başlıklar izleyicide büyük bir öfke uyandırdı.

Benzer bir durum, Türkiye’de Gezi Parkı protestoları sırasında yaşandı. "Çırılçıplak soyundurulan başörtülü bacımız" anlatısı, medya ve siyasiler tarafından duygusal bir şekilde aktarıldı. Bu hikâye, geniş bir kesimde dini, kutsal değerleri ve "başörtülü bacıyı" koruma duygusunu tetikledi. Ancak olayın gerçeği ve sonucu çok farklıydı; öfke ile yaratılan bu sahte anlatı, toplumsal bir yaraya dönüştü. Öfkeli kalabalıklar dini, kutsalı, başörtülü bacıyı, vatanı kurtardılar ayyaşlardan. Sonuçları hala birlikte yaşıyoruz.

Bu durum, insanların çocukluklarından itibaren öğrendiği temel bir psikolojik süreçle de açıklanabilir. Bebekler, annelerinin gözlerine bakarak dünyayı ve kendilerini tanımaya başlarlar. Bu bakış, masumiyetin, güvenin ve gerçekliğin sembolüdür. Yalan söylemek bu güven ilişkisini bozar. Çocuklar yalan söylediklerinde annelerinin gözlerine bakmaktan kaçınırlar, çünkü göz teması çocukların yalanını açığa çıkarır. Çocuklar yalan söylemekte yetişkinler kadar usta değiller. Ama zamanla yetişkinlere bakarak ustalaşıyorlar. Gözün içine bakarak yalan söylemek bu bebekçe çocukça masumiyetin yok edilmesidir. Yetişkinler de yalan söylerken birisinin gözüne bakmaktan kaçınırlar. Çocuklukta öğrenilendir ve yüz kızartandır. Bir de bazı pozisyondakiler edindikleri pozisyon güvene dayandığından o kişilerin yalan söylemeyeceğinden yola çıkarız. Yalan söylemek, yüz kızartıcı bir eylemdir ve bu göz teması eksikliği ile fark edilebilir.

Gazeteciler de bu güven ilişkisinden faydalanır. Mesleklerini "gerçeğin peşinde" olarak tanımlarlar ve halk da gazetecilerin doğruyu söyleyeceklerine inanır. Gazetecilik tarih boyunca birçok yolsuzluğu, düzenbazlığı ortaya çıkarmıştır. Ancak bu güven ilişkisi, medya ve siyasiler tarafından kötüye kullanılabilir. Köln’deki olayda olduğu gibi Gezi’de de gazeteciler ve politikacılar, gözlerimizin içine bakarak televizyonlarda, gazetelerde gerçek olmayan bir hikâye anlattılar: "Başörtülü bacımız". Bu yalan bilgi, medyada yayıldıkça gerçekmiş gibi algılandı. Sonuç olarak, yalan söylememesi gereken insanlar yalan söylediler ve bu yalanlar geniş kitleler üzerinde etkili oldu.

Sosyal Medya. Dumanla felsefi tartışma…

Kızılderililer dumanla haberleşirmiş. Bu haberleşme kapsamlı sohbetler için veya felsefe yapmak ya da fikir beyan etmek için yeterli değil. Çoğu kez sosyal medyada da öyle. Günümüzde medya, özellikle de sosyal medya, fikir açıklamaktan çok hangi tarafta olduğunuzu göstermek amacıyla kullanılıyor. Bilinen bir gerçek var: Uzun iletiler artık okunmuyor. Bu durum, hepimizi daha kısa ve öz içerikler üretmeye zorluyor. Bir zamanlar insanı özgürleştiren, ana akım medyaya bağımlılıktan kurtaran ve bağımsızlaştıran sosyal medya, şimdi hepimize sınırlar çiziyor. Ya da biz birbirimize sınırlar koyuyoruz. "Aman, uzun yazma!" diyen bir kültür oluştu. Sosyal medyadaki iletiler birer cümleye, ardından birer kelimeye ve şimdilerde de kısaltmalar yüzünden anlamını kaybeden harf yığınlarına dönüştü. Örneğin, "merhaba" artık "mrb", "selam" ise "slm" oldu. Kısacası, sosyal medya, fikir açıklamak için bir özgürlük alanı sunarken, aynı zamanda fikirlerin ifade edilmesini kısıtlıyor da.

