Ormanları yakanları biliyorum (1)

Doğanın tüketimi, erkek egemen kültürün sınırsız sahiplenme hakkı olarak sahnelenir. Burada sözünü ettiğim, tipik olarak bir erkek tutumudur; fakat bunu kadınların da yapabilmesi gerçeği değiştirmez. Bu tavır, cinsiyete bağlı değil, kültürel olarak içselleştirilmiş bir iktidar biçimidir.

Bu yazıyı haftalar önce yazdım. Yangınlar çoğalınca yayınlamayı erteledim. Her yıl Yunanistan, İspanya, Fransa, Portekiz ve Türkiye’de yeni yangın, sel, fırtına, kasırga rekorları kırılıyor. Meteoroloji her yıl yeni sıcaklık rekorlarını açıklıyor. Gelecek yıl da yeni yangın rekorları kırılacak. Bu kadar faciaya bulduğumuz açıklamalar hâlâ aynı: “Dereye ev yapmışlar, nerede devlet, nerede belediye?” Ya da: “Yangını teröristler çıkardı, otel yapmak için yaktılar…” Bunların bazıları kuşkusuz doğru. Ama artık her ağacın başına bir jandarma da dikseniz, bu felaketler kaçınılmaz. Bu afetleri yalnızca yerel ya da ulusal düzeyde çözmek de mümkün değil. Yerel ve ulusal önlemler sadece kayıpları azaltabilir, felaketin boyutunu sınırlayabilir. Bu iktidarın önlem almaması, hatta suç işlemesi elbette tartışılmalı. Ama çözüm küresel olmak zorunda. Ve bu yönde yeterli, samimi bir çaba yok.

Birinci Fail Benim

Doğaya zarar vermeden, fail olmadan, doğa katili olmadan yaşamak mümkün değil. Mesele, bu fail olmayı ne ölçüde sınırlayabileceğimiz.

Yıllar önce ünlü bir İngiliz petrol şirketinin tankeri okyanusta kaza yapmış, büyük miktarda petrol denize akmıştı. Büyük bir felaketti. Ben de bir protesto yürüyüşüne katılmış, öfkemle kapitalizme ve emperyalizme karşı sloganlar atmıştım. Faili uzaklarda bulmanın ve ahlaki üstünlükle bağırmanın rahatlığı içindeydim. Oysa evet, petrol şirketi suçluydu — ama ben de orada bağırdığım kadar masum değildim.

Bu yazıyı Almanya’dan uzakta, denize bakan bir otelde yazıyorum. Özendiğim, özlediğim, olmayı çok istediğim bir yerdeyim. Ama burası da benim için yeni bir istila alanı. Çocukluğum kuşatmaların, istilaların kahramanlık gibi anlatıldığı öykülerle geçti. Daha sonra bu işgalci yanımdan kurtulduğumu sandım. Ama hayır… İçimizde o işgalci, talancı yan kalıyor. Sessizce, gizlice bizimle taşınıyor. Bugün bulunduğum yerde, haramsız kazandığım parayla geldiğim için kendimi belki ahlaken temiz sanıyorum; yani talancılığımı, işgalciliğimi rasyonalize ediyorum. Kendimi ikna çabası bu. Burada turlar düzenleniyor. Safaride vahşi hayvanları izleyen turistler gibiyiz: rehber eşliğinde, halka mesafeli bir şekilde şehri geziyoruz. Arabaların içinde hem reel hem de metaforik olarak, onlara yukarıdan bakıyoruz. Onların yoksulluğu, bizim “halimize daha fazla şükretmemizi” sağlıyor. Kolonyal efendiler gibi davranmanın gizli hazzı…