İmkânsız değil ama sosyal medya artık fikir açıklama veya bu fikirleri gerekçelendirme yeri değil. İnsanlar birkaç cümle ile herhangi bir konuda sadece evet/hayır gibi kutuplaşmalara dayalı tarafını belli ediyor. Sokak köpeklerinin katliamı konusunda da sosyal medya bu tür sembolik çatışmaların sahnesi haline geldi. Her olay sonrası benzer durumlar yaşıyoruz; zamanla sosyal medya hesaplarında insanlar kendilerine yakın gruplarla iletişim kurmaya başlıyor. Bu da kutuplaşmayı artıran bir durum. Sosyal medyadaki saldırgan tutumlar bu kutuplaşmayı daha da derinleştiriyor. Anonimliğin getirdiği sorumluluk eksikliği, negatif duyguların rahatça dışa vurulmasına neden oluyor ve sosyal medya sembolik katliamlar, suikastlar ve linç girişimlerinin mekânı haline geliyor.

Bir diğer sorun ise iletişimdeki içerik ve kişisel boyuta dair. İletişim teorisyeni Paul Watzlawick'in iletişim aksiyomlarına göre, her ilişkide bir içerik boyutu, bir de kişisel boyut var. Sohbetlerde insan karşısındakini sevmez, sempatik bulmaz ve bu negatif ruh halini (kişisel boyutu) içerik üzerinden gerekçelendirir. Sosyal medyaya kısa metinlerden ötürü uzun kuramlara ve gerekçelendirmelere izin vermiyor. Bir düşünce sloganlaştırılıyor ya da aforizma gibi sunuluyor. İçeriğin bu haline verilen tepkiler de iletişim aksiyomlarına göre kişisel. Kısacası sosyal medya öfkeli topluluklar veya yapay beğenilere daha çok yatkın. Bu durumda sosyal medyada mesajların kısalığından ve kutuplaşmadan ötürü, içerik boyutu arka planda kalıyor; kişisel boyut ise (yani sosyal medya kişiselliği) öne çıkıyor. İnsanlar kendi tarafındakileri takip edip beğeniyor ve karşılığında beğenilmeyi bekliyor. İçerik üzerinden değil, daha çok beğenilme arzusu üzerinden bir narsisizm gelişiyor. Pavlov'un köpeği misali, bir süre sonra insanlar ödüllendirileceği davranışları belirleyip buna göre hareket ediyor. Beğenilmeye koşullandırılan kocaman bir kitleyiz. Beğenilmek için de birilerini beğenmek gerek. Bir süre sonra gerçek beğeniyi bile unutuyoruz. Beğenilmek, kocaman bir kitlenin önceliği haline geliyor. Gerçek beğeni kavramı unutuluyor, beğeni bir sayıdan ibaret hale geliyor.

Beğeninin gerçek beğeniden ayrışması ama aynı zamanda ‘gerçekten’ beğenilme isteği bir doyumsuzluk yaratıyor. Doyuma ulaşmak için daha fazla beğenilme arzusu gelişiyor ve bu döngü bir süre sonra anlamsızlaşıyor. Artık insanlar kendi düşüncelerini değil, daha çok beğenilecek iletileri paylaşıyor. Kendi olma durumu, bu beğenilme dinamiği içinde kayboluyor. Sosyal medya, narsisizmin bir alanı haline geliyor. İçerik üretme kapasitesine sahip olmayanlar bile sadece "beğendim" veya "beğenmedim" diyerek öne çıkabiliyor. İki-üç cümlelik tweetler, fikir ifade etmekten çok öfke yaratma ya da onay alma aracı haline gelebiliyor. Tweet’in karakter sınırlaması, derinlikli fikir açıklamayı zorlaştırıyor ve daha çok bir olay karşında tutumunuzu ve tarafınızı gösterebiliyorsunuz. Bu bağlamda toplumdaki kutuplaşmayı sosyal medya kolaylaştırıyor/güçlendiriyor. Günümüzde haberler, bilimsel makaleler, incelemeler bile bu kısa formatlara indirgenmiş durumda.