Her gezide insan, en ilkel ve vahşi yanlarıyla karşılaşıyor. Freud’un “ilkel haz” dediği şey, burada uygarlık maskesi altında geri dönüyor. Tüketmek ve seyretmek (röntgenlemek) aynı anda haz veriyor. Safari arabasının içinde “güvenli” bir mesafede kalmak, ‘vahşiliği‘(bu kadar halktan uzak olmak onların ‘vahşiler‘ olduğunu ima ediyor bize) deneyimlerken bir yandan da onu evcilleştirmek, sahneye koymak demek. Seyrettiğimiz “öteki” aslında bizim bastırılmış ilkel yanımız. Onu görmek, ama dokunmadan, risk almadan görmek: hem haz hem de suçluluğun aynı anda yaşandığı bir deneyim. Klein’ın haset kavramı burada da iş başında: Başkasının “sahip olduğu” yaşam enerjisine, doğallığına, çıplak hayatta kalma mücadelesine bakarken, onun elindekini bozma, değersizleştirme arzusu da işliyor. Seyir, sadece merak değil; aynı zamanda bir yamyamlık biçimi. Ötekinin hayatını “görerek tüketmek”. Bu da kolonyal efendinin gizli hazzı: dokunmadan, ama gözleriyle yiyerek sahip olmak. Ayrıntı Yayınları’ndan Kevin J. Wetmore Jr.’un bir kitabı (Ölü Yiyiciler) çıktı. Yazar orada yeme ve yenmeyi uzunca anlatır. İnsanın ilk korkularından biri yenilmek, av olmak. Daha sonra bu korku masallarda, mitolojilerde yer almış. Kırmızı Başlıklı Kız, Hz. Yunus’un hikayesi gibi… İnsan yeme konusunda vahşidir yani… Yiyecek bir şey olmadığında birbirinin ömrünü yer/tüketir.

Uygarlığın vahşi bir yanı var. Kolonyal hikayeler vahşeti de anlatır aslında. İnsanı uygarlaştırma amacıyla uygarlıktan çıkma hali… Yalnızca kendimden söz etmediğimi biliyorsunuz… Doğu illeri hep bir sürgün yeri olageldi. Atamanın amacı çoğu zaman ceza idi. Cezasını çekmek için gelenlerin karanlıkları da beraberinde geldi. Devlet, ödüllendirilip yeniden “batıya” dönebilmenin başarı ölçüsünü neye göre belirliyordu? Kaba, feodal, ilkel diye küçümsenen Kürt kentlerine “atanan” ve onları “medenîleştirmek” için gidenlerin ruh hâli nasıldır acaba? Bazen de bu tavır, misyonerlik içeren, insancıllık makyajıyla süslenen bir tutumla gizleniyordu. Bu bakışta apaçık bir kolonyal efendi zihniyeti vardı belki de: öteki’yi geri kalmış, barbar, “yamyam” ilan etmek ve kendini uygarlığın temsilcisi olarak konumlamak. Oysa asıl yamyamlık, kendi uygarlık maskesi altında gizlenen tüketim iştahında saklıdır. “Bakir” bir kenti, bir doğa parçasını ya da bir toplumu medenîleştirmek, aslında onu yutmak, dönüştürmek ve tüketmek anlamına gelir. Bir tür “uygarlaştırma” adı altında sahip olma, haz alma ve yok etme arzusu…

"Terörist” ararken yakılan ormanlar, boşaltılan köyler… Bazı yakılan ağaçlar içimizi daha da yakıyor. Ama dikkat edin: bazı ağaçların sızısının bile bir hiyerarşisi var. Bodrum’da yanan ağaçla Lice’de yanan ağaç aynı acıyı uyandırmıyor. Bazı yangınlar “haklı”, bazıları ise “çok duygulu” diye algılanıyor. Madımak… Hatta kimi yangınlar içimizi hiç yakmıyor galiba. Acımızı bile bölmüşüz. “Ülkeyi böldürmeyiz” diyenlerin, Misak-ı Milli duyarlılıklarının ardında, aslında duyguları, acıları, empatiyi bölmeleri yatıyor. Sınır çizgileri sadece haritaları değil, beynimizi, yüreğimizi, içimizi de bölmüş durumda. Bu durum Melanie Klein’ın “bölme” (Spaltung) mekanizması ile açıklanabilir. Bölme, ilkel savunma mekanizmalarından biridir ve psikotik yapılarda ya da borderline kişilik örgütlenmesinde hâlâ ilkel biçimiyle işler. Klein’a göre çocuk, yaşamının erken döneminde annesini bir bütün olarak kavrayamaz; anne memesini “iyi meme” ve “kötü meme” olarak ikiye ayırır. İyi meme, doyuran, besleyen, haz veren nesnedir; kötü meme ise eksik bırakan, doyurmayan, öfke ve saldırganlık uyandırandır. Bu erken zihinsel savunma, çocuğun karmaşık duygulara ve ambivalansa tahammül edememesinin yoludur: bütünlüğü görmek yerine parçalamak, iyi ile kötüyü katı biçimde ayırmak.

Bizim acımız da böyle işliyor. Bazı yangınları “iyi acı” diye sahipleniyor, bazılarını ise “kötü acı” diye inkâr ediyoruz. Empatimizi bütünsel değil, bölünmüş yaşıyoruz. Bir yerdeki yangın bizi “bizden” olduğu için yakıyor, diğer yerdeki yangın ise ya hiç yakmıyor ya da “haklı” bulunuyor. Klein’ın dediği gibi, bu bölme, kaygıya karşı kullanılan bir savunmadır. Ama aynı zamanda bizi bütün acıyı görme yetisinden mahrum bırakır. Bölünmüş acılar, bölünmüş kalpler yaratır.

Freud’un işaret ettiği oral döneme regresyon burada da görünür: sahip olma, emme, içine çekme ve ardından yok etme fantezisi. Klein’ın haset tanımı ise bu zihniyeti daha da berraklaştırır: başkasının sahip olduğu şeye tahammül edememek, onun elindekini bozmak ya da yok etmek. Doğu’ya atanan memur, kendini uygarlığın elçisi sanırken aslında “başkasının elindekine” —yerine, kültürüne, yaşamına— tahammül edemez. O iyiyi, o bütünü bozar, tüketir. İyi hiyerarşisinde kendi “iyi”sini ötekinin “iyi”sinden daha üstün sayar. Irkçılık ve faşizmler tam da bu üstüncülükten beslenir; temelini bu kibirli/(kolektif) narsist ayrım belirler. Üstelik bu faşizan durum, oraya giden insanların niyetlerinden bağımsız olarak işleyen yapısal bir olgudur. Freud’un Kültürde Huzursuzluk’ta belirttiği gibi, uygarlık dediğimiz şey yalnızca ilerleme ve düzen değil, aynı zamanda saldırganlığın bastırılmasına dayanır. Bastırılan bu saldırganlık, uygarlık maskesi altında yeni formlar kazanır: disiplin, norm, yasak, “medenîleştirme”. Görünürde uygarlık kuran bu güç, özünde öldürücü enerjiyi başka bir kanala yönlendirir. Böylece “medenîleştirme” misyonu, aslında bastırılmış saldırganlığın dışavurumudur; yutma, dönüştürme ve tüketme arzusunun kültürel kılıfıdır. Burada “medenîleştirme” söylemi, aslında hasetle alınmış bir önleyici intikamdır: “Ya benimsin ya da kara toprağın.” Kültürel olarak “öteki”ne kalmadan sahip olmak, onun değerini kendi hegemonyası içinde eritmek… Freud’un deyişiyle, uygarlık huzur vaat ederken aslında insanın en ilkel yıkıcılığını başka bir düzlemde yeniden üretir. Bu yüzden “medenîleştirme”, modern bir kolonyal yamyamlıktan başka bir şey değildir bazen.