Metni kısaltmanın aslında yıkıcı bir şey olduğunu ve yer yer oto şiddet anlamına geldiğini anlatmaya çalışıyorum. Sosyal medyada oluşan toplu öfkelenmelerin psikososyal bir işlevi var. Bu coğrafyada büyük zulümler yaşanıyor: adaletsizlik, eşitsizlik, yoksulluk... Bunlara karşı çıkamama ve bu zulümlere sessiz kalma, ses çıkarınca da etkin olamama kişinin iç dünyasında rahatsızlık yaratıyor. Kişi, kendi içindeki bu rahatsızlığı bastırmak için uzaklardaki bir haksızlığa tepki göstererek kendini rahatlatmaya çalışıyor. Kendi dilimde söylersen kişinin ben’inin bulduğu uzlaşmaya Üst-ben’in itirazı ve kişinin suçluluk duyması. İşte üst-ben’i rahatlatabilmek için sosyal medyada rastlanılan ve uzağımızdaki bir haksızlığa karşı çıkmak. Örneğin, insansız hava araçları üretmekle övünenlerin, İsrail'in Filistinlileri aynı araçlarla öldürmesine sosyal medyada tepki gösteriliyor. Ancak, bu tepkiyi gösterenler, kendi ülkelerindeki yargısız infazlara sessiz kalabiliyorlar. Bu, insan vicdanındaki bir ikiyüzlülüğe işaret ediyor. Tepki göstermesinin kendisine hiçbir olumsuz etkisi olmayacağı bir zulmü protesto ederek kendi üst-ben’ini rahatlatmaya çalışması. Burada yapılan bu protestonun haklı olduğunun altını çizmek istiyorum. İnsanların öldürülmesine karşıysak Suriye’deki, Yemen’deki, Ukrayna’daki ölümlerin hepsine karşı çıkmak gerek. Ama bu protestoların da kutuplaştırıldığını söylüyorum.

Sokak köpeklerinin katliamına haklı olarak karşı çıkanların, aynı zamanda kurban kesimine de karşı çıkması gerekiyor. Et yemeyi ciddi biçimde sorgulamaları lazım. Herkesin kendisine karşı ikiyüzlü olduğu alanlar var. Örneğin, "hayvana uygun kesim" gibi bir kavram uydurulmuş durumda. Almanya’da hayvanlar uyuşturularak öldürülüyor, ama domuzların, ineklerin ya da kuzuların bu duruma onay verip vermediğini bilmiyoruz. Yani, et tüketimine devam edebilmek için kendi kendimize yarattığımız bir hile, bir riyakârlık söz konusu.

Güvenmek sorunlu…

Hiç tanımadığımız bir muhabir, dünyanın bir ucunda gerçekleşen önemli bir olayı bize aktarıyor. Ne o ülkeyi ne olayın muhataplarını ne de muhabiri tanıyoruz, ancak verilen bilginin doğruluğuna inanıyoruz. Basın, güven dediğimiz bu sosyal sermayeyi kullanır. Güven, bir insanın başka birine verdiği sosyal bir kredidir. Bu güvenin temeli, psikolojide Erik Erikson'un anlattığı gibi, bebeğin dünyaya geldiğinde temel ihtiyaçlarının karşılanmasıyla edindiği ‘temel güven duygusu’dur.