Bakir koyların güzelliği…

Ama biliyorum ki buraya, bu sahile gelmemin, bu geziye çıkmamın kendisi iklim suçu işlenmeden, fail olmadan mümkün değildi. Bu yüzden iklim felaketi konusunda kimse ahlaki üstünlükle konuşamaz. Hepimiz suçluyuz. Hatta “hepimiz suçluyuz” demek bile bir tür hile: suçu bölüştürmek, olağanlaştırmak. Politik ya da mesleki tartışmalarda eleştiren çoğu zaman ahlaki üstünlükten konuşur. Ben ise burada iklim hakkında samimi olmaya çalışacağım — ama bu konuda bile sık sık kaytardığımı göreceksiniz. Çünkü en çok kaytarmayı ezberlediğimiz konu budur.

Yıllar önce bir arkadaşım telefonda tatilde gideceğimiz yerleri anlatıyordu. “Ege’de bakir bir koy keşfettim” dedi. “Ya denizden tekneyle ya da ciple ulaşılıyor. Yamyamlar çökmeden tadını çıkaralım.” Bakir yerlerde “ilk” olmanın erkeksi hazzı… Fallik, narsistik bir heves. “Yamyamlar gelmeden ilk yamyam biz olalım” arzusu. Burada yamyamlık yalnızca bir benzetme değil: psikoanalitik düzeyde doğaya yönelik oral saldırganlığımızı açığa çıkarıyor. Freud’un tanımladığı oral dönem —doğumdan sonraki ilk evre— çocuğun dünyayı ağzı üzerinden tanıdığı dönemdir. Eline geçen her şeyi ağzına götürür; dünya, yenilebilen, yutulabilen şeylerden ibarettir. Haz alma, sahiplenme ve yok etme aynı ağız hareketinde birleşir. Bu dönemde doyum ertelenemez; tahammül azdır, sabır gelişmemiştir. Yani dünya tüketim yoluyla “denetlenir”, fethedilir/işgal edilir. Doğayı tüketme iştahımız da aynı regresyonu taşır: “Doğa bizi yutmadan biz onu yiyelim.”

Ama işin içinde yalnızca oral haz değil, aynı zamanda Melanie Klein’ın tanımladığı haset vardır. Klein’a göre haset, çocuğun anne memesine yönelik ilk saldırgan fantazilerinde belirginleşir: meme haz verici ve doyurucudur ama aynı zamanda kıskançlık ve yıkıcılığın da nesnesidir. Çocuk memenin içindekini tamamen almak, hatta yok etmek ister. Başkasının sahip olabileceği iyi şeyi bozma, kirletme, içini boşaltma arzusu hasedin özüdür. Bebek için meme yalnızca doyuran bir kaynak değil, aynı zamanda haz kaynağıdır. İşte bu yüzden doğayı da bizi doyuran “ana” gibi görürüz; fakat doğa hayranlığındaki haz, bebeklik çağrışımlarını yeniden canlandırır. Doğadan haz almak, aslında onun kucağına geri dönmektir. Fakat burada yıkıcı bir çelişki vardır: saldırdığımız, resmen soyduğumuz doğadan aynı zamanda haz almak; onun kucağında poz verip fotoğraf çektirmek.

Bizim doğayla kurduğumuz ilişki bölünmüşlük içindedir: Onu besleyici, doyurucu “iyi meme” olarak tüketmek isteriz, ama sınır koyduğu, bizi engellediği her durumda “kötü meme”ye saldırırız. Doğaya hayranlığımız ile onu talan edişimiz arasındaki gerilim, Klein’ın tarif ettiği bu ambivalansın güncel bir yansımasıdır. Biz yediğimizi kendimize katarız, kendi içimizde öğütürüz. Yeme arzusunda kendine katma da var. Kendine ekleme ve yediğini kendinde var etme/yaşatma.

Burada haset ile intikam birbirine bağlanır. Çünkü doğayı “iyi meme” olarak tüketme iştahımız aslında saf şükran değil, gizli bir hasetle yüklüdür: “Başkasına kalmadan ben yiyip bitirmeliyim.” Bu, Klein’ın tanımladığı gibi, başkasının iyisine tahammül edememekten doğar. Böylece doğa yalnızca bir nimet değil, aynı zamanda “peşinen alınmış bir intikamın nesnesi” olur. Henüz kimseye kalmamışken, başkalarının sahip olacağı geleceği kıskanarak, şimdiden tüketiriz. Bu tüketim, hasedi doyurur ama aynı zamanda doğaya yönelik yıkıcılığımızı da meşrulaştırır. Böylece doğayı tüketmek, sadece oral bir haz değil, aynı zamanda “önleyici bir intikam” işlevi görür. Yamyamca tüketim hem doyma hem de başkasının iyisini boşa çıkarma hazzını birleştirir. Doğa, memeye indirgenmiş gibidir: hem bizi besleyen hem de hasedimizin hedefi olan bir nesne.

Doğa düşmanlığı ana/kadın düşmanlığıyla örtüşür…

Doğayı talan edenlerin bir başka özelliği de kadına ve anaya düşmanlıklarıdır. Ne kadar kendimizle uğraşsak da kriz anlarında, öfke anlarında içimizdeki “döşü kıllı erkek” ortaya çıkıyor. Bunu bir umutsuzluk olarak değil, yolumuzun uzunluğunu bilmek anlamında yazıyorum.

İşte bir koyun “bakir”liği karşısında duyulan iştah da böyledir. Sadece tüketmek değil, aynı zamanda “başkasına kalmadan” tüketmek. Ya benimsin ya da kara toprağın — adeta bu havayla… ‘Başkasına yar etmem’e, onu yok ederek sahiplenme arzusu. Onların/başkasının gelecekte bütünüyle sahip olacaklarını öngörerek, ben geçici de olsa “ilk” sahip olma hazzıyla öne geçmek isterim. Bu, henüz gerçekleşmemiş bir mahrumiyetin intikamını peşinen almak gibidir. Klein’ın dediği gibi: başkasının iyisine tahammül edememek, onun elinden almak ya da bozmak. Doğa burada yalnızca bir “besleyen ana” değildir; aynı zamanda hasedin hedefi hâline gelen bir “kadın”dır. Tıpkı memeye yönelen saldırgan fantezilerde olduğu gibi, doğanın “bakirliği” de sadece arzu nesnesi değil, aynı zamanda kıskançlığın ve yıkıcılığın hedefidir. Kadın bedenine ve ana figürüne yönelen düşmanlığın doğaya taşınmış hâli… ‘El değmedik’ doğa masumiyete işaret eder gibi görünür ama kendi masumiyetimizin de bittiği yer belki de.

Zaten doğa katliamındaki patriyarkal tutum da bu hasetten beslenir: “Herkese var, bana yok mu? Herkes şapur şupur yiyebilir de ben yiyemez miyim?” mantığı. Doğanın tüketimi, erkek egemen kültürün sınırsız sahiplenme hakkı olarak sahnelenir. Burada sözünü ettiğim, tipik olarak bir erkek tutumudur; fakat bunu kadınların da yapabilmesi gerçeği değiştirmez. Bu tavır, cinsiyete bağlı değil, kültürel olarak içselleştirilmiş bir iktidar biçimidir. Yamyamlık, bu bağlamda yalnızca bir metafor değil; hem Freud’un anlattığı bedensel bir regresyonu (oral döneme dönüş), hem de Klein’ın işaret ettiği yıkıcı hasedi içerir. Doğa, memeye indirgenmiş gibidir: içindekini çekip almak, tüketmek, boşaltmak. Freud’un tanımladığı oral sadizm burada özellikle aydınlatıcıdır. Oral dönemin daha ileri evresinde çocuk yalnızca emmekle kalmaz; aynı zamanda ısırmak, parçalamak, yutmak ister. Emme ile yok etme aynı hareketin iki yüzüdür. Bu noktada haz ile saldırganlık ayrışmaz; beslenme ile yıkım birbirine karışır. İşte doğaya karşı tutumumuzda da aynı sadistik yönelim vardır: hem onun sunduklarından haz almak isteriz, hem de onu parçalamak, bitirmek, tüketmek. İyi nesneye duyulan haset de burada devreye girer. Çocuk için “iyi meme” doyuran, hayat veren nesnedir; ama tam da bu iyiliği, içindekilerin başkasına kalma ihtimali saldırgan fantezileri tetikler. Hasedin özünde, iyiyi bozma, kirletme, değersizleştirme arzusu vardır. Doğa da aynı şekilde hem “iyi meme”dir —besleyen, doyuran— hem de kıskanılan bir nesnedir. Onun iyiliğine tahammül edemediğimizde, onu bozmak, yok etmek isteriz. Böylece doğayı tüketmek, yalnızca doyum sağlamak değil; aynı zamanda hasetle alınmış bir intikamdır. Doğa, içindekileri çekip alınarak hem sömürülür hem de cezalandırılır. Bu, Freud’un “oral sadizm”inin ve Klein’ın “iyi nesneyi bozma arzusu”nun güncel bir tezahürüdür.

Çocuk doğumdan sonraki ilk evresinde dünyayı ağzı üzerinden tanır. Eline geçen her şeyi ağzına götürür, oral yolla deneyimler. Bu dönemde haz alma, ilişki kurma, güven ve saldırganlık ağız merkezlidir. Oral dönemdeki çocuk için dünya, yenilebilen, emilebilen ve yutulabilen şeylerden ibarettir. Henüz sabrı yoktur; doyum ertelenemez. Kişilik olgunlaşmamıştır, tahammül sınırlıdır. Bizim doğaya bakışımızda da bu regresif izleri görmek mümkün. “Doğa bizi yutmadan biz doğayı yiyelim” düşüncesi, oral dönemin mantığıyla işler. Doğayı tüketmek, haz yoluyla varlığımızı teyit etmek. Turizmle, tüketimle, tüketilen kaynaklarla doğaya yaptığımız şey aslında bir tür modern yamyamlıktır. Yani medeniyet dediğimiz şey, oral döneme geri düşmüş bir doyum mantığına sıkışmıştır bazen.

Gittiğimiz yerlerin bir avukatı yoktu. Biz bağırdık, çağırdık, yedik, içtik… Sanki kendi malımızmış gibi davrandık. Bizden sonra gelenler belki daha da yamyamdı ama biz de az yamyam değildik. Suç sayılmayan, normalleştirilmiş suçlar işledik. O günlerde oranın feodal ağası, kolonyalisti, yamyamı bizdik. Hukukun ve sosyalitenin dışındaki bu alanlarda doğa bizim vicdanımıza emanetti — ama biz vicdansızdık. Bugün doğayı korumaktan söz ederken, birilerine yasaklar koymaktan bahsederken, fail olduğumu hem siz biliyorsunuz hem ben. Masum bir yerden değil, fail olarak konuşuyorum. Yıllar sonra o günlere dönüp baktığımda, ülkemden vazgeçtiğimi, bu ülkenin iyileşmeyeceğini sessizce kabul ettiğimi fark ediyorum. Doğaya karşı hoyratlığımızda aslında ülkeden vaz geçtiğimizin izleri var. Vatanseverlik doğa düşmanlığını gizleyen maskedir. Zaten milliyetçilikler çoğu kez günahların örtüsüdür sıkça. O doğa parçalarının avukatı olmayı aklıma bile getirmemiş olmam, doğanın katledilmesini kabullenmiş olduğumu gösteriyor. Ve bu talan karşısında hissettiğim güçsüzlüğü, çaresizliği defalarca yaşadım, hâlâ da yaşıyorum.

Biz aslında dünyadan da vazgeçtik. Yeni bir Nuh Tufanı’nı bekliyoruz belki de… Gittiğimiz her gezide “bir daha”mız olmayabileceğini biliyoruz. Bir daha gitsek de aynı yeri bulamamak ihtimali var. Maldivler’in turizm reklamı şöyle: “Yakında batacak — batmadan gelin, görün.” Yani Maldivler’in sular altında kalacağını kabul etmişiz. Ve bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmıyoruz. Çünkü uzaklarda… Bizi ilgilendirmiyor. Biz Maldiv’de yaşamıyoruz. Kutuplarda buzullar eriyor. Biz ne kutup ayısıyız ne de deniz aslanı. Hasankeyf… Yıllarca süren direnişin ardından sular altında kalacağını kabul etmek gibi. Anlatmaya çalıştığım şu: Bizler dünyayı yok etmek için harekete geçmiş, doğaya karşı bir linç girişiminin parçası olmuş insanlarız. Yamyamlığımız sadece egzotik kabilelere ait bir metafor değil; modern hayatın gündelik pratiği. Doğayı yemekteyiz. Ve artık dünyanın kurtarılamayacağını da sessizce kabullenmiş gibiyiz.

Her gittiğimiz yerde binlerce fotoğraf çekiyoruz — bugünün dünyasını yarına göstermek için. Ama o fotoğraflara bakacak insanlar, gelecek kuşaklar, belki de olmayacak. “Çocuklarımız için, gelecek için” diye söylediklerimiz bile giderek riyakârca geliyor kulağa. Çünkü onları gerçekten düşündüğümüzü, onlara yaşanabilir bir dünya bırakma derdimiz olduğunu artık inanmıyoruz. O dertten çoktan vazgeçtik.

Belki de bu, Ödipal arzunun en mutlak çözümüdür: dünyanın tümden yok edilmesi. Bu kadar büyük bir boşvermişlik, bu kadar kesin bir vazgeçiş… Ölümcül hastaya doktorların “Son günlerini dilediğince yaşasın” demesi gibi. Biz de aynı hâl içindeyiz: nasıl olsa bir yarın olmayacaksa, hiçbir birlikte yaşama kuralına uymamız gerekmiyor. Ne suç bilinci kalıyor ne utanma. Çünkü korku yok. Yarın yoksa, korkuya da gerek yok.

Ve biz, doktorun önerisine uyuyoruz. Son günlerimizi sınırsız bir yamyamlıkla, hiçbir sınırı kabul etmeden yaşıyoruz. Hayattaki en radikal sınır ölüm. Onu kabul ettiğimizde, onun dışındaki her sınır anlamsızlaşıyor. Belki de bu yüzden, yalnızca tüketerek, yıkarak, yok ederek yaşamımıza anlam vermeye çalışıyoruz. Freud’un tarif ettiği ölüm dürtüsü, yaşamı sürdürme içgüdüsünün yanında, var olanı sonlandırma, her şeyi sıfıra indirme eğilimini barındırır. Bu dürtü, doğaya yönelttiğimiz yıkıcı iştahla birleştiğinde, haz ve ölüm iç içe geçer. Klein’ın anlattığı haset de bu noktada ölümcül bir enerjiye dönüşür: iyi olanı bozmak, haz kaynağını kirletmek, başkasına kalmasın diye yok etmek. Tükettiğimiz doğa, aslında içimizdeki öldürücü dürtülerin sahnesidir.

Yamyamca tüketimimiz, yalnızca doyum değil, aynı zamanda ölümle flört eden bir anlam arayışıdır. Sanki her yıkımda ölümü bir kez daha çağırıyor, her tüketimde kendi sonumuzu hızlandırıyoruz.

Devam edecek…