Basın ile izleyici/okuyucu arasında asimetrik bir ilişki vardır. Medya, bilgiyi bilen ve bu bilgiyi bilmeyene (izleyiciye) aktaran bir araçtır. Güven kabul ettiğimiz, saygı duyduğumuz ve takdir ettiğimiz kişilere hissettiğimizdir. Basınla izleyici/okuyucu arasında asimetrik bir ilişki var. Bu güvenin inşa edilmesi, gazeteciliğin belirli standartlar çerçevesinde denetlenmesi, yetkin kişilerin bu kurumlarda çalışması ve haberlerin belgelerle desteklenmesiyle mümkün olmuştur. Örneğin, bir haber verilirken Erdoğan ve Biden'ın görüşmesine dair sadece metin verilmez, bu görüşmeye ait fotoğraflar ve görüntüler de paylaşılır. Hatta bazen kameralar için bu tokalaşmalar birkaç kez tekrarlanır. Bu ritüeller, haberin doğruluğunu göstermek için yapılır ve bu tür sahnelenmiş ritüeller güven sermayesinin bir parçasıdır. Şunu anlatmaya çalışıyorum: Güven insan ilişkilerinde belirleyici ve yönlendirici bir değer birimi. İşte bu güven politikanın medyayı kendi maşası yapmasıyla verilen haberlerin kalitesizliğiyle sarsıldı. Haber çelişkisiz, basit, anlaşılır ve politik senaryoya uygun bir ürüne dönüştü ve bu ürünün sponsorları iktidar sahipleri ve bu ürünün halka satılmasını finanse ediyorlar. Deprem sırasında bunu açıkça gördük; gazetecilik artık sorunları göstermeyi değil, çözüm odaklı. Sorunları sergileyici, çelişkilere vurgu yapan gazeteciliği adına ana akım medya denilen ve iktidar borazanlığı yapan medya terk etti. Örneğin, Kızılay çadırlarının gösterildiği filmlerde sorunların çözüldüğü, pembe filmler ve altyazı olarak çözüm önerileri geçiliyordu. Precht ve Welzer ise sorgulayıcı, sorular soran bir gazeteciliğe geri dönülmesi gerektiğini öneriyorlar. Merkezden yapılan habercilik yerine yerel gazeteciliğin önemine dikkat çekiyorlar. Tek adamcı, tek merkezci yönetimlerin sorun çözmeyi zorlaştırdığını savunuyorlar.

Son olarak, gazeteciliğin en trajikomik hali, gazeteciymiş gibi gösterilen bazı insanların ellerine verilen sorularla, senaryoya uygun bir şekilde gazeteci rolünü oynayarak, Erdoğan karşısında gazeteci gibi oturmaları oldu. Bu, gazeteciliğe ağır bir darbe vuruyor.

Bazı yazılarda sıkça değindiğim ve çok önemli bulduğum bir mesele var: ötekinin ötekiliğini kabul etmek ve onu eşit görmek. İktidarın basını, ötekini sembolik olarak yok sayıyor ve bu, sembolik şiddetin bir biçimi. Ötekini ya da onun farklılığını yok saymak, bir toplumda çeşitli kimliklerin varlığını inkâr etmektir. Bu durum sadece iktidar tarafında değil, muhalefet içinde de benzer şekilde görülüyor. Muhalefet de kendi ötekilerine, kendilerini ötekileştirenlerin uyguladığı yöntemi uygulamaya çalışıyor; onları hizaya getirmeye ya da yok saymaya yöneliyor.

Oysa bir toplumun olgunluğu ve uygarlık seviyesi, o toplumun farklılıklarına, ötekilerine ve aykırı seslerine ne kadar sabrettiğiyle; onların farklılıklarını koruyarak ve bu farklılıkları bir zenginlik olarak görüp "biz"e dahil etmesiyle ölçülür. Ötekiliği kabul etmek, bir toplumun çeşitliliğini ve demokrasisini koruma kapasitesinin en önemli göstergesidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi